SEÇTİKLERİMİZ – Ertuğrul Kürkçü Duvar’a yazdı: “31 Mart, halklarımızın diktatörlüğe karşı “Êdi bese”, “Yetti gayri” haykırışıdır. Bu sonuç, ne bir parti ne de bir kişiye mal edilebilir. Geleceğimiz, bizi 31 Mart’a taşıyan bu dayanışmanın, kolektif zekânın, tahammülün ve neşenin gelişerek sürmesine ve çoğalmasına bağlıdır.”
Türkiye ve Kürdistan’da siyasi güç dengesi değişti. AKP-MHP-‘Ergenekon’ ittifakı sözümona 24 Haziran “zaferi”nden 8 ay sonra büyük kentler ve Kürdistan’da ağır bir hezimete uğradı. Bu hezimet, oluş halindeki diktatörlüğü yalnızca umarsızca gereksindiği “cansuyu”ndan -halkın rızasından- mahrum bırakmakla kalmıyor; rejimin merkezi gücü AKP’yi aynı zamanda en önemli arpalıklarından da ediyor.
32 milyon kişi daha AKP yerel yönetimlerinin dışına çıktı
Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Hatay, Van, Diyarbakır, Mardin… Bu büyükşehir belediyelerinden mahrum olmak, yaklaşık 32 milyon insanı kuşatan bir piyasayı yerel yönetim olanaklarıyla kontrol gücünden apansız mahrum kalmak demek. Bu yerel yönetimlerden uzaklaştırılmak belediye gelirlerinin AKP’nin toplumsal ve ideolojik dayanakları olan vakıflar, cemaatler, tarikatlara aktarım yolunun kapatılması demek; kentsel rantların AKP’li mülk sahipleri lehine çekilip çevrilmesinin ve arsa spekülasyonu ve inşaata dayalı ekonomik döngünün başlıca kurumsal ve mali regülatörlerinden mahrum kalmak demek; belediyelerle iş yapan yüklenicilerin AKP’ye büyük toplumsal ve politik etkinlikler için lojistik ve personel desteğinin kesilmesi demek. Eş dost kayırmacılığı kapılarının kapanması demek. Neresinden bakarsanız bakın 31 Mart hezimeti, özellikle AKP siyaset tarzının sürdürülmesi bakımından büyük bir yıkım, dolayısıyla diktatörlük inşası itibariyle toprak kaymasına eş değer bir sorun.
Siyasi zor toplumsal gücü ikame edemiyor
Siyasi güç dengesindeki bu değişiklik, mavi gökte şimşek çakması gibi bir şey değil. Nedenleri ve süreci var. AKP 2007 genel seçimlerinden bu yana Türkiye ve Kürdistan iç dinamikleri üzerinden edinebileceği toplumsal güç dengesinin sınırlarından öteye gidemediği halde, toplumsal varlığına denk düşmeyen bir siyasal güç edinmişti. Bu asimetrinin bir çöküntüye yol açması, kaçınılmazdı. 2007’den bu yana Türkiye’de yüz yüze kaldığımız bütün siyasi çatışmalar esasen AKP ve Erdoğan’ın, toplumsal gelişmeyle aşağıdan ve kültürel hegemonyayla yukarıdan elde etmeleri imkansız üstünlüğü, siyasi manevralar ve ittifaklarla, siyasi rejimdeki değişiklik teşebbüsleriyle -daha kestirme bir ifadeyle devlet gücü/zoruyla- elde etmek üzere giriştikleri hamlelerin sonucu olarak ortaya çıktı.
Erdoğan’ın Fettullah Gülen cemaatiyle birlikte “Ergenekon”a karşı; “Ergenekon”la birlikte Gülen cemaatine karşı; Kürtlerle bilikte müesses nizama karşı; müesses nizamla birlikte Kürtler’e karşı giriştiği bütün çapraşık ittifakların merkezinde toplumsal güç açığını ikame için umarsızca ihtiyaç duyduğu devlet yapısındaki değişikliklere ulaşma hırsı yatıyordu. Ne var ki, temel toplumsal güçlerin gelişme doğrultusuyla örtüşmeyen bu hamleler, siyasi sonuçları ne olursa olsun Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel ve toplumsal sürecinin doğal gidişatında bir sapmaya yol açamayacak kadar harici kalıyordu.
Tekçi rejimin içeremediği üç kutuplu toplum
Bugünkü siyasi tablo esasen Türkiye’nin üç kutuplu toplumsal yapısının mutlak inkârını gerçekleştirecek tekçi bir rejim inşasını hedefleyen, “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin varması kaçınılmaz sonuçtu. Çünkü, bu rejim, toplumsal ve ekonomik ilişkiler alanında tarihsel olarak elde edilmiş bir üstünlüğe ve bu üstünlüğün siyasal kabulünün ifadesi olan bir rızaya dayanmıyordu ve rızasını elde edemediği kitlelere siyasî zor ile boyun eğdirebilmiş de değildi. 2017 referandumu, 2016 darbe farfarasının her şekilde istismarına karşın gerçekte yüzde 51 çoğunluğu sağlamamış, 2018 seçimleri de aynı şekilde hile hurdayla kazanılmıştı. Rejimin kendi başarı anlatısını bir at hırsızlığı menkıbesinde bulması -‘Atı alan Üsküdar’ı geçti’- gerçek sonuç hakkında bizzat rejimin başının ne düşündüğü konusunda kuşkuya yer bırakmıyor.
Hile hurdayla kapatılamayacak ölçüde büyük bir açığın sayılabilir hale geldiği an rejimin çatırdayacağı bilgisini bizzat rejimin arsızlığı sayesinde edinen toplumsal muhalefet güçleri sabırla 31 Mart’ı, bu açığın doğacağı anı kolladılar ve yıkıcı darbeyi indirdiler.
Erdoğan rejimi 'eski düzen'in sathı müdafaa seferberliği
Bu süreç 2013’te Erdoğan’ın “İslam kardeşliği” çağrısıyla gerçekleştirmeyi umduğu, “Kürt açılımı”yla başlamıştı. Erdoğan, Sultanlığı için muhtaç olduğu toplumsal dayanağı kendisine “mütedeyyin Kürt kitlelerinin” sunacağını ummuştu. Ne var ki, Kürtler ufukta beliren, “kendi kaderini tayin” fırsatını -bir kısım “mütedeyyin” de dâhil- Sultan’ın tebaası olarak değil “demokratik özerklik” statüsü uğruna mücadeleyle değerlendirmeyi seçti. 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarında ifadesini bulan bu yeni güç dizilişi Cumhuriyet’in her tür özerkliği yok sayan iki kutuplu geleneksel siyasi düzenini çatlattı. Bugünkü rejim 7 Haziran’dan bu yana eski kabuğa sığmayan bu üç kutuplu yeni düzenin kuvveden fiile çıkması olasılığını bertaraf etme iradesiyle ortaklaşa hareket eden eski statüko ve müesses düzen güçlerinin bir koalisyonundan ibaret.
Ne var ki, bu rejim esasen çatlamış olan iki kutuplu düzenin üçüncü kutup karşısındaki birleşik “sath-ı müdafaa” seferberliğinden öteye geçemedi. Toplumsal güç dengesini 2007’nin ötesine taşımayı başaramadı. Toplumsal rızadan yoksun. Ne toplumun maddi ve manevi üretici güçlerinin gelişmesine eşlik edebiliyor ne de toplumu bir yeni uygarlık tahayyülüyle ilişkilendirebiliyor. Dört yıldır amansızca süren saldırılar, her türlü şiddet, hile, zulüm, tasfiye, darbeler, darbe içinde darbeler, binlerce ölüm, on binlerce hapis, yüz binlerce tutuklama, işten çıkarma, mal mülk gaspına rağmen topluma boyun da eğdiremiyor. Varlığını rızaya değil, korkuya dayandıran rejimin bitişi korkunun bittiği yerde başladı. AKP sözcülerinin ve Bahçeli ile Erdoğan’ın bütün seçim kampanyalarını toplumsal özgürlük mücadelelerinin geri döneceği korkusuna dayandırmaları, aslında yenilgilerinin de bir nedeni oldu. Toplum, onların korktuğunu anladığı an kendi korkularından kurtuldu.
AKP ve rejim için bir felaket sayılması gereken bu şizofrenik seçim söylemi aslında rejimin onulmaz çelişkisinin şuursuzca dile gelişiydi. AKP ve Erdoğan sülalesinin iktidarı muhafaza için daha çok güce, daha çok “eski düşman”la ittifak kurmaya ihtiyacı durmaksızın artıyor ama iktidarlarını muhtemel müttefikler ve toplum nezdinde bir çekim merkezi olarak parlatma ve toplumsal rıza üretme olanakları, ekonomik krizin dolaysız etkisiyle de durmaksızın daralıyordu. Tehdit ederken yalvaran “devlet adamları” resmi geçidi, rejimin öz çelişkisinin ayaklanmış halinden başka bir şey değildi. 31 Mart seçimleri böyle bir kavşakta çıkageldi.
HDP’nin rolü ve gücü
Bu seçimlerin Erdoğan ve rejim için çarpıcı bir yenilgi olarak gerçekleşmesinde elbette bütün muhalefet güçlerinin paha biçilmez katkısı var. Ancak, AKP’yi bütün stratejik üslerinden kovalayan seçim taktiği esasen Erdoğan’ın ve rejimin dört yıldır diz çöktüremediği çok geniş ve çoğul, birçok partinin ve partisiz toplulukların üyelerinin iç içe geçtiği toplumsal mekanlar ve bloklarda oluşturuldu. Bu hiç hesapta olmayan direnç merkezi son dört yıldır, tüm Türkiye sathında Erdoğan rejimine kafa tutuyor. Gidişatı, siyasetin yüksek matematiği ve bildik yordamları içinden okuyup yol haritası çizen önderlikler olmaksızın ya da onlardan bağımsız olarak Kürtler ve büyük şehirlerin halkları iç görüleri, sezgileri, modern siyasal mücadeleler tarihinin kulaktan kulağa aktarılan yüz yıllık deneyim ve birikimleriyle ezberleri bozuyorlar.
İnsanlık, kadınlık, emekçilik kültürleriyle, toplumsal asabiyyeleriyle, vicdan ve adalet duygularıyla, gelecek kuşakları için taşıdıkları kaygılarıyla, onursuz bir yaşamdan duydukları iğrentiyle, zulüm, ikiyüzlülük ve yalana besledikleri öfkeyle, din, inanç ve yaşam biçimi dayatmasına karşı hınçlarıyla, karşılarındaki iktidarın zafiyetlerine dair kestirimleriyle, siyasal hafızaya eşlik eden yaratıcılıklarıyla Erdoğan rejiminin hamlelerini oluşturdukları alışılmadık toplumsal bloklarla her seferinde boşa çıkartıyorlar. Bir sonraki hamle için umut dinamiğini işler halde tutuyor; faşist koalisyonu bir yıpratma savaşına tabi tutarak yoruyor ve hırpalıyorlar; zaman zaman duraksar görünseler, yorulsalar, bezseler de asla teslim olmuyorlar.
“Başkanlık rejimi inşası” karşısındaki başlıca özne ve direnç odağı, siyasi hareketlere yol gösteren, onlara sahip olmadıkları ya da unuttukları yüksek hedefleri de, pragmatik ve kıvrak taktikleri, formülleri de, heyecanı, ısrarı ve direngenliği de taşıyan; her evde, her işyerinde, her buluşma noktasında kendini yeniden üreten kolektif zekâdır, ahlaktır, boyun eğmeme iradesidir. Evden eve, camiadan camiaya, aileden aileye, yöreden yöreye, mahalleden mahalleye, kendisini için için sürdüren ve yayılmaya devam eden “Gezi” ve “Berxwedan” tarzlarının bir bakıma kendiliğinden iç içe geçmiş halidir.
Yeni siyaset merkezleri bu zeminlerde oluşuyor. Güç açığımızı gidereceğimiz kaynak da burası. Bu zeminlerden geçerek tazelenmedikçe, bu ortak zekâ ve yaratıcılık kadar, bu topluluklar içinde vücut bulan sağduyudan, bu toplumsallıkta yeniden üreyen ethos ve zihniyetten de beslenmedikçe var olan politik güçlerin, siyasi mücadeleye yeni girdiler sağlamaları söz konusu olmayacak.
“31 Mart seçimlerinde ne yapacağız” sorusu, sözü edilen iradeyi nasıl okuyacağız ve ondan ne öğreneceğiz sorusunun bir türevi olabildiği ölçüde anlamlıydı. Doğrusu, referandum ve 24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, halklarımız seçim gündemi oluşur oluşmaz bu soruya apaçık bir yanıt verdiler. HDP’nin seçim taktiği, işte bu halk bloklarının ferasetini yansıtan iki cümleden ibaretti: “Kürdistan’da kazanmak; Batı’da kaybettirmek.”
HDP üçlü seçimler dizisinin son ayağında, diktatörlüğü tek ayak üzerinde bırakmak ve yeni bir meşruiyet denklemi oluşturmak açısından son derece elverişli bir seçenek sunan bu taktiği ete kemiğe büründürerek tarihi önemde bir rol üstlendi. HDP halklarımız arasında 24 Haziran’dan bu yana oluşagelen demokratik ortaklığa siyasi derinlik ve ruh kazandırdı. Parti yönetimi ve eş başkanlarımız, halklarımızın ve partililerimizin ortak zekasının eseri olan “Kürdistan’da kazanmak, Batı’da kaybettirmek” taktiğinin gereğini durup dinlenmeden çalışarak yerine getirdiler. HDP’yi bir arada ve aynı hat üzerinde tutmayı başardılar.
Üyelerimiz ve örgütleyicilerimiz çatışmalı bir tarihin bütün yükünü sırtlandılar. Çelişkili toplumsal kesimlerin diktatörlüğe karşı yürüyüşünü zorlaştırmamak uğruna, demeleri gereken pek çok şeyi içlerine attılar, bıktırıcı işleri sabırla, alçak gönüllükle yerine getirdiler.
HDP diktatörlükle mücadelenin 31 Mart seçimleri aşamasında Batı’da en büyük merkezlerde “görünmeyen güç” olarak çalıştı. Partinin bu tahammülle hareket etmesi bugün elde ettiğimiz sonuçta bu hakikatin payını gözlerden uzak tutmuş olabilir. Ama tarihsel bakış açısı kadar matematiksel gerçekler de görmek isteyenlere HDP’nin maddi rolüne ilişkin apaçık göstergeler sunacaktır: AKP’nin devrildiği her yerde belediye başkanının aldığı oy 24 Haziran’daki CHP+İYİ oyunun HDP oyuyla toplamına eşittir. AKP’den alınan her belediyede HDP’nin, HDP’lilerin emeği inkâr edilemeyecek ve bu emek asla zayi olmayacaktır!
HDP ve Kürtler
7 Haziran 2015 seçimleri Cumhuriyet’in kurucu paradigmasının her bir öncülünü çelerek “yeni yaşam”ın siluetini Türkiye’nin ufkuna yerleştirdi. Bunun günahının da sevabının da HDP’nin hesabına yazılması tarihin bir cilvesiydi; siyasal ve toplumsal süreçlerin medyanın prizmasında kırılarak halkın bilincine yansımasının eseriydi. Oysa “müzakere” döneminin başlıca amilinin HDP olmadığı, bu sürecin bambaşka bir güç dizilişinin eseri olduğu en azından HDP’nin malumuydu. HDP’nin bugün dahi bu paradoksun sonuçlarından kendisini özgürleştirmiş olduğunu söyleyemeyiz: Bir yanda kendisinin sevk ve idare etmediği, Kürdistan kentlerini yerle bir ederek ilerleyen bir çatışmadan zarar gören halkların -seçmenlerinin- hak ve hukukunu koruma yükümlülüğünün getirdiği toplumsal-demokratik sorumluluk; öte yandan bu tarihsel sorumluluğun hakkını vermeyi durmaksızın zorlaştıran bir siyaset şekline ve hukuki sınırlara hapsolma mecburiyetinin getirdiği siyasi ve hukuki kayıt ve kısıtlar. Bu paradoksun, parlamenter mücadele alanının dışından bir başka ağırlık merkezine dayanmaksızın aşılamayacağını açıklamaya çalışmak bile gereksiz.
1 Nisan’dan başlayarak HDP’nin yanıtlaması gereken soru şudur artık: Normal takvime göre seçimsiz bir beş yıl olasılığını da hesaba katarsak, 1 Nisan’dan itibaren siyaseti nasıl toplumsallaştıracağımıza ilişkin bir mücadele stratejimiz olmaksızın demokratik kampın öncülüğü iddiasını sürdürebilir miyiz?
Erdoğan özellikle 15 Temmuz 2016’dan, ama esasen 8 Haziran 2015’ten bu yana muhalefeti parlamentoya, parlamentoyu hapishaneye sıkıştırırken, toplumsal alan siyasetsiz kalacak olursa sorumluluk şu ya da bu sebeple ama neticede asli mücadele merkezini öznesiz bırakan muhalefetin omuzlarında olacaktır. Daha şimdiden, kayyımlar tarafından zapt edilmiş Kürdistan belediyelerinin tamamının neden sahiplerine geri dönmediği sorusu ortadadır ve doyurucu yanıtları gereksinmektedir. “Toplumsal olanın politikleştirilmesi, politik olanın toplumsallaştırılması” düsturunun sunduğu muazzam hamle imkânlarının fiiliyata geçirilmesine ayırdığımız zaman ve imkân miktarını artırmaksızın çözülemeyecek bir soruyla yüz yüzeyiz. HDP seçimli siyasette gösterdiği başarıyı seçimsiz dönemlerde yeniden üretmek yükümlülüğüyle karşı karşıyadır. Bu sorunun çözüm mekanının parlamento dışındaki bütün yaşam alanları olduğuna kuşku yok.
31 Mart, halklarımızın diktatörlüğe karşı “Êdi bese”, “Yetti gayri” haykırışıdır. Bu sonuç, ne bir parti ne de bir kişiye mal edilebilir. Geleceğimiz, bizi 31 Mart’a taşıyan bu dayanışmanın, kolektif zekânın, tahammülün ve neşenin gelişerek sürmesine ve çoğalmasına bağlıdır.
Halkların Demokratik Partisi, 31 Mart seçimleriyle Türkiye ve Kürdistan’ın özgür geleceğinde vazgeçilmez politik güçlerden biri olduğunu ispat etmiştir. Önümüzdeki dönemde Türkiye bu gücün toplumsallaşmasına tanıklık edecek. Yolumuz açık olsun.