“30 Ağustos Zafer Bayramı” Türk milli gururunun en başlıca referansını oluşturuyor. 30 Ağustos’tan başlayıp 9 Eylül 1922’ye uzanan askeri taarruz günleri “burada ve hala yaşıyor” olmamızın büyük gururu olarak taşınıyor. Minnet ve şükran gösterileri devlet katından toplumun tüm dokularına doğru yayılıyor. Oldukça başarılı; toplumun sağ ve solundaki geniş kesimlerine uzanan bir söylem bu. Bununla beraber sadece bir askeri tarih değil 30 Ağustos Zafer Bayramı. Aynı zamanda Türk milliyetçiliği ve ulusalcılığının hak, hukuk anlayışına dair önemli ipuçlarının verildiği, Türkiye’de mülk, parlamento, ve yargının üzerine inşa edildiği söylem ile de oldukça alakalı bir alan burası…
Peki ya ahali?
Nitekim bütün bu 30 Ağustos söylemlerin altında kaybolan birkaç mesele olarak şunları söyleyebilirim: 30 Ağustos Zafer Bayramı gayrimüslim ahali sorununa ne diyor? Yerleşik halkların temsili ve mülk sorununa, anayasa ve anayasacılık sorununa ne diyor? Biraz daha vurgulu sormamı isterseniz şunu da ekleyebilirim: Evler, bağlar, bahçeler, işyerleri, esnaflar, ustalar ve yörenin yerleşik halkları, yani Ege coğrafyasının sahici varlığı ve ruhuna dair ne söylüyor Zafer Bayramı?
Askeri zafer bütün bu farklı sorulara ilişkin üstü örtülü tek cevap veriyor: “Yunan işgaline karşı bir zafer”. “Şehit kanı ile kazanılmış bir ülke”, biraz daha politik bir karakter yüklersek “emperyalizme karşı bağımsızlık mücadelesinin zaferi”. Peki Yunan işgali ile Rum ve Ermeni ahali aynı politik anlama mı sahip? Kurmayların odalarına yekpare bir harita asma hakkı mı kazandırdı bu zafer? Mülkün, temsilin, hukukun ve yargının anahtarını askeri söyleme mi teslim etti bu zafer? O zamana kadar çeyrek asırdır üzerine kafa yorulan kamu, kamu hukuku ve anayasacılık tartışmaları nereye gitti?
30 Ağustos’un ‘anti-hukuk’u
İşte o kamusal birikim 30 Ağustos söyleminin içinde kayboldu. 1922’den geriye doğru en az 25 yıldır farklı halkların bir arada yaşama meselesi ve buna dair verilen politik cevaplar birdenbire unutuldu. Örneğin İzmir Barosu’nun kurucu başkanı Bekir Behlül daha 15 yıl öncesinde birlikte yaşama dair bir söylev vermişti İzmir Karşıyaka’da. Mustafa Suphi, Fransızcadan çevirdiği “ilmi içtimaiye nedir” kitabının girişinde federasyondan bahsetmişti. 30 Ağustos Zafer Bayramı’nın inşa edilmiş söylemi bütün bu soru ve sorunları artık tamamen önemsizleşmiş ve hatta çoktan çözümlenmiş sorunlar olarak geride bırakmayı öneriyor. Başka deyişle askeri işgal ile birlikte her şeyi askerileştirmeyi öne alıyor.
Ulusalcı tarih yazımı askeri tarih ile anayasal tarihi özdeş durumlar olarak okumuş ve okutmuştur. Yunanistan’a karşı askeri zafer ile gayrimüslim “ahali sorunu” aynı sorunmuş gibi görülür ve Rum ve Ermeni ahali böylece sadece askeri bir mesele haline gelir. Mülk, temsil ve hak bütün anlamını yitirir. Anayasa askeri garnizon yönetmeliğine dönüşür. Kısacası bu ikisinin (askeri olan ile anayasal olanın) aynı biçimde okunduğu, aynı şey sayıldığı yerde ne parlamento ne hukuk ne yargı olur ne anayasa ne de demokrasi…
‘Kurtarılan vatanı müteahhite vermek’
Oysa bir asırdır defalarca gördüğümüz üzere coğrafyayı sıradan birer mülk olarak görürseniz onları kolaylıkla müteahhite verirsiniz. Vatan değil arazi olur orası. Coğrafyaya sizin için makul bir kimlik biçmeye kalkarsanız en sonunda sıra herkese mutlaka gelir. Kürtler, Aleviler, Romanlar, vs. yerleşik insanların mülk, temsil ve hukuk taleplerini askeri zafer karşısında önemsiz bir mesele olarak görürseniz günü geldiğinde sizin de önemsiz hale geldiğiniz bir miras ile karşı karşıya kalırsınız…
Hak, hukuk, yargı, parlamento ve demokrasi üzerine daha ciddiyetle düşünmeye başlamamız gerekiyor. Aksi halde bütün bir toplumun ergenlere dönüştüğü ayinlerden kurtulmamız mümkün olmayacak.