ERTUĞRUL KÜRKÇÜ Siyaset Dergisi için yazdı: “‘Başkanlık rejimi inşası’ karşısındaki başlıca özne ve direnç odağı, evden eve, camiadan camiaya, aileden aileye, yöreden yöreye, mahalleden mahalleye kendisini için için sürdüren ve yayılmaya devam eden ‘Gezi’ ve ‘Berxwedan’ tarzlarının bir bakıma kendiliğinden iç içe geçmiş halidir.”
ERTUĞRUL KÜRKÇÜ
Türkiye 1 Nisan 2019 sabahına nasıl uyanacak? İnşa edilmekte olan bir faşist diktatörlüğün uzayan gölgesi altında mı, yoksa toplumsal muhalefet dinamikleri ve yerel direniş odakları Kürdistan’ı ve büyük kentleri aydınlatırken mi?
AKP-MHP-Ergenekon koalisyonu, gerçekten de ırmağı geçer gibi göründüğü bir evrede derede boğulabilir mi? İstibdadın sözcüleri böyle bir korku, kaygı ve tedirginliğin içlerinde her geçen gün daha da büyüdüğünü her halleriyle dışa vurmaktan kendilerini alamıyorlar. “Onları yok ettik” efelenmeleriyle başlayıp “size yalvarıyorum, bizim boynumuzu Kandil’in önünde eğdirmeyin” yakarmalarına varan gelgitler aslında bu gerginliğin ürünü. “Oyumuz yüzde 70’e dayandı” diye esip gürledikten sonra “Saklı gizli görüşüyorlar. O PKK’lılarla gizli gizli görüşüyorlar (…) Allah korusun, evine su parasını getiren tahsildarın militan olduğunu bir düşünün,” korkutmacalarına tenezzülden fayda uman konuşmalar bir güç gösterisinden çok bir şahsiyet yarılmasının tezahürü.
AKP’nin açmazı
Bu şizofrenik hal, iflah olmaz bir çelişkiden doğan gerilimin görece sarsak bir bünye üzerindeki baskılamasından kaynaklanıyor. Bir kader seçimi öncesinde iktidar sözcülerinin ağzından dökülen bu ipe sapa gelmez ifadeler PR (halkla ilişkiler) dünyasında önlenmesi şart felaketler arasında sayılır. Ama bu tür felaketleri önlemek AKP’nin tanıtım/reklam şirketlerinin ve “havuz medyası”nın harcı değil artık. Zira felaketin kaynağındaki çelişki, bir yandan iktidarı muhafaza için daha çok güce, daha çok “eski düşman”la ittifak kurmaya ihtiyacı durmaksızın artan AKP ve Erdoğan sülalesinin öte yandan iktidarı muhtemel müttefikler ve toplum nezdinde bir çekim merkezi olarak parlatma ve toplumsal rıza üretme olanaklarının durmaksızın daralmasından kaynaklanıyor. Şubat başında Erdoğan’ın canlı yayınının yandaş atv ile a Haber ortak yayın reytinglerinde, “total izleyicide 31., AB grubunda 23. sırada” kalmış olması, daha çok sözü gereksizleştiriyor. Dahası, toplumsal rıza üretimi ve güç gösterisi için gereken parasal harcamaların asli kaynağı olan kamu maliyesi ekonomik krizle kemirildikçe bu maksada tahsis edilebilecek kaynaklar da gitgide kısılmak zorunda kalıyor. Sokaktaki kavganın diliyle ifade etmek gerekirse “zam-zulüm-işkence” iktidarın kendi kuvvet tabanını ve dayanaklarını da aşındırıyor.
Tarihi kendi amaçlarının peşinde koşanlar yapar
Bu şartlar altında iktidarın 31 Mart seçimlerinden tökezleyerek, inisiyatifi elden kaçırmış halde çıkması, diktatörlük koalisyonunun 1 Nisan’a sarsılmış, örselenmiş ve iç bağları gevşemiş olarak uyanması olasılığı hiç de zayıf değil. Ancak bu olasılığın hakikat halini alıp almayacağı, toplumsal ve demokratik muhalefet güçlerinin 31 Mart yerel seçim zeminlerini doğru bir taktikle, faşizme karşı bir halk blokunun inşası için değerlendirip değerlendirmeyeceğine bağlı olacak. 1 Nisan tablosunu bir çeşit kehanet gibi tahmine çalışmanın tuhaflığı bir yana, işin içine kendimizi, kendi eylemimizi katmadan bir öngörüde bulunmanın siyaseten bir değeri, bir karşılığı da yoktur. Çoktandır bilmemiz gerekir: “Tarih hiçbir şey yapmaz. Elinde muazzam bir zenginlik tutmaz, muharebeler vermez. Bütün bunları yapan, elinde tutan ve kavgaya tutuşan insandır, gerçek canlı insan; tarih, öyle, denildiği gibi, insanı kendi amaçlarına ulaşmak için kullanan insandan ayrı bir kişilik değildir; tarih kendi amaçları peşinde koşan insanın etkinliğinden başka bir şey değildir.”[1]
Meselenin özü burada: Kim hakikaten “kendi amaçlarının peşinde” koşmuşsa 1 Nisan’da tarihin de -talihin de- yüzüne bakmasını dilemeye onun hakkı olacak. Peki, bu kadarı yeterli olacak mı, tartışmak gerekir. Bu bağlamda, varsa, kendi cephemizdeki maddi, nesnel açıkları nasıl kapatabileceğimiz üzerine yaratıcı bir biçimde düşünmeye değer. Çünkü, “ (…) tarih nihai sonucun daima pek çok bireysel iradenin çatışmasının eseri olarak ortaya çıkacağı şekilde yapılır ve bu iradelerin her biri de belli yaşam koşullarının kucağında şekillenir. Demek ki, tek bir bileşkenin -tarihsel olayın- ortaya çıkışına yol açan sonsuz sayıda kesişen güç, sonsuz sayıda paralelkenar dizisi oluşturan vektörler vardır (…) Her bir bireyin olmasını arzuladığı şey, diğerlerinin tamamınca engellenir ve ortaya çıkan, hiç kimsenin kast etmediği bir şey olur.”[2]
“Üçüncü Kutup” ve 7 Haziran
İktidardaki faşist koalisyonun kendi amaçlarının peşinde koşan güçlerce bu paralelkenar dizileri içinden geçerek şekillendirilişi ibret vericidir. Bu sürece kuşbakışı bir göz gezdirmek “kendi cephemizdeki maddi, nesnel açıkları” ne ile ölçeceğimiz hakkında bir fikir vermesi bakımından yararlı olabilir.
Erdoğan 2013’te “İslam kardeşliği” çağrısıyla başlattığı “Kürt açılımı”nın, özellikle “mütedeyyin Kürt kitlelerinin” Sultanlığı için rızasını sağlayacağını ummuştu. Ne var ki, Kürtler ufukta beliren “kendi kaderini tayin” fırsatından -bir kısım “mütedeyyin” de dâhil- Sultan’ın tebaası olarak değil Özgürlük Hareketi’nin çağrısına uyarak seküler bir “demokratik cumhuriyet” içinde “demokratik özerklik” statüsü uğruna mücadeleyle yararlanmayı seçti. 7 Haziran 2015 seçim sonuçlarında ifadesini bulan bu yeni güç dizilişi Cumhuriyet’in her tür özerkliği yok sayan iki kutuplu geleneksel siyasi düzenini çatlattı. Eski statüko ve müesses düzen güçleri 7 Haziran’dan bu yana oluşum halindeki bu üç kutuplu yeni düzenin kuvveden fiile çıkması olasılığını bertaraf etme iradesiyle ortaklaşa hareket ediyorlar.
“Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”: Her cins kurdun ay ışığı
Bununla birlikte, dört yıldır amansızca süren saldırılar, her türlü şiddet, hile, zulüm, tasfiye, darbeler, darbe içinde darbeler, binlerce ölüm, on binlerce hapis, yüz binlerce tutuklama, işten çıkarma, mal mülk gaspı esasen çatlamış iki kutuplu düzenin üçüncü kutup karşısındaki birleşik “sath-ı müdafaa” seferberliğinden öteye geçemedi. “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” eski egemenlik dünyasının Saray çevresinde kümelenen her bir bileşeninin iradesinin diğerlerince çelinmesiyle şekillenen, hiçbirinin özgün programıyla örtüşmeyen, sağcı restorasyon tasavvurlarının eklektik bir bileşimi olan bir “olağanüstü rejim”den başka bir şey sunmuyor henüz. 31 Mart seçimlerini kazanmak, bileşenlerinin her biri tarafından bu “olağanüstü rejim”i kendi amaçlarına daha uygun olarak yeniden şekillendirmenin ve muhalefeti dizüstü çökertmenin bir fırsatı ve uğrağı olarak görülüyor.
Hali hazırda totaliter ve merkezci çekirdeğiyle bu rejim bütün sağcı ütopyaların “kızıl elma”sına açılan bir kapı; her cins kurdun ay ışığıdır. “Cumhuriyet” kabuğu içinde kaldığı ve özellikle TSK ve kontrgerilla bünyesinde “Atatürk ilke ve inkılapları”nı muhafaza ve müdafaayı bir şekilde sürdürdüğü nispette olağanüstü rejim,“Ergenekon”un optimal seçeneğidir, ama Erdoğan’ın yeni rejimin harcını sülale hâkimiyeti üzerine ve siyasi İslam dayatmasıyla karma eğilimiyle ilelebet birlikte yaşamaya razı olacak kadar uzun boylu değil, bu ortaklığın bir vadesi var.
MHP için “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” hükümet-devlet ayrımını nispeten dar bir çerçeveye sıkıştırarak da olsa eski statükoyu kısmen muhafaza ederek sürdürdüğü ve Anayasayı liberal süslerinden arındırıp “dibace”sinden ibaret bıraktığı ölçüde, “bundan iyisi Şam’da kayısı”dır; ama “kamu kaynakları”nın ve “kadrolar”ın paylaşımı, MHP efradının kayırılması, pastanın paylaşılmasında imtiyaz ve iltimas meselesi daimi bir çekişme konusu olmaya devam edecektir.
Hem Hırka-i Şerif hem de bitli yorgan
Adı şimdilik atv dışında hiç bir yerde “Başkanlık” diye anılmasa bile, “olağanüstü rejim” kendisine ve sülalesine son Osmanlı Sultanı’nın dahi sahip olmadığı bir güç bahşettiğinden Erdoğan için de paha biçilmezdir. Nasıl olmasın ki, bugüne kadar ne Sultan Süleyman ne Sultan Abdülhamid ne Mustafa Kemal ne İsmet İnönü ne Kenan Evren güç ve yetkiyi bu denli elinde toplayabilmişti. Şimdiye kadar Meclis-i Mebusan’ın ya da TBMM’nin kanun yapma yetkisi ve bütçe hakkı böylesine budanmamıştı. Başkomutanlığı, MİT’i, emniyeti, özel harp dairesini, bütün hükümet organlarını, yerel yönetimleri, muhtarlıkları, kamu bankalarını, üniversite ve mahkemeleri, eskiden hükümet ve bakanlıklara bağlı olan bütün kamu otoritelerini ve idari birimleri kimseye danışmadan, içinden nasıl geliyorsa öyle sevk ve idare etme hak ve gücü kimseye nasip olmamıştı. Bu açıdan “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” Saray için bir bakıma “Hırka-i Şerif” gibi koruması gereken bir tür kutsal bir emanet değerindedir. Ama gücünü ve yetkesini görünür ve görünmez ortaklarla paylaşmaktan kaçamayacağı -örneğin Bahçeli tarafından milletin önünde meydan okunarak, Ergenekon tarafından masa altından tekmelenerek- hatırlatıldığı sürece ve mevcut kuvvet dengesi çerçevesinde dini hâlâ devletin gerisinde tutmaya mecbur bırakıldığı nispette aynı “hükümet sistemi” Erdoğan için ilk fırsatta Saray’ın çöplüğüne atılması icap eden bir bitli yorgandır da.
Bu iktidar kurgusu, yukarıda da belirtildiği gibi elbette faşizme ve otoriterliğe yönelen bütün siyasi kuvvetler için olağanüstü bir kaldıraç sunuyor, ama aynı kuvvetler arasındaki güç dizilişi hiçbir bileşenin başına buyruk, ötekileri hesaba katmaksızın davranmasına imkân tanımıyor; güçlerin yeri, sırası ve göreli hâkimiyeti devlet, toplum ve piyasa içindeki konumlanma ve kuvvetleriyle, uluslararası âlemdeki ilişki ve dayanaklarıyla orantılı olarak şekilleniyor. Ne var ki, bütün bunlar, egemen koalisyonun her bileşeninin, her biri başka bir tikel toplumsal-politik vaadin ifadesi olan kendi “kızıl elma”sının peşinde koşmasına da engel olamıyor.
Rejimin kırılgan dengesi
Öte yandan bu hâkimiyet şekli, sadece egemenlerin kendi arasında değil, aşağıdaki toplumsal güçlerin direniş ve yukarıdakiler ile çatışma kapasiteleri arasındaki bir kuvvet dengesini de yansıtıyor. Aşağıda, hem toplumsal hem politik hem de kültürel açıdan henüz yenilgiye uğratılamamış, teslim alınamamış ve yeni rejim tarafından soğurulamamış canlı, dinamik ve çok kanallı bir direniş iradesi ve kapasitesi var. Tıpkı muazzam bir su kütlesinin akışını önlemek için inşa edilecek bendin biçiminin o kütlenin hareketi hesaba katılmaksızın belirlenemeyişi gibi, rejim de iktidar yapılarını toplumsal muhalefet dinamiklerinin direncini hiçe sayarak, kendi bildiğince inşa edemiyor; direnişin varolan ve muhtemel şiddeti diktatörlük inşasının önüne kısıtlar, sınırlar, engeller ve olmazsa olmaz zorunluluklar getiriyor. Dahası, 150 yıllık parlamenter tecrübe içinde şekillenmiş ve uluslararası hukukla tahkim edilmiş devlet-toplum ilişkisinin bugüne taşıdığı mecburiyetler silsilesinin iç hukuktaki nüfuzu bir anda ortadan kaldırılamıyor. Bütün bunların yarattığı gerilim ve çatışmalar -hepsi bir arada- sürekli olarak iki yönde de değişmeye açık, belirli bir yol kat etmiş olsa da henüz inşası tamamlanmamış, oluş halinde bir rejim tablosu ortaya çıkarıyor.
Bu çerçevede, 31 Mart seçimlerinin sonuçları sadece devlet-toplum, iktidar-muhalefet ilişkilerinde değil, iktidar bloku içinde teşekkül etmiş olan kararsız dengede de yeni kırılmalar yaratabilecek potansiyeller içeriyor. 31 Mart seçimlerinin önemi tam da burada: bir yandan “sayısız paralelkenar dizileri” içinden geçerek gerçekleşecek seçim sonuçlarının toplumsal muhalefet güçlerine henüz bir “olağanüstü koalisyon”dan daha uzağa gidememiş olan rejimin kırılgan iç dengesini sarsmak açısından istisnai bir fırsat sunmasında; öte yandan eğer 1 Nisan’a bir başarı öyküsüyle ulaşılabilirse bu koalisyonun bileşenlerinin her birine de “sath-ı müdafaa”dan “umumî taarruz”a geçme aşamasındaki rejimin komuta mevkiine yükselmeye elverişli paha biçilmez bir kritik fırsat, bir imkân tanımasında.
Bahçeli’nin telaşı
31 Mart seçimlerinin karakteri ve “olağanüstü rejim” açısından taşıdığı bu “istisnai” anlamı Devlet Bahçeli bir “dehşet öyküsü formatında” ama hiçbir yanlış anlamaya fırsat vermeyecek kadar net bir tablo içine yerleştirerek şöyle ifade etmişti:
“(…) Şimdi yeni bir sisteme geçtik. Ama sistem henüz tam oturmadı. Bazı şeyler çok iyi gidiyor, bazı hatalar yapılıyor. Bunları da yüz yüze görüşmelerimizde gayet açıkça söylüyoruz. Bu sistemin yerleşme sürecini iyi yönetmeliyiz.
“Yerel seçimlerde alınacak sonuç, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin oturması ve yürümesi açısından çok önemli. Alınacak kötü sonuç her şeyi ters yüz edebilir. Özellikle üç büyük şehir çok önemli. Buralarda HDP, CHP ve diğer partiler destek verip yerel yönetimler kazanabilir. Bu olduğu takdirde daha o gece ‘bu sistemin meşruiyeti’ni tartışmaya açarlar. Bu da içinde bulunduğumuz şu geçiş döneminin altüst olması demektir(…)
“Bu seçimde Güneydoğu’da alınacak oylar çok önemli. Orada 101 belediyeye kayyum atandı. Şimdi o parti oralarda yine kazanırsa bu çok kötü olur. Çıkarlar, bunu plebisit gibi sunarlar.”[3]
İktidar blokunun üstünlüğü ve muhalefetin tutukluğu
Doğrusu, bütün bunlar, 31 Mart seçimleri dolayısıyla ortaya çıkan, sadece bu ana mahsus olasılıklar da değil. Bu olasılıklar, uzayan bir rejim krizine içkindi ve bu dönem boyunca siyasi gidişatı belirlemekte olan üç kutuplu güç dizilişinin nesnel ürünü olarak belki durmadan biçim ve hal değiştirerek ama 7 Haziran 2015’ten bu yana Türkiye genel siyasetinin orta yerinde bir sabite halinde durmaya devam ediyor.
Bu olasılıklar, muhalefet tarafından dinamik ve devrimci bir kavranışla ve sistematik olarak okunabilmiş olsa, aynı koşulların hüküm sürmekte olduğu önceki evrelerde bir faşist koalisyonun oluşumu tevekkülle seyredilmezdi. Bugüne kadar olanların tam tersinin gerçekleşmesi de mümkündü: İktidarın elinde hile-hurda ve şiddetle plebisiter bir onay kaldıracına dönüştürülmüş olan referandum ve seçimler pekâlâ Nisan 2016 ve Haziran 2018’de de faşist koalisyonu yaran birer kama gibi de iş görebilirdi.
Dahası, yetkili uluslararası siyasi[4] ve uzman[5] kuruluşların bütün ayrıntılarıyla belirledikleri hileli seçim düzenekleriyle elde edilen sonuçların doğurduğu büyük öfke ve rejimi içten içe sarsan meşruiyet bunalımı devrimci bir muhalefet hareketinin eline dünyanın her yerinden görünen ahlaki ve hukukî bir başkaldırı bayrağı verir, halkın haklılık güdüsünü durmaksızın yeniden üreten daimi bir ajitasyon kaynağı olurdu.
Buradan da anlaşılacağı şekilde siyasal sürecin iktidar blokunun üstünlüğünü tahkim edegelmesinde muhalefetin mücadele olanaklarını heba etmesinin oldukça önemli bir payı olduğu muhakkak. Ama muhalefetin bir bölümünün sanki iktidarın organik bir bileşeniymişçesine, neredeyse Bahçeli’yle aynı kaygı ikliminde nefes alıp vermeye bağımlı hale gelmiş olması daha da vahim. Sonunda Erdoğan’ın Kılıçdaroğlu’nun yüzüne nobranlıkla çarptığı şu çelişki ikinci kutbun asla pençesinden kurtulamayacağı açmazın utanç verici bir tezahüründen başka bir şey değildi: “Bu kontrollü darbe girişimiyse, Bay Kemal senin 7 Ağustos’ta Yenikapı’da ne işin var? Niye oraya geldin? Cuma akşamına kadar zaten gelmeyeceğini bildirdin ama seni o kadar sıkıştırdılar ki sen dayanamadın ve Yenikapı’ya geldin.”
İğneyi kendimize…
Bu açmazın nesnel kaynağında CHP ve Kılıçdaroğlu’nun ne yapsalar yansıtmaksızın edemeyecekleri kendi özgül toplumsal ve politik karakterleri var elbette: “Ortaklar”ın küçük düşürücü alaylarına göğüs gerebildiği takdirde düzenin ihyasına ortak olmak, kendisini devletin asli sahibi olarak gören bir siyasi anlayışın sahiplerine pekâlâ uzun vadede iktidara açılan bir kapı olarak görülebilir. Yeter ki, devlet baki kalsın!
CHP’nin süreci, kendi yoksul, emekçi, genç ve kadın seçmenlerinin bu devletçi takıntıları aşan gelecek tasavvurları içinden okumasını imkânsızlaştıran görme kusurunun, aynı zamanda “devleti kuran parti”ye özgü genetik bir zafiyetten ileri geldiğine şüphe yok. Ama şimdi iğneyi kendimize batırma zamanı. Böyle bir genetik kusurla malul olmadığımız gibi, “İmralı Süreci”nin sunduğu olağanüstü imkânlar sayesinde “bir darbe mekaniği”nin işlemeye başlamış olduğu konusunda herkesten önce uyarıldığımız halde darbenin öznesini saptayıp önlemlerini alacak kadar uzağı gören bir siyaset kurmakta gecikmenin sonuçlarıyla bugün daha yakıcı bir biçimde yüzleşmiyor muyuz? “Darbe dinamikleri işliyor” saptaması, aslında olağanüstü rejim koşullarında örgütlenme ve mücadeleyi de kapsayan enerjik ve yaratıcı bir taktik planı ima ederken 7 Haziran sonrası siyasi süreci parlamenter sonuçlar içinden okumaktan öteye geçememenin kaybettirdiği siyasi zaman asla geri gelmeyecek.
HDP’nin paradoksu
HDP’yi 7 Haziran 2015’te bütün demokratik kampın öncüsü konumuna yükselten özelliği, başka nedenlerin yanı sıra, Erdoğan’ın Başkanlık yürüyüşünü durdurmaya nesnel ve öznel olarak muktedir başlıca kritik güç merkezi olarak temayüz etmesiydi. Ne var ki, statükonun kabuğunu çatlatan bu gücü bertaraf etme hedefiyle düğmesine basılan “darbe mekaniği” tıkır tıkır işlerken, “parlamenter rejim” bizzat parlamento çoğunluğu eliyle berhava edilirken, AKP 15 Temmuz darbe girişimini parlamentoyu saf dışı etmenin “mücbir sebebi” olarak “Allah’ın lütfu” diye kutsarken, mücadelenin ağırlık merkezini parlamento dışına taşıyıp parlamentoyu dışarıdan kuşatacak taktiklerle demokratik kampın öncüsü olma sorumluluğunun hakkını tam manasıyla verebildiğimizi söylemek kolay değil. “Çöktürme harekâtı” Kürt kentlerini dizginlerinden boşanmış bir yıkıcılıkla dümdüz ederken, “devrilen masayı yeniden kurma” çağrılarıyla, beyhude diyalog arayışlarıyla tüketilen zaman, enerji, güç ve olanaklar bugün, bir anti-faşist halk blokunun önüne daralan zaman, azalan fırsatlar ve belirli bir takatsizlik halinde geri dönüyor.
7 Haziran 2015 seçimleri Cumhuriyet’in kurucu paradigmasının her bir öncülünü çelerek “yeni yaşam”ın siluetini Türkiye’nin ufkuna yerleştirdi. Bunun günahının da sevabının da HDP’nin hesabına yazılması tarihin bir cilvesiydi; siyasal ve toplumsal süreçlerin medyanın prizmasında kırılarak halkın bilincine yansımasının eseriydi. Oysa “müzakere” döneminin başlıca amilinin HDP olmadığı, bu sürecin bambaşka bir güç dizilişinin eseri olduğu en azından HDP’nin malumuydu. HDP’nin bugün dahi bu paradoksun sonuçlarından kendisini özgürleştirmiş olduğunu söyleyemeyiz: Bir yanda kendisinin sevk ve idare etmediği, Kürdistan kentlerini yerle bir ederek ilerleyen bir çatışmadan zarar gören halkların -seçmenlerinin- hak ve hukukunu koruma yükümlülüğünün getirdiği toplumsal-demokratik sorumluluk; öte yandan bu tarihsel sorumluluğun hakkını vermeyi durmaksızın zorlaştıran bir siyaset şekline ve hukuki sınırlara hapsolma mecburiyetinin getirdiği siyasi ve hukuki kayıt ve kısıtlar. Bu paradoksun, parlamenter mücadele alanının dışından bir başka ağırlık merkezine dayanmaksızın aşılamayacağını açıklamaya çalışmak bile gereksiz.
HDP’nin kurucu paradigması: HDK-HDP bütünlüğü
HDP’nin kurucu paradigması bu paradoksu öngörmüş ve toplumsal hareketin dinamizmine ve çeşitliliğine denk düşen paralel bir mekanizmanın, Parti ile el ele, eşzamanlı ve birbirini bütünleyen bir biçimde yürüyecek bir Kongre hareketinin (HDK) inşasını öncelemişti. Ne yazık ki, bütün tarihsel momentumunu toplumsal hareketin farklı biçimlere bürünen ve farklı çıkış noktalarından hareketle kendisine mecra açan neredeyse sınırsız deviniminden ve inatçı sürekliliğinden alan bir akımın demokratik kampın öncülüğünü üstlenmekteki en önemli siyasi kısıtı kendisini kendi eliyle içine soktuğu siyasi biçim ve mecburiyetler nedeniyle bu önceliği biteviye ihmale sürüklenmesinden kaynaklanıyor: HDP, kuruluş paradigmasını günübirlik siyasetin göreli avantajları uğruna ihmal etmenin, ülke ölçeğinde siyaset zemini iktidar eliyle bütünüyle parlamento dışına taşınırken mesaisinin çoğunu parlamenter alana hasretmenin sonuçlarıyla ister istemez yüzleşiyor.
Kaybedilen fırsatların kaynağı ve kendimize iğneyi batıracağımız yer de burası. Erdoğan özellikle 15 Temmuz’dan, ama esasen 8 Haziran 2015’ten bu yana muhalefeti parlamentoya, parlamentoyu hapishaneye sıkıştırırken, toplumsal alanın siyasetsiz kalmasının sorumluluğu şu ya da bu sebeple ama neticede asli mücadele merkezini öznesiz bırakan muhalefetin omuzlarındadır. “Toplumsal olanın politikleştirilmesi, politik olanın toplumsallaştırılması” düsturunun sunduğu muazzam hamle imkânlarının fiiliyata geçirilmesine ayırdığımız zaman ve imkânın inanılmaz sınırlılığını göz önüne alırsak Erdoğan’ın başkanlık yürüyüşünün önünü kesecek kuvvet toplamındaki açığın nereden kaynaklandığını da net olarak görebileceğimiz bir nesnel ölçüye ulaşabiliriz.
Demokratik kampın başına geçerek kendini korumak
Öte yandan, Erdoğan’ın bir darbe koalisyonunun başına geçerek süregiden “müzakere” koşullarını ortadan kaldırmakta, parlamenter rejimi tasfiyeye girişmekte ve bir diktatörlük inşasına koyulmakta olduğunu gören bir politik hareket için stratejik adım “kendisini korumak” değil, halkın kendisini koruması için demokratik kampın öncülüğüne soyunarak yeni bir mücadele çizgisi oluşturmak ve bütün siyasi süreci bu eksenden hareketle örmek olmalıydı. Bu, “kendini koruma”nın da en rasyonel ve etkili yöntemi olarak iş görürdü. Ne yazık ki, bu açıdan bütünsel bir stratejik hat izlediğimizi rahatlıkla söyleyemiyoruz.
Bütün bunlar, HDP’nin reaktif bağlamda gerçekleştirdiği muazzam direnişten, binlerce üyemizin hayatları dâhil, her şeylerini ortaya koyarak parti faaliyetinin sürekliliğini sağlamak için gösterdikleri eşsiz fedakârlıklardan, her düşenin mevzisini derhal devralan harikulade insanlardan oluşan capcanlı ve pes etmeyen bir kadrodan, oy vermenin ya da vermemenin dahi canla ödendiği seçimlerde bu bedelden sakınmayan seçmenlerimizin dirayetinden sual etmek anlamına hiç gelmiyor elbette. Sual şudur: Normal takvime göre seçimsiz bir beş yıl olasılığını da hesaba katarsak, 1 Nisan’dan itibaren siyaseti nasıl toplumsallaştıracağımıza ilişkin bir mücadele stratejimiz olmaksızın demokratik kampın öncülüğü iddiasını sürdürebilir miyiz?
Asıl direnç merkezi: Büyük şehirler halkı ve Kürtler
Bununla birlikte, siyasi güçlerin hesap veya hesapsızlıklarından nispeten bağımsız biçimde hiç hesapta olmayan bir direnç merkezi son dört yıldır, tüm Türkiye sathında Erdoğan rejimine kafa tutuyor. Gidişatı, siyasetin yüksek matematiği ve bildik yordamları içinden okuyup yol haritası çizen önderlikler olmaksızın -hatta örneğin CHP önderliğinin bütünüyle yanlış yönler gösteren haritalarına karşın- büyük şehirlerin halkları ve Kürtler içgörüleri, sezgileri, modern siyasal mücadeleler tarihinin kulaktan kulağa aktarılan yüz yıllık deneyim ve birikimleriyle ezberleri bozuyorlar. İnsanlık, kadınlık, emekçilik kültürleriyle, vicdan ve adalet duygularıyla, gelecek kuşakları için taşıdıkları kaygılarıyla, onursuz bir yaşamdan duydukları iğrentiyle, zulüm, ikiyüzlülük ve yalana besledikleri öfkeyle, din, inanç ve yaşam biçimi dayatmasına karşı hınçlarıyla, karşılarındaki iktidarın zafiyetlerine dair kestirimleriyle, siyasal hafızaya eşlik eden yaratıcılıklarıyla Erdoğan rejiminin hamlelerini oluşturdukları alışılmadık toplumsal bloklarla her seferinde boşa çıkartıyorlar. Bir sonraki hamle için umut dinamiğini işler halde tutuyor; faşist koalisyonu bir yıpratma savaşına tabi tutarak yoruyor ve hırpalıyorlar; zaman zaman duraksar görünseler, yorulsalar, bezseler de asla teslim olmuyorlar.
Yeni siyaset: İç içe geçen “Gezi” ve “Berxwedan” tarzları
“Başkanlık rejimi inşası” karşısındaki başlıca özne ve direnç odağı, siyasi hareketlere yol gösteren, onlara sahip olmadıkları ya da unuttukları yüksek hedefleri de, pragmatik ve kıvrak taktikleri, formülleri de, heyecanı, ısrarı ve direngenliği de taşıyan; her evde, her işyerinde, her buluşma noktasında kendini yeniden üreten kolektif zekâdır, ahlaktır, boyun eğmeme iradesidir. Evden eve, camiadan camiaya, aileden aileye, yöreden yöreye, mahalleden mahalleye, kendisini için için sürdüren ve yayılmaya devam eden “Gezi” ve “Berxwedan” tarzlarının bir bakıma kendiliğinden iç içe geçmiş halidir.
Yeni siyaset merkezleri bu zeminlerde oluşuyor. Güç açığımızı gidereceğimiz kaynak da burası. Bu zeminlerden geçerek tazelenmedikçe, bu ortak zekâ ve yaratıcılık kadar, bu topluluklar içinde vücut bulan sağduyudan, bu toplumsallıkta yeniden üreyen ethos ve zihniyetten de beslenmedikçe var olan politik güçlerin, siyasi mücadeleye yeni girdiler sağlamaları söz konusu olmayacak. Aklımızdan çıkartmayalım, bütün bu değerlerin yeniden üretimine itilim kazandıran önce HDK ve sonra HDP’nin, Türkiye ve Kürdistan’ın devrimci akımlarından, işçi sınıfı mücadelelerinden, kentsel direnişlerden, kadın hareketinden, anti-faşizmden, vicdani red ve sivil itaatsizlik inisiyatiflerinden, akademik muhalefetten, yeni toplumsal hareketlerden, vb. edindiği esini siyasetin diline tercüme ederek bu güç kaynaklarının kendi seslerinin yankısını işitmesini sağlamasıydı.
Şimdi HDP kendi yankısına kulak vermeli
Şimdi sıra bizde, şimdi sıra 2011’den bu yana geçen 8 yıl içinde siyasetten edinilen esini yeniden sosyal mücadelelere, Kürdistan’ın kent ve ilçelerindeki sömürgecilik karşıtı mukavemete, akademik muhalefete, güvencesiz emekçilerin mantar gibi üreyen direnişlerine, sanat, edebiyat ve sinemaya, sorumlu haberciliğe, sosyal medya mecralarına taşıyarak bir kere daha dönüştürmekte; bu yenilmezlik ruhunu ve dilini de yeniden siyasete tercüme etmekte. Bu alanı kucaklamak için harcanacak bilinçli ve sistematik çabalar, aslında seçim ittifakları çerçevesinde ruhlarımızı işgal eden eski dünyanın bencil hesaplarından bizi özgürleştirecek en etkili panzehir olacak.
Halkın feraseti: “Kürdistan’da kazanmak; Batı’da kaybettirmek”
“31 Mart seçimlerinde ne yapacağız” sorusu, sözü edilen iradeyi nasıl okuyacağız ve ondan ne öğreneceğiz sorusunun bir türevi olabildiği ölçüde anlamlıydı. Doğrusu, referandum ve 24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, halklarımız seçim gündemi oluşur oluşmaz bu soruya apaçık bir yanıt verdiler. HDP’nin seçim taktiği, parlak laf cambazlıklarını değil, halkın ferasetini yansıtan iki cümleden ibarettir ve dosdoğrudur: “Kürdistan’da kazanmak; Batı’da kaybettirmek.”
Yukarıdan beri çözümlemeye çalıştığımız iktidar mücadelesi bağlamında bu taktik, üçlü seçimler dizisinin son ayağında, diktatörlüğü tek ayak üzerinde bırakmak ve yeni bir meşruiyet denklemi oluşturmak açısından son derece elverişli bir seçenek sunuyor. Ancak özellikle CHP önderliğinin “AKP’ye kaybettirmek için gittikçe sağcılaşmak gerektiği”ne ilişkin yanılsaması ve devletetaparlık saplantısı dolayısıyla bir bölüm Kürt, Alevi ve solcu seçmenin 7 büyük kentte sandığa gitmekten imtina etmesi ihtimali yabana atılamaz. Bununla birlikte, CHP sözcülerinin siyasi söylemlerini siyasi gerçeklere uydurmalarını sağlamak da, “eli varmayan” seçmenin boykotçu bir yönelişle sonuçta apolitik bir tavra sürüklenmesini önlemek de bizim sorumluluğumuzdadır, bu seçimde yüksek siyaset, bu neticeye odaklanmış taktik ve tarzları bulup uygulama sanatından ibarettir.
“Üçüncü Kutup” bir taktik değil programatik bir sabit
Bu tarz-ı siyaset ihtiyacının, demokratik bir halk blokunun inşası görevinin yakıcılığı dolayısıyla 31 Mart seçimleri sonrası bakımından da geçerli olması HDP’nin varlık kaynağı olan üçüncü kutbun soluk bir hayal halinde siyaset müzesine kalktığını mı söylüyor bize? Böyle düşünenler, “üçüncü kutbun”, daha geniş bir ittifak veya blok ihtiyacı belirdiğinde geçerliğini yitiren bir taktik, zaman içinde bir başkasıyla ikame edilebilecek dönemsel bir “siyaset” veya öznel bir kategori olduğuna dair yanlış bir kavrayışa dayanıyorlar.
Oysa “üçüncü kutup” Türkiye ve Kürdistan’ın tarihsel ve toplumsal gelişmesinin nesnel-maddi gerçekliğinden doğan sınıf mücadeleleri ve sınıf mevzilenmesi içinde ezilenlerin durduğu yeri işaret eden bir tarihsel-politik belirlemedir. Bu konum Halkların Demokratik Kongresi Programı’nda şu şekilde ifade edilmiştir: “Türkiye’nin baskı ve sömürüye dayalı sistemi, egemenlerin iki ana siyasal akımı tarafından sürekli olarak yeniden üretilmekte, buna karşı mücadele eden tüm toplumsal direniş odakları ise baskı altında tutulmaya çalışılmaktadır. Ancak her dilden ve kültürden halklar ve ezilenler mevcut sistemin ömrünü uzatmak için birbiriyle yarışmakta olan bu iki akım arasından birini; egemenlerin dayattığı neoliberal ve anti-demokratik düzen içinde, Türk-İslam sentezci veya ulusalcı anlayışlardan birini tercih etmek zorunda değildir. Bizler, egemenlerin iki akımının dayattığına karşı ezilenlerin ve halkların komünal demokratik yaşamını egemen kılmanın mümkün ve gerçekçi olduğunu göstermek için bir aradayız.”[6] Aslında “üçüncü kutup” bu programın kendine özgü bir yönsemesinden çok çıkarlarını dile getirdiği bir tarihsel blokun ifadesidir.
İttifaklar, imtiyazsız, sınıfsız, kutupsuz birliktelikler yaratmaz
Bugün HDP’nin faşizme karşı mücadelede, ikinci kutbun kimi unsurlarıyla bir seçim işbirliği veya ittifak ilişkisine girmiş olması ve genel olarak anti-faşist mücadelenin seçimler ötesi gerekleriyle hareket etmesi, kendisinin bir ifadesi olduğu “üçüncü kutbun” artık hükmünü yitirdiği anlamına gelmez. Tam tersine, “üçüncü kutbun” faşizme karşı mücadelenin temelini olabildiğince ezilenlerin ortaklığına dayandırmayı hedefleyen bir bilinçle konjonktürün ve somut durumun gerektirdiği açılım ve esnemeleri göze aldığını, bunları görev saydığını ve bu çerçevede aynı zamanda risk üstlendiğini gösterir. “Üçüncü kutup” bir siyasal kategori olmadığı gibi, kendi başına ve dümdüz bir “üçüncü kutup siyaseti” diye bir hattıhareket de yoktur. Üçüncü kutup Türkiye ve Kürdistan ezilenlerinin toplumsal-tarihsel blokudur ve bu blok her somut durumun empoze ettiği farklı taktiklerle ve bir dizi dolayımla inşa ediliyor; edilecektir. Bugün ikinci blokun kimi unsurlarıyla siyasi işbirliği yapmak, kimilerini nötralize etmeye çalışmak bu güçlerin arkasındaki nesnel hakikatlere dair bilgimizin bulanıklaşmasına yol açmamalı. Koşullar, karmaşık ve çok yönlü siyaset ihtiyacının yol açtığı girift ilişkilere girmeyi gerektiriyor diye faşist diktatörlük tehdidi karşısında konumlanan toplumsal ve politik güçler sınıfsız ve imtiyazsız bir kitle haline gelmiyorlar. İttifaklar farkları ortadan kaldırmaz, hatta her gün yeniden üretir, şüphesiz aynı zamanda farklılıklara tahammül kabiliyetiyle birlikte.
Onların korkusu, halkların şenliği
Seçimler, siyasi hedeflerimizin gerçekleşmesinden çok, egemen güçlerin egemenliklerini sınırlandırmak, meşruiyetlerini yıpratmak ve kendi toplumsal meşruiyetimizi yeniden üretmek açısından önem taşıyor. Oylarımız, seçimlerle iktidarı elde etmeye ve dünyayı değiştirmeye yaradığı için değil, gücümüzü göstermeye ve düzen partilerinin gücünü dengelemeye yaradığı için değerli. Seçimler, bir performans ölçütü, boy gösterme mekânıdır. 7 Haziran’ın ardından tenimizde hissettiğimiz gibi, güç ve iktidar sahiplerinin seçim sonuçlarını beğenmediklerinde “sopa”yı ellerine almaya ve halkı cezalandırmaya girişmesi her zaman mümkündür. İktidar evet, gerçek güçler alanında kazanılır veya kaybedilir ama bir iktidara seçimleri kaybettirmek, onun gerçek güçler alanındaki mücadeleye büyük bir moral ve meşruiyet yitimiyle girmek zorunda kalması demektir ki, bu da tam tersine toplumsal muhalefetin tayin edici mücadelelere göreli moral üstünlükle girmesine, siyasete bir şenlik havası katmasına fırsat verir. HDP’nin seçim taktiğinden kuşku duyanlar dahi, iktidar sahiplerinin kaybetme olasılığı karşısında kapıldıkları derin korkuyu onların sözlerinde ve yüzlerinde gördükçe içlerinde bu şenliğe katılma isteğini duyacaklardır.
HDP bileşenleri, özgürlükçü, demokratik ve sosyalist güçler, 31 Mart seçimlerinde halklarımızın oylarını bu stratejik hedefe yönlendirmeyi ve 1 Nisan’a bir demokratik halk blokunun iklimini yaratarak, altyapısını döşeyerek ve ağlarını örerek girmeyi başardıkları nispette seçim sürecinden devrimci olmayan dönemde devrimci bir politika yürütmek bakımından azami yararı elde etmiş olarak çıkacaklardır. Böyle bir sonuç, “Kürdistan’da kazanmak; Batı’da kaybettirmek” hedefinin ileriye taşınmasının başlıca siyasal ve toplumsal güvencesi olacaktır.
[1] Kutsal Aile, Karl Marx ve Friedrich Engels
[2] Friedrich Engels’ten Königsberg’deki J. Bloch’a mektup 1890.
[3] Ertuğrul Özkök, Devlet Bahçeli’yle görüşme, Hürriyet Gazetesi, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/ertugrul-ozkok/devlet-bahceli-28-ayi-anlatiyor-dun-bugun-yarin-40985454
[4] Observation of the early presidential and parliamentary elections in Turkey (24 June 2018), Ms Olena SOTNYK, Ukraine, ALDE, http://assembly.coe.int/nw/xml/XRef/Xref-XML2HTML-en.asp?fileid=25031&lang=en (raporun bir Türkçe çevirisi için bkz. http://www.turkishlibrary.us/24-haziran-secim-sonuclari-hileli-dijital-yazilimla-isi-bitirdiler/) ve
Türkiye Cumhuriyeti Erken Cumhurbaşkanı ve Milletvekili Genel Seçimleri, 24 Haziran 2018, AGİT DKİHB Seçim Gözlem Heyeti Sonuç Raporu, https://www.osce.org/tr/odihr/elections/turkey/399938?download=true
[5] Forensic analysis of Turkish elections in 2017–2018, Peter Klimek, Raúl Jiménez, Manuel Hidalgo, Abraham Hinteregger, Stefan Thurner, October 5, 2018, https://doi.org/10.1371/journal.pone.0204975
[6] HDK Programı, https://www.halklarindemokratikkongresi.net/temelmetinler/program/50