Ayşe GÜNAYSU yazdı: Biz Türkiye’nin “geri bıraktırılmışlığı”nı savunurduk. Geri bıraktıran da kim olacak, emperyalizmdi. Soykırımın yok ediciliğinin bu “geri bıraktırılmışlık”ta oynadığı rol ilgi alanımıza girmedi. Üstelik “geri bıraktırılmışlığı” yalnızca ekonomik bir olgu olarak gördük, onun sosyal, kültürel, ahlaki sonuçları “Bağımsız Türkiye” sloganının gölgesinde kaldı.
24 Nisan’da ne oldu?
24 Nisan, Ermeni Soykırımı’nın başlangıcı ve tüm dünyada Ermeni Soykırımı’nı anma günü olarak kabul edilir.
Bundan 106 yıl önce 24 Nisan 1915’de zamanın Osmanlı toplumunun sanat, edebiyat düşünce ve kültür dünyasının en üretken temsilcilerinin de aralarında bulunduğu 220 İstanbullu Ermeni gözaltına alındı.
Önce, merkez cezaevi olarak kullanılan Mehterhane’ye, yani bugün Türk İslam Eserleri Müzesi’nin bulunduğu Merkez Cezaevi’ne, ertesi gün Sarayburnu’na götürülerek orada kendilerini bekleyen bir gemiye bindirilip Haydarpaşa tren istasyonuna götürüldüler. Oradan da Anadolu’nun içlerine doğru yola çıkarıldılar. Bir grup Ayaş’a, bir grup Çankırı’ya götürüldü. Ayaş’a götürülen 70 kişiden 58’i, Çankırı’ya götürülen 150 kişiden 81’i öldürüldü.
Bu vahşet bununla sınırlı kalmadı. Dönemin yöneticileri olan İttihat ve Terakki Partisi ve onun tetikçi örgütü Teşkilat-ı Mahsusa aracılığı ve yerel halkın katılımıyla İzmit’ten Eskişehir’e, Kayseri’den Sivas’a, Erzurum’dan Van’a, tüm Anadolu’daki Ermeni varlığına, bütün tarihsel, kültürel, ekonomik ve sosyal dokusuyla birlikte son verildi.
Ermenilerin sadece canlarına kastedilmedi. Mallarına, mülklerine, paralarına, hatıralarına, tarihlerine el konuldu.
Bir uygarlık, binlerce yıllık anayurdundan tüm izleriyle birlikte silinip yok edildi.
Ancak bu süreçte Yukarı Mezopotamya’nın en eski halklarından Süryaniler ile Pontus ve Küçük Asya Rumları da soykırıma uğramışlardır. Bunun ne demek olduğunu görebilmek için şu kadar basit bir gerçeği görmek gerek: Yirminci yüzyıl başında bugünkü Türkiye’nin bulunduğu topraklarda her beş kişiden biri, yani nüfusun yüzde yirmisi gayrimüslimdi. Soykırım yaşanmamış olsaydı basit bir hesapla bugün 16-17 milyon gayrimüslim halkla birlikte yaşıyor olacaktık.
Osmanlı’nın gayrimüslim nüfusunun uğradığı soykırım, dünyanın en başarılı soykırım inkârı sistemine, kurumsallaşmış, tabana yayılmış inkâr gerçeğine rağmen neyse ki aşağı yukarı son 20 yıldır çok sayıda çalışmanın konusu oldu ve henüz çok dar sınırlar içinde olsa da giderek çoğalan bir kesim tarafından bilinir oldu.
Ama soykırımın iktisat tarihinin konusu olması gereken çok önemli bir yanına ilişkin hatırı sayılır bir çalışma yürütülmedi. Çok önemli dediğim yan, soykırımın başını gayrimüslimlerin çektiği yeni yeni filizlenmekte olan verimli bir ekonomik hayata, canlı bir ithalat ve ihracatı içeren ticari ilişkilere ve gelişmekte olan imalat sanayiine vurduğu ağır darbe, ekonomik gelişim sürecine bıçakla kesilmiş gibi son verilmesi.
Evet, çok büyük bir servetin, mal ve mülkün, paranın el değiştirilmesi hakkında önemli çalışmalar var. Yok edilen gayrimüslim toplumunun gasp edilen zenginliği üzerine yeterli olmasa da araştırmalar yayınlandı. Hacimli, derinlemesine, ayrıntılı iki çalışma ilk aklıma gelenler: Uğur Üngör ve Mehmet Polatel’in, maalesef henüz Türkçeye çevrilmemiş kitabı Confiscation and Destruction: The Young Turk Seizure of Armenian Property (El Koyma ve Yıkım: Jön Türklerin Ermeni Mallarını Gaspetmesi) ve Nevzat Onaran’ın iki kitabı: Osmanlı’da Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1914-1919) Emvâl-i Metrûke’nin Tasfiyesi -I ile Cumhuriyet’te Ermeni ve Rum Mallarının Türkleştirilmesi (1920-1930) Emvâl-i Metrûkenin Tasfiyesi – II (Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2013). Konuyla ilgili elime geçmemiş başka çalışmaların yazarlarından affımı dilerim.
Rum ve Ermenilerin mal varlıklarının devasa boyutlarda el değiştirmesi, soykırım coğrafyasının her yerinde yerel Müslüman eşrafla birlikte sivil ve askeri bürokratik elitlerin büyük bir zenginliğe el koyması elbette ekonomik panoramada büyük bir değişikliğe yol açtı. Örneğin henüz okuyamadığım Ümit Kurt’un İletişim yayınlarından çıkan Antep 1915 Soykırım ve Failler kitabı bu süreci Antep özelinde anlatıyor ve Antep’te mikro düzeyinde nasıl ekonomik, toplumsal, kültürel dönüşüme yol açtığını ortaya koyuyor. (Bkz. https://kronos34.news/tr/tarihci-umit-kurt-abi-ne-ermenisi-yahu-antepte-ermeni-mi-varmis-dedim-gitmisler-dedi/) Ancak ben burada bir ayrım yapıyor, zenginliğin el değiştirmesiyle, işlemekte olan ticaret ve imalat sanayiinin varlığına son verilmesinin, birbiriyle bağlantılı ama sonuçları bakımından farklı süreçler olduğunun altını çizmek istiyorum. Mal ve para el değiştirdi ama aynı anda işleyen çarklar durduruldu ve bu da üretim biçimleri ve üretim ilişkilerinin doğal gelişme süreci kesintiye uğrattı. Soykırım mevcut ekonomik gelişme potansiyeline son verdi.
Geri kalmışlığın, solda sevilen deyişle “geri bıraktırılmışlığın” birincil nedeni soykırım
Konunun bu can alıcı boyutu hâlâ çalışılmayı bekliyor: Prekapitalist üretim ilişkilerinden kapitalizme evrilme, ticaret burjuvazisinin sanayi burjuvazisine dönüşümüne, dolayısıyla hatırı sayılır bir işçi sınıfının oluşumuna giden yolculuğa, bu gelişmenin lokomotif gücü olan gayrimüslim ticaret ve sanayi erbabının yok edilmesi sonucunda bir anda son verilmesi, bürokrasinin hakim olduğu bir toplumsal yapının kuruluşu ve bunun sonuçları yeterli ilgiyi görmedi, görmüyor.
Geç Osmanlı Dönemi’nde yurtiçi ve uluslararası ticaret, hızla gelişen manifaktür üretim biçimi, işlikler, sigortacılık, çeşitli meslekler ve imalat sanayii çok büyük ölçüde gayrimüslimler tarafından yürütülüyordu. Çetin Altan’ın ruhu şâd olsun, “Türkler üretmemişler, hazineden geçinmişlerdir” derdi. Çok büyük bir bürokratik yapı ve bundan geçinen, devlet maaşıyla bürokrasiye bağlanmış bir Türk nüfus. Yeni yeni filizlenen sermaye birikimine bir anda son veren soykırım ülkenin sosyo-ekonomik gelişiminin uğradığı ani kesintinin sonuçları Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarına da damgasını vuracaktı.
Burada bir parantez açayım: Gayrimüslim toplumların batıyla yakın ilişkilerinin de rol oynadığı modernleşme, ekonomik canlanmayla birlikte büyük bir aydınlanmayı da beraberinde getirmişti. Bugün taşra olarak görülen Anadolu kentlerinde çok gelişkin bir Ermeni kültür ve sanat hayatı vardı mesela. Okullar, tiyatro salonları, onlarca günlük gazete, haftalık dergi, hatta mizah ve sağlık dergileri, tıkır tıkır işleyen matbaalar, evlerden yükselen piyano sesleri o dönemin Anadolu’sunun göze çarpan özelliğiydi.
İktisadi tarihin görmediği gerçek
Soykırımın kentsel, kırsal ve ulusal ekonomilerin dokusunu parçalaması, piyasa ilişkilerini yok etmesi ve yüzyıllar içinde oluşmuş ekonomik sistemleri kökünden söküp atması, böylece sosyo-ekonomik gelişmenin kesintiye uğraması tarihçilerin ve iktisadi tarihçilerin üzerinde durmadığı bir konu demiştim.
Günümüzün parlak tarihçisi Şevket Pamuk, Osmanlı’nın son döneminde ekonomik gelişmenin çekirdeğini oluşturan ticaret burjuvazisinin ve ticari mal üretiminin çok büyük bir bölümünün gayrimüslimler tarafından oluşturulduğu gerçeğinin tam da belirtilmesinin beklendiği bir zaman dilimini ele alan Osmanlı-Türkiye İktisadi Tarihi 1500-1914 kitabını özellikle bu amaçla elime aldım. Ama Pamuk konuya hiç değinmemiş.[1]
Benim rastladığım, bundan ilk kez, ilk baskısı 1989 yılında İletişim Yayınları tarafından yapılmış Çağlar Keyder’in Türkiye’de Devlet ve Sınıflar kitabı bahsetmiş. Çağlar Keyder, ülkenin prekapitalist evreden kapitalizme geçiş ve sanayi burjuvazinin doğuşuna yol açacak gelişim sürecine soykırımla vurulan darbeden, o da geçerken ve soykırım yerine “ülkeden çıkarılması” gibi yumuşacık bir söylemle söz etmiş. Ama yine de belli ki durumun gayet farkında. Kitabında Çağlar Keyder, ilk bölümlerinde Osmanlı’nın Birinci Dünya Savaşı arifesinde ticaretin ve ilk imalat işletmelerin başta İstanbul, İzmir gibi büyük şehirlerde ama aynı zamanda taşrada gayrimüslimlerin elinde olduğunu kısa geçişler halinde bahsediyor ve sonucu şöyle özetliyordu: “1914-24 arasında Rum ve Ermeniler’in ülkeden ayrılması ve çıkarılmasıyla, Osmanlı burjuvazisi iktisadi, siyasi ve ideolojik kazançlarını kaybetti. Müslüman burjuvazinin güçsüzlüğü, bürokrasinin iktidarını korumasını ve devlet merkezli bir sosyo-ekonomik dönüşümü kontrol etmeye ve yönlendirmeye girişmesini mümkün kıldı.”[2]
Tabii Çağlar Keyder’in 1914-24 arası olan biteni soykırım olarak adlandıramaması, “soykırım”dan vazgeçtim, tehcir ve benzeri bir şiddet yoluyla yok edilmeyi bile ağzına almaması, “ülkeden ayrılması ve çıkarılması” şeklinde formüle etmesi bahsettiğim dünyanın en başarılı soykırım inkârının bir sonucu olarak dönemin atmosferini çok güzel yansıtıyor. Üniversite eğitimini Amerika’da tamamlamış bir iktisat tarihçisi olarak Keyder’in soykırımdan habersiz olması düşünülemez. Bildiği bir gerçeği dile getirmekten bu derece dikkat ve itinayla kaçınması ne kadar çok şey anlatıyor!
Çağlar Keyder, kitabının başka bir yerinde konuya şu sözlerle değiniyor: “Taşra burjuvazisinin büyük kısmının ülkeden çıkarılması, burjuvazinin yarattığı ve desteklediği büyük kültürel kazançları silip süpürmüştü. Doğmakta olan sivil toplum henüz meyve vermeden boğulmuş bir kez daha devletin katı hakimiyetinin her şeyin üstüne çıkması tehlikesi baş göstermişti.[3] Çağlar Keyder’in burada “sivil toplum” derken, kitabını okuyanlar daha iyi anlayacaktır, özel sektörü ve Osmanlı’nın karmaşık, yaygın devlet aygıtı dışındaki sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik yapıları kast ediyor.
Burada bir parantez açmak istiyorum. Gelişip serpilmekte olan ticaret ve imalat burjuvazisinin özellikle Ermeniler ve Rumların elinde olduğu doğru ama Ermeni ve Rum nüfusun en büyük bölümü Küçük Asya ve Yukarı Mezopotamya’nın geniş kırsal alanlarda yaşayan köylülerdi. Ayrıca üretim tesislerinde kitleler halinde Rum ve Ermeni işçi çalışmaktaydı. Yani Türk toplumuna öğretilen zengin gayrimüslimler stereotipi bir yalandan ibarettir. Sınıfsal farklılıklar ve çatışmalar tüm diğer toplumlarda olduğu gibi onlar için de geçerliydi.
Parantezi kapayıp devam edelim. Evet, geç Osmanlı döneminde kırsal kesimde yaygın gayrimüslim nüfusunun yanında ticaret ve yeni gelişmekte olan manifaktür üretim biçimi Ermeni, Rum ve az da olsa, özellikle ithalat ve ihracatta Yahudilerin egemenliğindeydi.
Anadolu kentlerinde sanayi ve ticaret
Stefanos Yerasimos’un Milliyetler ve Sınırlar kitabında şu bilgiye rastlıyoruz: “[…] Toplam 11.000 kişilik nüfusunun 5.000’ini Rumların oluşturduğu Samsun kentinde belediye meclisinin yedi sandalyesinden altısı Rumlara aitti, ticaret odasının yönetim kurulunda 4 Rum, 3 Ermeni ve 1 Türk, ziraat meclisinde de 6 Rum ve 2 Türk üye vardı.”[4]
Soykırımın bir çırpıda yok ettiği, gelişip evrimleşmesine olanak tanımadığı gayrimüslimlerin üstlendiği sanayileşme sürecinin mikro ölçekteki somut bir örneğidir Samsun.
Bugün “taşra” kenti olarak görülen Sivas’a bakalım. Meclis-i Mebusan parlak üyesi, yazar, hukukçu, soykırımda kafası taşla ezilerek öldürülen o olağanüstü Ermeni aydın Krikor Zohrab, Ermeni meselesine dair Avrupa kamuoyunu bilgilendirmek için Marcel Leart müstear ismiyle soykırımdan iki yıl önce 2013’te yazdığı, Paris’te yayınlanan Ermeni Meselesi kitabında Sivas’taki ekonomik panoramayı şöyle anlatıyor. Uzun bir alıntı pahasına okumakta yarar var:
“Ermeni unsurunun Türk Ermenistan’ındaki iktisadi gücü hakkında bir fikir vermesi için, olabildiğince kesin bir şekilde saptayabildiğimiz, Sivas vilayetine ait ticaret ve sanayi istatistiklerini sunuyoruz (Ek M).
Sivas vilayeti, tabir caizse, altı vilayetin en az Ermeni olanıdır; gene de, vilayetin ticari ve sınai faaliyetinin tamamını, neredeyse sadece Ermenilere borçlu olduğu görülmektedir.
Ticaret: İthalatta 166 toptancı tüccarın 141’i Ermeni, 13’ü Türk, 12’si Rum’dur; ihracatta 150 tüccarın 127’si Ermeni, 23’ü Türk’tür. 37 banker ya da sermayedarın 32’si Ermeni, yalnızca 5’i Türk’tür. 9.800 esnaf ve zanaatkârın 6.800’ü Ermeni, yalnızca 2.550’si Türk, 450’si de farklı milletlerdendir.
Sanayi: Yerli sanayi de aynı tabloyu sunar.153 fabrika ve un değirmeninden 130’u Ermenilere, 20’si Türklere, 3’ü (halı fabrikası) yabancı ya da karma şirketlere aittir. Fabrika ve un değirmenlerin tamamının teknik personeli sadece Ermenilerden oluşmaktadır. Buralarda istihdam edilen işçilerin sayısı 17.700’i bulmakta ve bunların yaklaşık 14.000’ini Ermeniler, 3.500’ünü Türkler, 200’ünü de Rumlar ve diğerleri oluşturmaktadır.”[5]
İstanbul ve İzmir gibi ticaret merkezlerinin uzağında olan Sivas’ta serpilip gelişmekte olan ticaret ve sanayi hayatının rakamlarla dökümü böyledir. Böyledir soykırımın bir anda yok ettiği, yok etmeseydi, ülkenin diğer yerleriyle birlikte manifaktür düzeyindeki imalat sanayiini gelişmiş sanayi üretimine dönüştürecek, prekapitalist kalıntıları yok edip sanayi burjuvazisi yaratarak kapitalist gelişmenin ve büyüyen bir işçi sınıfının oluşumunu sağlayacak olan ekonomik çarklar.
Bir başka Anadolu kentine gidelim: Kayseri.
Osman Köker’in editörlüğünde Birzamanlar Yayıncılık tarafından yayımlanan Orlando Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla 100 Yıl Önce Ermeniler Kitabı şöyle bilgiler veriyor:
20. yüzyıl başında Kayseri şehrinin 50.000’i aşkın nüfusunun üçte biri kadarı Ermeniydi. Doğallıkla çok sayıda kasabası ve köyü olan Kayseri şehir merkezi 17. Yüzyıldan itibaren Amsterdam ve Venedik gibi pazarlarda dahi söz sahibi olan Ermeniler ticaret kadar üretimde de ileriydiler. 1856 gibi erken bir tarihte Hasırcıyan Kardeşler’in kurduğu tekstil fabrikasında 300 dokuma tezgâhı vardı. Dericilik, halıcılık, tekstil, kuyumculuk gibi işlerde ileri giden Kayserili Ermenilerin dokuduğu halı ve kumaşlar dış pazarlarda da alıcı buluyordu.
Kayseri Ermenileri arasından hayırseverliğiyle tanınmış zenginlerin yanı sıra birçok ünlü mimamr, doktor ve aydın yetişmişti. Şehrin kültürel hayatı çok gelişmiş olup Ermeni tiyatro grupları ve basını vardı.[6]
Öldürdüğü Ermenilerin hayat sigortalarına da göz diken devlet
Zamanın metropollerine uzak şehir ve kasabalarda gayrimüslim meslek erbabının lokomotif gücünü oluşturduğu, ne kadar canlı bir ekonomik hayatın olduğunu çok farklı bir yerden de öğreniyoruz: Hayat sigortaları. 20. yüzyılın başlarında batılı büyük sigorta şirketleri, zamanın Elazığ’ında, Merzifon’unda, Amasya’sında, Sivas’ında, Kayseri’sinde on binlerce Ermeniye hayat sigortası yaptırmıştı. Bu tablo kentli Ermeni toplumunun gelişmişlik düzeyinin bir yansıması.
Osmanlı devleti katlettiği Ermenilerin zamanında yaptırdığı değeri çok büyük boyutlara ulaşan bu hayat sigortalarına da göz dikmiş, bu paraların devlete ödenmesi için çeşitli düzeylerde resmi girişimlerde bulunmuştu. Bu tüyler ürpertici gerçek, ilk olarak zamanın İstanbul’daki Amerikan Büyükelçisi Henry Morgenthau’nın anılarında karşımıza çıkıyor. Morgenthau, Talat Paşa’yla arasında geçen konuşmayı şöyle anlatır: “Bir gün Talat belki de o zamana kadar duyduğum en şaşırtıcı istekte bulundu. The New York Life Insurance şirketi ve Equitable Life of New York yıllardan beri Ermeniler arasında yürüttüğü faaliyet oldukça büyük bir iş hacmine ulaşmıştı. Bu kadar çok insanın hayat sigortası yaptırması bu insanların para yönetimindeki başarılarının bir başka göstergesiydi. ‘Keşke,’ dedi Talat, ‘Amerikan hayat sigortası şirketlerini, Ermeni poliçe sahiplerinin tam listesini bize göndermeye ikna edebilseniz. Bu insanların hemen hepsi şu anda ölmüş durumda ve bu paraları alacak mirasçıları da kalmadı. Dolayısıyla bu paraların devlete intikal etmesi gerek. Şu anda devlet hak sahibi konumunda. Bunu bizim için yapar mısınız?’ Bu kadarı çok fazlaydı. Çileden çıktım. ‘Benden asla böyle bir liste alamazsınız’ diyerek ayağa kalktım ve odayı terk ettim.”[7]
Talat Paşa ile Morgenthau arasında böyle bir konuşma geçtiğini, kitabın ilk baskısının yayınlandığı 1918’den bu yana bilen biliyordu da, konunun ayrıntılarının gözler önüne serilmesi için 1990 yılının beklenmesi gerekti.
75 yıl gizli tutulmuş arşivlerin bize anlattıkları
Amerikan Ulusal Arşivleri, bu konuyla ilgili dosyaların üzerindeki gizlilik kısıtlamasını 1990 yılında kaldırdı. 75 yıldır gizli tutulan bu kayıtlara erişim izni verildiğinde çok ilginç belgelerle karşılaşıldı.[8] Daha ilk araştırmada, 1922’de New York Life Insurance şirketinin Lozan’da İtilaf devletleri ile Türkiye arasındaki barış görüşmeleri devam ederken ABD Dışişleri Bakanlığı’na, Fransız La Compagnie L’union şirketinin Fransız Dışişleri Bakanlığına yazdıkları mektuplarda, ölümlerin Osmanlı İmparatorluğu’nda gerçekleşen kitlesel katliamlardan kaynaklandığını, dolayısıyla sorumluluğun Osmanlı İmparatorluğu’nda olduğu, bu yüzden tazminatların Türkiye’ye ödetilmesi şartının Lozan Anlaşması’na dahil edilmesini talep eden mektuplar ve eklerindeki ayrıntılı belgeler ortaya çıktı. Ama mesela, daha da önemlisi, Osmanlı hükümetinin daha tehcir ve katliamlar sürerken 1916 yılında Dahiliye Nezareti’nin talimatı ve Ticaret ve Ziraat Nezareti’nin girişimiyle, ABD hükümetinden ve batılı sigorta şirketlerinden poliçe sahiplerinin ölüm tazminatlarının Osmanlı devletine ödenmesini sağlamak amacıyla isim listelerini resmen talep eden mektupları, Morgenthau’nun tanıklığını doğrulayan, aklın zor alacağı bir gerçeğin kanıtlarını ortaya çıkardı: Kendi vatandaşlarını ölüme gönderen, onların ölümünden sorumlu olan devlet, bir yandan onları yalnızca “tehcir” ettiğini, bir yerden alıp başka bir yere yerleştirdiğini iddia ederken, aynı anda, onların “ölmüş kabul edilmesi gerektiğini ve varislerinin bile kalmadığını” iddia ediyor, bu gerekçeyle ölümlerinden ve varislerine ödenmesi gereken doğan parasal haklarına el koymak istiyordu.
Son söz niyetine
Başa dönelim: Benim neslim iyi bilir. Biz Türkiye’nin “geri bıraktırılmışlığı”nı savunurduk. Geri bıraktıran da kim olacak, emperyalizmdi. Meselenin çok-boyutluluğunu, çok-katmanlılığını göremedik. Soykırımın yok ediciliğinin bu “geri bıraktırılmışlık”ta oynadığı rol ilgi alanımıza girmedi. Üstelik “geri bıraktırılmışlığı” yalnızca ekonomik bir olgu olarak gördük, onun sosyal, kültürel, ahlaki sonuçları “Bağımsız Türkiye” sloganının gölgesinde kaldı. Türk milliyetçiliği, kurumsal ve toplumsal ırkçılık, yabancı düşmanlığı, soyağacımızın gerilerindeki aile büyüklerimizin soykırımın neresinde durduğu kaygısı, üyesi olduğumuz çoğunluk toplumunun soykırımın inkârında oynadığı aktif rol o dönemin biz sosyalistlerinin konusu bile olmadı. Hatta bugün bile sosyalist literatür canlı bir ekonomik yapının, büyümekte olan imalat sanayiinin, sanayi burjuvazisine dönüşme potansiyeli sergileyen ticaret burjuvazinin başını çektiği üretim ilişkilerindeki gelişmeye soykırımla nasıl son verildiğine Çağlar Keyder kadar bile yer vermemeye devam ediyor. Ekonomik boyutun birçok diğer veçhelerinin yanı sıra işin bu yanı da araştırılmayı ve tartışılmayı bekliyor.
[1] Şevket Pamuk, Osmanlı-Türkiye İktisadı Tarihi 1500-1914, İletişim Yayınları, 12. Baskı 2019, İstanbul
[2] Çağlar Keyder, Türkiye’de Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları, İstanbul, s. 10.
[3] a.g.e, s. 67.
[4] Hırisanos Samuilidis, Mavri Thalassa, Khroniko Apo tin Traghodia tou Pontos, Atina, 1910, s.10. Aktaran Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar – Balkanlar, Kafkasya ve Orta Doğu, Çeviren Şirin Tekeli, İletişim Yayınları Birinci Baskı 1994, İstanbul, s.354
[5] Marcel Léart (Krikor Zohrab), Belgelerin Işığında Ermeni Meselesi, Çev. Renan Akman, İletişim Yayınları, İstanbul, 2015 , s.55.
[6] Osman Köker (Ed.) Orlando Calumeno Koleksiyonu’ndan Kartpostallarla 100 Yıl Önce Ermeniler, Birzamanlar Yayıncılık, 2. Baskı 2008, İstanbul, s.149.
[7] Henry Morgenthau, Ambassador Morgenthau’s Story, Gomidas Institute, Londra, 2000, s.225.
[8] Hrayr S. Karagueuzian, Unclaimed Life Insurance Policies in the Aftermath of the Armenian Genocide, Armenian Forum Studies 2, No.2, s. 1-55, © Gomidas Institute, 2000. Internetten izini bulup peşine düştüğüm, elektronik ortama aktarılmamış olan bu makaleyi bana ulaştıran Londra’daki Gomidas Enstitüsü’ne teşekkürler.