Sevil KURDOĞLU yazdı: “… 25 Kasım’ın seçilmesinin nedeni ise 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde diktatör Trujillo’ya karşıtlıklarıyla bilinen üç kızkardeşin, Mirabel kardeşlerin diktatörün hedef göstermesiyle 25 Kasım 1960’ta vahşice öldürülmesiydi. Türkiye’de de 25 Kasım’larda yapılan yürüyüşlerle kadına yönelik şiddet protesto edilmekte, kadın cinayetlerinin durdurulması talebiyle çok sayıda kadın bu yürüyüşlere katılmaktadır.”
Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 1999 yılında kadına yönelik şiddete karşı toplumda farkındalık yaratmak amacıyla 25 Kasım gününü Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü İlan etti. 25 Kasım’ın seçilmesinin nedeni ise 1960 yılında Dominik Cumhuriyeti’nde diktatör Trujillo’ya karşıtlıklarıyla bilinen üç kızkardeşin, Mirabel kardeşlerin diktatörün hedef göstermesiyle 25 Kasım 1960’ta vahşice öldürülmesiydi. Türkiye’de de 25 Kasım’larda yapılan yürüyüşlerle kadına yönelik şiddet protesto edilmekte, kadın cinayetlerinin durdurulması talebiyle çok sayıda kadın bu yürüyüşlere katılmaktadır. Ancak, son iki yıldır İslamcı iktidar bu yürüyüşleri yasaklamakta, toplanan kadınları orantısız bir polis gücü ve şiddetiyle engellemektedir.
Kadına karşı kötü muamelenin ve kadın cinayetlerinin en önemli toplumsal nedeni toplumsal cinsiyet eşitsizliği. Yani kadınlar bütün toplumsal rollerde erkeklerden çok daha geride yer alıyorlar. Dünya ekonomik forumunun 2018’deki Cinsiyet Eşitliği Raporu’na göre Türkiye 149 ülke arasında 130. sırada yer alıyor.[1] Kadınlar üzerindeki sonuçları açısından eşitsizliğin en önemli olduğu alan ise çalışma hayatındaki cinsiyet eşitsizliği. Doğruluk Payı’nın [2] verilerine göre Haziran 2020’de 15 yaş üzeri nüfusta işgücüne katılım oranı erkeklerde %68’ken kadınlarda %32, istihdam oranı ise erkeklerde %58.9’ken kadınlarda %26,3. OECD ülkeleri içinde 15+ nüfus içinde kadınların işgücüne katılımında %34,4 ile Türkiye en düşük düzeyi temsil ediyor.[2] Türkiye’deki ekonomik krizin ne kadar derinleştiğini göz önüne alırsak bugün bu oranların kadınlar aleyhine daha da kötü duruma geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz.
Nitekim bu eşitsizlik kadına yönelik şiddette de kendisini gösteriyor. BBC Türkçe’nin Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün 28 Nisan 2021’deki raporundan [3] aktardığına göre Türkiye’de her 10 kadından 4’ü yaşamının bir döneminde şiddete maruz kalmaktadır. Yani %40’ı, bu çok yüksek bir rakam. Bunu daha da ayrıntılandırıyor rapor.
- -Çocuk yaşta evlenenler cinsel, fiziksel, duygusal olmak üzere şiddetin her türüne maruz kalıyor.
- -Boşanmış ve ayrı yaşayan kadınların %75’i fiziksel şiddet mağduru.
- -Kadınlar en çok birlikte oldukları eş veya erkekler tarafından cinsel, duygusal veya fiziksel şiddete uğruyor.
- -Eğitim arttıkça şiddet görme azalıyor. Hayatının herhangi bir döneminde fiziksel veya cinsel şiddet görme oranı İlkokul bitirmemiş olanlarda %43, ilkokul bitirmiş olanlarda %42, ortaokul bitirmiş olanlarda %32, lise bitirmiş olanlarda %27, lisans ve üzerinde ise %21.
Şüphesiz toplumda en büyük infial uyandıran şiddet öldüren şiddet, yani kadın cinayetleri. Kadın cinayetlerinin yıllar itibariyle sayısına dair farklı kaynaklar farklı sayılar veriyorlar. Kadın Cinayetlerini Durduracağız Platformu’nun verilerine göre 2010’dan 2019’a kadar toplam 3185 kadın öldürülmüş. [4] Farklı raporların, araştırmaların, istatistiklerin işaret ettiği şey Türkiye’de kadına yönelik hem genel olarak şiddetin hem de ölümle sonuçlanan şiddetin çok yüksek olduğu. Kadına yönelik şiddete karşı mücadele eden kadın örgütlerinin şiddetin kaynağı ve dolayısıyla nasıl karşı mücadele sürdürülebileceği, durdurulabileceği hakkında farklı görüşleri var.
Liberal feministler toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayan yasal iyileştirmelerle şiddetin azaltılacağı görüşündedirler. Dolayısıyla hem uluslararası bir sözleşme olan İstanbul Sözleşmesi’ni, hem de ona uygun olarak düzenlenmiş 6284’ü savunmaktadırlar. Toplumsal cinsiyet eşitliğini sağlayıcı bir dizi başka düzenlemeyi, örneğin çalışma hayatında eşitliği sağlayıcı kotaların uygulanmasını, nafaka vb. gibi bir dizi iyileştirmeyi savunmaktadırlar. Liberal kapitalist ülkelerdeki eşitliğe benzer uygulamaların Türkiye’de de olmasını talep etmektedirler. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin de kaynağı olan toplumsal eşitsizliğin kaynağını, toplumsal sınıflar arasındaki ekonomik ve siyasal ilişkilerde, yani kapitalist toplumun yapısal analizinde aramamaktadırlar. Üstyapısal reformlar ve düzenlemelerle yetinmektedirler.
Radikal feministler ise patriyarkaya karşı mücadeleyi öne çıkarmaktadırlar. Toplumsal cinsiyet eşitsizliği analizlerinde en önemli kavram da patriyarkadır. Patriyarka farklı toplumlar-üretim tarzlarıyla, toplumsal sınıflarla bağlantılı olmayan, bir grup olarak erkeklerin bir grup olarak kadınları ezdiği/baskı altında tuttuğu ve bundan yararlandığı bir sistemdir. Erkekler bu konumlarını kadın cinselliğini, ev-içi emeğini, ekonomik ve sosyal olanaklara erişimini kontrol ederek sürdürürler. Kadına karşı şiddet de bu kontrolün bir parçası olduğu için asıl olarak erkeklere karşı –‘erkek devlet’, ‘erkek yargı’- verilen bir mücadeledir. Dolayısıyla erkeklerden bağımsız olarak, farklı örgütlenmelerle yürütülmelidir. Radikal feministler de, İstanbul Sözleşmesi, 6284 gibi, kadınlara karşı kötü muamele ve şiddete karşı bütün yasal düzenlemelere etkin bir şekilde sahip çıkmaktadırlar. Aralarında patriyarkaya karşı mücadele ile kapitalizme karşı mücadeleyi birleştirme eğiliminde/düşüncesinde olanlar vardır. Ancak bunun kapitalizm ötesi bir toplum tasavvuruyla nasıl bir araya getirilebileceği oldukça zor.
Sosyalistler için toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin temelinde, toplumsal eşitsizlik ve kadınların eşit olmayan cins olması yatar. Toplumsal eşitsizlik ise özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla başlar. Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla insanlar arasındaki eşitliğin ortaya kalktığı antropoloji ve arkeolojideki çığır açıcı gelişmelerle bugün artık çok daha kesin olarak kanıtlanmıştır. Zaten sosyal sınıflar ve devlet de buradan ortaya çıkmışlardır. Yani asıl olan özel mülkiyettir. (Ömür boyu çalışıp barınmak amacıyla alınan ev değil buradaki mülkiyet, başkalarının emeğini sömürmenin ve sosyal kontrolü sağlamanın aracı olan, üretim araçları üzerindeki mülkiyettir.) Dolayısıyla, evet, toplumsal eşitliğin sağlanması, toplumsal bir cumhuriyet, kadınların özgürleşmesinin vazgeçilmez koşuludur. Aslında kadınlar için bu daha çok böyledir. Çünkü kadınları özgürleştirecek en önemli dönüşümler başka türlü sağlanamaz.[5] Ama bu, karikatürleştirilerek ifade edildiği gibi, mücadeleyi ‘sosyalist devrim sonrasına bırakmak’ anlamına hiç gelmez. Bu sermayenin egemenliğine karşı bugünden kadınların %99’u için vazgeçilmez olan taleplerle başlar: eşit işe eşit ücret, kaliteli devlet okulları, herkes için ücretsiz sağlık hakkı, kürtaj ve doğum kontrolü hizmeti, yaygın kreşler, ev içi bakımın sosyalleştirilmesi, konut hakkı, kadınların bütün işyeri örgütlenmelerinde eşit temsili ve ötesi. Ve tabii ki kadınlara karşı her türlü ayrımcılığa, kötü muameleye, şiddete kesin ve etkin bir şekilde karşı duracak bir merkezi otorite ve etrafında kümelenmiş bütün toplumsal/yerel/mahalle/işyeri örgütlenmeleri -bir toplumsal cumhuriyet.
[1] https://www.dw.com/tr/turkiye-cinsiyet-esitliğinde-130-sirada/a-46797381
[2] https://www.dogrulukpayi.com/bulten/turkiye-de-calisma-hayatinda-yasanan-cinsiyet-esitsizligi
[3] https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-56927855
[4] https://tr.wikipedia.org/wiki/Turkiye%27-kadin-cinayeti
[5] https://siyasihaber6.org/alexandra-kollontai-fikirleri-bugun-de-guncel