Sevgili Mustafa Kâhya’nın anısına,
Bu bağlamda artık kalıcı bir durgunluğa dönüşmüş olan kapitalist krizin, militarizmin uluslar arası çapta yükselmesinin ve otoriterleşmeye yönelmedeki artışın bir arada görülmesi tesadüf değildir.
Bu üçlü arasındaki diyalektik bağı açıklamaya dönük yazı dizimiz üç kısımdan oluşuyor. Birinci kısımda küresel ekonomik durgunluğun boyutları ve geldiği nokta çözümlenirken, ikinci kısımda uluslar arası gerilim, bölünmeler ve otoriterleşme yönelimi ve üçüncü kısımda bu gelişmelerin içinde Türkiye ekonomisinin durumu ve bunun bütçedeki kaynakların dağılımı üzerindeki yansımaları ele alınmaktadır.
2008 yılında patlak veren kapitalist kriz, dünyada, özellikle de bazı büyük ekonomilerde, hızla bir ‘Büyük Resesyon’a, kamu ve özel sektör borç krizlerine ve beraberinde de sosyal ve politik krizlere dönüştü. Öyle ki Avrupa’nın sahillerine kadar ulaştı. Şu an itibariyle Avro bölgesi krizi çözülemiyor, tam tersine giderek derinleşerek yayılıyor, çok daha fazla ülkeyi etkiliyor. Bu gelişmelerin sonucunda bölgenin Kuzeyi ve Güneyi arasındaki farklılıklar daha da arttı ve Güney ülkeleri ekonomik açıdan önemli kayıplara uğradı.
Siyasal açıdan Avrupa’nın bütünleşmesinin geleceği ile ilgili umutsuzluklar da artmaya başladı. Öyle ki Avrupa Para Birliği’nin (EMU) artık işlevsiz olduğundan hareketle bazı senaryolar üretilmiş durumda. Örneğin avro bölgesinin Merkez ve Çevre ülkeleri olarak ayrışarak ikili bir yapıda varlığını sürdüreceği, tam bir çözülme yaşanarak Birliğin bundan böyle sadece tek bir pazar olarak devam edebileceği ve Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İtalya gibi ülkelerin avro bölgesini terk edecekleri (bunların içinde en gerçekçisi) senaryoları konuşuluyor[1].
Yaklaşık yedi yıldır onlarca trilyon dolarlık banka ve şirket kurtarması yapılmış, ‘miktarsal kolaylaştırma’ adı altında finansal kuruluşlara devasa miktarda nakit aktarılmış, reel yatırımları teşvik etmek ve ekonomide canlılık sağlamak gerekçesiyle neredeyse sıfıra yakın faiz politikası ve çok büyük çaplı kamusal alt ve üst yapı harcaması biçimindeki maliye politikaları uygulanmış olsa da bunların gerçekte işe yaramadığı ortaya çıktı.
Dünya ekonomisi: Düşük viteste yola devam…
OECD, Kasım ayında Avustralya’da yapılacak olan G-20 toplantısı öncesinde dünya ekonomisi ile ilgili beklentilerini açıkladı[2]. Buna göre, küresel hâsıla bu yıl yüzde 3,3, gelecek yıl yüzde 3,7 ve 2016 yılında yüzde 3,9 büyüyebilecek. Bu oranlar gerçekleşse dahi kriz öncesi düzeylere erişilmiş olmayacak. Erişilmesi şüpheli bu büyüme hızları, ancak ABD’nin bu yıl yüzde 2,2 ve gelecek iki yıl ise sırasıyla yüzde 3,1 ve yüzde 3 oranında büyüyebilmesiyle gerçekleşebilecek. OECD’ye göre Avrupa ve Japonya bu dönemde yüzde 1 büyürlerse şanslı sayılacaklar.
OECD Genel Sekreteri Gurra’nın açıklamalarına göre dünyanın büyük ekonomilerinin çoğunluğunun büyüme performansları hayal kırıcı. Bu nedenle de bir kez daha altı ay öncesindeki büyüme tahminleri yarım puana yakın düşürüldü. Bunun nedeni küresel yatırımların, yatırım kredilerinin ve uluslar arası ticaretin son derece cansız ve iştahsız olması. Bu da küresel toparlanmayı çok cılız bir o kadar da eşitsiz bir hale dönüştürüyor[3].
Ayrıca toparlanmayı yavaşlatacak olan riskler mevcut. Bunlar; avro bölgesindeki durgunluğun kalıcı hale gelmesi, büyük ülkelerin uyguladığı farklı para politikalarının yükselen ülkelerde yaratacağı finansal kırılganlıklar (örneğin Fed’in muslukları sıkma politikası) ve gelişmiş ülkelerdeki yüksek borç düzeyi ve kredi artış hızı gibi riskler. Bu riskler gerçekleştiğinde potansiyel büyüme hızları daha da düşecek[4].
ABD ekonomisi: Askeri harcamalardaki artışlarla büyüyor, ancak yeni bir resesyon kaçınılmaz görünüyor!
Küresel kapitalist sistemin temel sürükleyicilerinden biri olan ABD ekonomisinin büyümesi 2013 yılında ortalama yüzde 2’ye kadar gerilerken[5], bu yılın ilk çeyreğinde ekonominin yüzde 2,9 oranında bir daralma yaşadığı açıklandı. Böyle bir daralma, toparlanmanın başladığı yıl olarak kabul edilen 2009 yılından bu yana görülen en derin daralma olduğundan, bu gelişme hem dünyanın bu en büyük ekonomisinin yeni bir resesyona girdiği yönündeki tartışmaları yeniden başlattı, hem de küresel kapitalizmin geleceği ile ilgili endişeleri artırdı. Çünkü ekonomideki bu küçülme 2001yılında başlayan resesyon sürecinin tamamında yaşanmış olandan ve 1970 resesyonundaki küçülmeden çok daha büyük boyutta idi[6].
Geçen hafta açıklanan yeni büyüme verilerine göre ise, ABD ekonomisi ilk çeyrekteki bu küçülmenin ardından, ikinci çeyrekte yüzde 4,6 ve üçüncü çeyrekte yüzde 3,5 büyümüş durumda. Ama büyümenin dinamiklerine bakıldığında bu olumlu tablo olumsuza dönüşüyor. Zira üçüncü çeyrek büyümesinin temel sağlayıcıları kamu harcamalarındaki ve ihracattaki artışlar. Örneğin özel tüketimin büyümeye puansal katkısı ikinci çeyrekten üçüncüye, yüzde 1.75 puandan yüzde 1.22 puana düştü. Asıl düşüş ise özel yatırım harcamalarında görülüyor. Bu harcamalar yüzde 1.45 puandan yüzde 0.74’e geriliyor (yani büyüme içindeki payları yüzde 32’den yüzde 21’e geriledi). Özel yatırımların GSYH içindeki payı kriz öncesindeki düzeye hala geri dönemedi. Şirket kârları ya nakitte tutuldu, ya hissedarlara yapılan kâr payları ödemelerinin artması biçiminde dağıtıldı ya da şirket hisselerinin değerinin yükseltilmesi için hisse geri alımı biçiminde değerlendirildi. Yeni fabrika ve teknoloji yatırımına pek rastlanılmadı. İhracat artışının yanı sıra, kamu harcamaları içinde belirgin katkıyı askeri harcamalardaki artışın (üçe katlanmış durumda) sağlaması son dönem ABD’nin militarizme yönelimindeki artışı da gösteriyor[7].
Ekonomisinin yüzde 70’inin özel tüketime dayalı olduğu bir ülkede, perakende satışların Ağustos ayından bu yana düşüyor olması ve özel yatırımların da, beklendiği gibi, buna paralel bir biçimde giderek azalması, hem büyümenin ana kaynağı olan karlılığın giderek düşmekte olduğunu, dolayısıyla da ufukta yeni bir krizin belirmekte olduğunu, hem de bir süredir sözü edilen, cılız da olsa, ekonomik toparlanmanın sona ermekte olduğunu ifade ediyor.
Çünkü ABD özel sektör yatırımları ile reel GSYH büyümesi arasında yüksek bir korelasyon mevcut. Yatırım yapıldığında büyüme gerçekleşiyor ve yatırımlar da kârı izliyor. Kârlar aşağıya döndüğünde, bir yıl kadar sonra yatırımlar ciddi biçimde azalıyor, kârlar yükseldiğinde ise bir yıl içinde yatırımlar onu izleyerek artıyor. ABD’de bu yıl belirgin bir biçimde kârlılık azalıyor. Dolayısıyla da 2015 ortalarına doğru bu gelişme kendini yatırımlarda düşüş biçiminde gösterecektir. Yatırımlar GSYH büyümesi ile yakından ilişkili olduğundan bir yıl içinde resesyon riski oldukça yüksek gözüküyor. Böyle olduğunda ekonomi geri vitese takabilir[8].
ABD’li bazı iktisatçılar da bu görüşü paylaşıyorlar ve 2014 yılında, ABD ekonomisinin en iyi ihtimalle yüzde 2 oranında büyüyebileceğini ve resesyonun, resmi görüşün dışına çıkılarak doğru bir biçimde, resesyon öncesine ait, örneğin, GSYH, ihracat, perakende satışlar, istihdam, sınai üretim gibi temel ekonomik göstergelerin düzeyini yakalayamama durumu olarak tanımlanması halinde, ekonominin yeni bir resesyonun içine sürüklenmekte olduğunu ileri sürüyorlar[9].
Avrupa: Deflasyonist süreç ve üçüncü dip resesyon ya da seküler stagnasyon…
Krizin en derinden etkilediği bölge kuşkusuz Avrupa ve özellikle de avro bölgesi adı verilen ve 18 ülkeden oluşan bir bölge. Çünkü bölgedeki ekonomik durum giderek kötüleşiyor ve bu gelişme bir “üçüncü dip resesyon” ya da “seküler stagnasyon” olarak tanımlanıyor.
Bu durumu öncelikle, avro bölgesinin bütününe ait ekonomik büyüme verilerinden görebilmek mümkün.
Eurostat’ın yeni GSYH hesaplama yöntemi ile Avro bölgesi 2014 yılının ikinci çeyreğinde yüzde 0,1 büyümüş görünüyor (eski hesaplama altında sıfırdı). Bu çok düşük bir büyüme hızıdır. Böyle sıfıra yakın bir büyümenin ana nedeni, bu çeyrekte, bölgenin üç büyük ülkesinin ekonomilerinin, sırasıyla Almanya ve İtalya’nın yüzde 0,2 oranında daralması ve Fransa’daki büyüme oranının ise sabit kalması. Yani avro bölgesi GSYH’si 2007 düzeyini hala yakalayamadı. İkinci olarak bölgenin bir bütün olarak sınaî üretimi düşüş içinde. Öyle ki Ağustos 213 ile kıyaslandığında sınai üretim bu yılın Ağustos ayında AB-28 ülkelerinde ortalama yüzde 0,8 ve avro bölgesinde yüzde 1,9 düştü[10]. Böylece sınaî üretim düzeyi dört yıl öncesi düzeyin bile gerisine düştü[11].
Avrupa’daki durgunluk AB Komisyonu’nun son raporu[12] ile de teyit edildi. Komisyon, Avrupa’da bu yılın bütününde büyümenin yüzde 1,3 ve avro bölgesinde yüzde 0,8 olmasını öngörüyor. 2015’te rakamlar sırasıyla yüzde 1,5 ve 1,1 ve 2016 yılı için yüzde 2,0 ve 1,7 olacak. Fakat Komisyon’un daha önceki öngörülerini sıklıkla aşağıya doğru revize ettiği hatırlandığında bu öngörülerin gerçekleşmemesi hayli muhtemeldir.
Bu durum başka göstergelere de yansımış durumda. Örneğin bu yılın Haziran ayındaki tüketim harcamalarındaki gelişmeyi gösteren PMI Endeksi beklenen düzeyin altında kaldı, Ekim ayında FTSE Eurofirst Endeksi bir günde yüzde 3 değer kaybederken, anahtar endeks Eylül ayından bu yana yüzde 11 geriledi[13]. ZEW’in tüm avro bölgesi için hazırlamış olduğu göstergelerde de bir kötüleşme söz konusu. Ekim’de bu gösterge 10,1 puan düşerek değer 4,12’ye kadar geriledi. “Mevcut Ekonomik Durum Göstergesi” 13,0 puan düşerek eksi 56,8 oldu[14]. OECD verilerine göre kişi başına düşen hem yatırım hem de tüketimde 2011 yılından bu yana bir düşüş var. 2005 yılında 100 olan endeksin değeri 2014 yılında yatırım malları üretiminde 95’e ve tüketimde 97’ye düştü[15].
Hem yatırım hem de tüketim malları üretiminin ve bunlara olan talebin gerilemesi kuşkusuz bazı temel sınaî ürün ve gıda maddelerinin fiyatlarının da dünya çapında düşmesine neden oldu, bu da özellikle Avrupa’da deflasyonist gidişi hızlandırdı.
Öyle ki son aylarda Brent ham petrolünün fiyatı yüzde 28 ve demir cevheri fiyatı yüzde 40, Bloomberg sınaî metal endeksi yüzde 37, altın fiyatları 2011 fiyatlarına göre yüzde 38, keza temel gıda maddeleri mısır (Haziran ayına göre) yüzde 22, hububat yüzde 16, soya fasulyesi yüzde 28 (son dört yılın en düşüğü) düştü[16].
Avro bölgesi krizi ‘Kapitalizmin Eşitsiz Gelişimi Yasası’nı doğruluyor. Çünkü böyle bir eşitsiz gelişim bölgenin Merkez ve Çevre olarak farklılaşmasına ve bu da yapısal çarpıklıkların ortaya çıkmasına neden oldu. Bu çarpıklıklar özellikle avroya geçişten sonra daha da arttı ve bugünkü krizi hazırlayan ana nedenlerden biri oldu. Yani,1980’lerden bu yana, özellikle de 1999 yılında ortak paraya geçişten bu yana, avro bölgesinde sistemik makroekonomik dengesizlikler ortaya çıktı.
Böylece Almanya’nın başını çektiği cari fazlaya sahip “Merkez Ülkeler Bloğu” ile Fransa’nın başını çektiği cari açığa sahip “Çevre Ülkeler Bloğu” şeklinde bir ayrışma görüldü. Başta Almanya olmak üzere Merkez ülkeleri hem teknolojik üstünlükleri hem de emek gücü maliyetlerini baskılayarak ihracat konusunda ciddi bir rekabet üstünlüğü sağladılar. Rekabet gücünü yitiren Çevre ülkeleri çok yüksek cari açıklarla karşı karşıya kaldılar ve büyümelerini bu fazla sahibi ülkelerden yaptıkları ithalatlar, sağladıkları sıcak para ve spekülatif yatırımlardan oluşan balonlarla gerçekleştirdiler. Ancak cari açıklarının giderek artan boyutlara ulaşmasıyla Yunanistan, İrlanda, Portekiz ve İspanya gibi Güney’in bu zayıf ülkelerinde hem kamu borç stokları hem de özel sektör dış borç stokları sürdürülemez boyutlara ulaştı, işsizlik ve bütçe açıkları görülmemiş düzeyde arttı, büyüme oranları ve enflasyon hızla düştü.
Bir başka anlatımla rekabet gücünü yitiren Çevre ülkeleri cari açık, Almanya gibi rekabetçi ülkeler cari fazla verdiler. Avro’ ya geçişle Almanya’nın cari fazlası daha da arttı. Güçlü Almanya oyunun kurallarını tek başına belirlemeye başladı. Bu durum başta Fransa ve ABD olmak üzere bölgenin içinden ve dışından diğer egemen devletlerle olan çatışmayı da artırdı.
Eurostat’n son verileri bu tespitleri doğruluyor. Buna göre avro bölgesinin Güneyinde yer alan İspanya, Portekiz, İrlanda ve İtalya’daki GSYH düzeyi, kriz öncesi düzeyin yüzde 7 ve Yunanistan’da ise yüzde 25 düzeyinde daha düşük seyrediyor. Yunanistan’daki resmi işsizlik yüzde 26, İspanya’da yüzde 25, Portekiz’de yüzde 14, İtalya’da yüzde 12,3 ve İrlanda’da yüzde 11’in üzerinde. Kamu borç stokları ise Yunanistan’da 2009’da yüzde 127’den 2013’te yüzde 175’e, İspanya’da yüzde 53’ten yüzde 92’ye, İrlanda’da yüzde 62’den yüzde 123’e ve Portekiz’de yüzde 84’ten yüzde128’e çıktı[17]. İşsizlik tahammül edilemez düzeylerdeyken, bölgede reel ücretler ya sabit seyretmekte ya da düşmekte, yeterince yeni istihdam yaratılamıyor.
Almanya: Ekonomik durgunluk ve emperyal amaçlar iç içe…
Avro bölgesi ülkeleri içinde yer alan ve dünyanın en güçlü sınaî ürün üreticisi ve ihracatçısı konumundaki ülkelerinin başında gelen Almanya’nın krizden bu yana ilk kez ciddi bir daralmanın içine girmesi kötü durumun sadece Güneydeki ülkelerle sınırlı olmadığını, giderek yaygınlaştığını da ortaya koyuyor.
Almanya avro bölgesi ihracatının motoru konumunda bir ülke. Bu nedenle de bu ülkenin ihracatındaki gerileme avro bölgesi resesyonunun da nedenlerinden biri oluşturuyor. Almanya’da Ağustos 2014’te ihracat yüzde 5,8 ve sınaî üretim endeksi Temmuz-Ağustos aylarında yüzde 4,3 düştü. Bu öngörülenden üç kat fazla bir düşüştür. Keza Alman “Yatırımcı Güven Endeksi” (ZEW) 10 ay üst üste (şu anda -3,6 puanda)[18] ve “İş Yapma İklimi Endeksi” (IFO)[19] beş ay üst üste geriledi. ZEW’in finans piyasası uzmanlarına göre orta vadede Almanya’nın iktisadi durumu daha da kötüleşecek. Avro bölgesinin bazı kesimlerindeki jeo politik gerilim ve güçsüz ekonomik büyüme kalıcı belirsizliğin ana kaynağını oluşturuyor, bu da piyasaların endişesini artırıyor.
Sınaî üretim ve ihracat verilerindeki bu kötüleşmenin bir sonucu olarak Almanya, 2014 yılı bütüncül büyümesini yüzde 1,8’den yüzde 1,2’ye, 2015 için ise yüzde 2’den yüzde 1,3’e düşürürken, IMF de paralel bir biçimde, Almanya için büyüme tahminlerini 2014 için yüzde 1,9’dan yüzde 1,4’e ve 2015 için yüzde 1,7’den yüzde 1,5’e çekti[20]. OECD’nin öngörüsü ise 2015 için yüzde 1,1 ve 2015 için yüzde 1,8[21].
Kısaca Avrupa’nın bu en büyük ve en güçlü sanayi ve ihracat tabanına sahip bulunan ekonomisi de giderek daralıyor, fabrikalara verilen siparişler ve ihracatlar azalıyor ve enflasyon oranı sadece yüzde 0,8’de kalarak bu durgunluğu pekiştiriyor ve ekonomiyi deflasyonist bir sürece doğru sürüklüyor. Bu da yaşanmakta olan krizin konjonktürel bir aşağıya doğru inişten, bir iş döngüsünden, bir çalkantıdan çok daha öte, ekonomideki sermaye birikim sürecindeki temel bir kırılma olduğunu ortaya koyuyor.
Benzer gelişmeler diğer Avrupa ülkelerinde de yaşandığından The Economist Dergisi (Ekim 25-31 sayısında) dünyanın en büyük sorununun avro bölgesindeki deflasyona gidiş sürecinin hızlanması olduğunun altını çizdi.
Asya Pasifik Bölgesi: Hem kriz hem de bölgesel güçler arasındaki çatışmaların odaklarından biri!
Gelişmiş Avrupa bölgesi ekonomilerinde yaşanan deflasyon ve düşük enflasyon ciddi bir endişe kaynağı oluştururken, Japonya’da umut bağlanan Abenomics’in artık pilinin bittiği yaygın olarak kabul ediliyor.
Yeni bir iktisadi çıkışın bel bağlandığı ve kendilerine bu nedenle de ‘yükselen ekonomiler’ adı da verilen bazı azgelişmiş ülkelerin küresel ekonomik büyümedeki payları ise yüzde 1,5 puan geriledi. Paralel bir biçimde dünya ticareti yavaşlıyor. 2014 yılının ilk yarısında bu yavaşlama iyice belirginleşti.
Çin ekonomisindeki büyüme sadece hız kesmekle kalmadı, bu ülkede sert bir çakılmanın işaretleri de mevcut. Zira dünyanın bu en büyük ikinci ekonomisinin 2008’den bu yana büyümesinin en önemli kaynağını oluşturan gayrimenkul piyasası inişe geçmiş durumda. Yatırımlar azaldı ve bunun neden olacağı bir finansal istikrarsızlık tehlikesi yatırımcıları korkutuyor.
Yeni bir finansal kriz geliyor!
Küresel kapitalizmin bu iki büyük bölgesindeki ekonomik daralma, başta Fed olmak üzere birçok uluslararası örgütün büyüme tahminini bir kez daha aşağı doğru düzeltmesine neden olurken, başta IMF, ECB, DB, OECD ve BIS gibi kuruluşlar olmak üzere dünyanın ileri gelen iktisatçılarının büyük bir kısmı yeni bir finansal krizin patlamakta olduğu konusunda hem fikirler.
Krizin gelmesi kesin bir şey olarak görülürken, sadece ne zaman ve hangi ülkede önce patlak vereceğinin bilinmediğine vurgu yapılıyor.
IMF bu yılın Ekim ayında yayımladığı “Küresel Finansal İstikrar Raporu’nda[22] ABD’de faiz oranlarının yükselmesi ile azgelişmiş ülkelerden yabancı sermaye çıkışlarının artacağı ve bunun da küresel büyümeyi daha da yavaşlatırken, yeni bir finansal krizi tetikleyeceği uyarısında bulundu. Ardından yine bu yılın Ekim ayının başlarında yapılan IMF ve DB toplantılarının sonucunda küresel büyüme tahminleri aşağı doğru düzeltildi. Böylece de bu yıl artık durgunluğun ve düşük büyüme hızlarının kalıcı bir durum olduğu net olarak ortaya çıktı.
Bu durumdan çıkış için IMF, yeni yayımladığı öngörülerinde, bildik Keynesyen maliye politikalarına dönüş yaparak, ekonomide kamusal alt yapı yatırımlarının artırılması gereğine işaret etmeye başladı. Ona göre, kamusal alt yapı yatırımları kısa vadede hâsılayı olumlu etkiliyor, zira mali çoğaltan ve özel sektör yatırımlarının içlenmesiyle toplam talep artıyor[23].
Aslında daha öncesinde, “Merkez bankalarının bankası” olarak da anılan BIS (Bank of International Settlement), 2014 yılı raporunda[24], tıpkı 2008 krizi öncesi gibi, merkez bankaları ve para politikaları aracılığıyla finansal balonların şişirildiğini ve bunun da yeni, fakat daha büyük bir finansal krizin koşullarını yarattığını açıklamış ve hükümetlere ve merkez bankalarına uyarılarda bulunmuştu.
2013 yılının Aralık ayında Der Spiegel’de yayımlanan bir makale[25] ise, finans sektörünün kendi içinden bir değerlendirmeyi içeriyordu. Burada özet olarak yeni bir finans balonunun küresel çapta şişirildiği ve buna bağlı olarak da yeni bir finansal krizin oluşmaya başladığı ileri sürülüyordu. Buna göre dünyanın her yerinde merkez bankaları faiz oranlarını neredeyse sıfıra kadar çekerek ve piyasalarda dolaşımda olan menkul kıymetleri satın alarak ekonomiye trilyon dolarlık nakit pompalıyorlar. Amaçları büyümeyi teşvik etmek olsa da, bu eylemleri başta menkul kıymetler borsası ve emlak piyasalarındaki fiyatların hızla yukarı çıkmasına yol açıyor. Çünkü bu eylemler, özel tüketim ve kurumsal yatırım harcamalarını artırmadığı gibi, borçlanmayı hiç olmadığı kadar kolaylaştırıyor, tasarruf yapmayı anlamsızlaştırıyor, finansal yatırımcıları çok riskli anlaşmalara kolayca imza atmaya sevk ediyor. Borsadaki menkul kıymetlerin değerleri patlama yaparken, emlak fiyatları alarm verici bir düzeye yükseliyor. Şirketler ise görülmedik ölçüde borçlanıyorlar. Yani merkez bankası parası oldukça yoğun bir suni gübre gibi işlev görüyor. Kısa zamanda büyük çapta ürün verirken, sonuçta potansiyel bir tahribata neden oluyor. Bu nedenle de artık sadece Robert Shiller gibi alanda meşhur Nobel ödüllü akademisyenler değil, içerden yatırımcılara göre, yeni bir finansal krizin çıkacağı kesin ama ne zaman olacağı tam olarak bilinemiyor.
Giderek büyüyen finansal balonların temel bir göstergesi kuşkusuz finansallaşmanın diğer yüzü olan borçlanma ve gölge bankacılığının (hedge fonları, sigorta şirketleri, private equity fonları brokerlar vb) durdurulamaz yükselişidir.
Öyle ki Lehman Brothers’in batışından bu yana, finans sektörününki hariç olmak üzere, dünyadaki borç stokları yüzde 38 oranında arttı. Yani kamu ve özel borç stoku 2008’de yüzde 180 iken, 2013 yılında yüzde 212’ye yükseldi. Böyle hızlı bir finansallaşma sonucunda dünya borsaları gerçek değerlerinin yüzde 30 üzerine çıkarken, trilyonlarca dolar da aralarında Türkiye’nin de bulunduğu azgelişmiş ülkelerdeki konut ve inşaat sektörüne aktı. Bu ülkelerin bazılarında konut fiyatlarındaki bu artış yüzde 180’i buldu. Balonun büyüğü ise Çin’de oluştu. Çin Hükümeti şu ana kadar ekonomiye trilyonlarca dolar pompaladı. Bu 4,4 trilyon dolarlık bir gölge bankacılığına ve bir o kadar da konut balonunun şişmesine neden oldu. Çin’in toplam borcu (finans hariç) 2008’de yüzde 147 iken 2013 yılında yüzde 217’ye fırladı[26].
Gölge bankacılığının tüm dünyada işlem hacmi 70 trilyon doları buldu. Öyle ki ABD’de gölge bankacılığı normal bankacılık sisteminin iki buçuk katına çıktı[27]. Bu tür bankacılığın en önemli finansal aracı ise türev araçlar. Bunlar “değerleri başka menkul değerlerden türetilerek oluşturulan finansal kâğıtlar ya da fonlar /menkul kıymetler” olarak tanımlanıyorlar. Temel özellikleri yüksek spekülatif kazanç sağlamaları, dolayısıyla da yüksek riske sahip bulunmaları.
Şu anda beş büyük ABD bankasındaki türev araç riskinin her bir banka için tutarı 40 trilyon dolardan fazla. Bu araçların ticareti modern bir kumar şeklinde yürüyor. Öyle ki son dönemde bankalar Wall Street’i gezegenin en büyük gazinosuna dönüştürdüler. New York Times’ın bir haberine göre, ABD bankalarının bilançolarında şu anda 280 trilyon dolarlık türev araç stoku var[28]. Tüm dünyada ise 700 trilyon dolarlık bir türev araç stoku var. 2008 krizi patladığında bu 500 trilyon dolardı[29]. Bu bir yandan çok yüksek bir türev ticareti gelirine işaret ederken diğer yandan da bu türev araç balonu patladığında ortaya çıkacak olan hasarın miktarının tahmin edilemeyecek kadar yüksek olacağını gösteriyor.
Kısacası yeni bir bankacılık krizi geliyor. Ama bu kez devletin bankaları kurtarması gündemde olmayacak. Zira ABD’de, Dodd-Frank Yasası’na göre, müflis bankalar müşterilerinin hesaplarına el koyabilecek (bailing in). Bunlara yerel hükümetlerin mevduatları da dâhil. Türev alacaklar iflas durumunda ilk ödenecekler arasında yer aldığından, zarar büyük olduğunda diğer alacaklıların paraları ödenmeyecek[30].
Dünyanın ileri gelen iktisatçılarının değerlendirmeleri de dâhil tüm bu resmi kuruluşların raporlarından ortaya çıkan gerçek, 2008 krizinden bu yana uygulanan onlarca trilyon dolarlık parasal kolaylaştırma politikalarının esas olarak yeni finansal balonların şişirilmesine yaradığıdır.
Bir başka anlatımla, bankalara ve büyük yatırım fonlarına aktarılan bu taze para reel sektör yatırımcılarına ulaşmadı, daha ziyade finans piyasalarında yeni ve büyük karların yaratılması ve spekülatif kazançlar için kullanıldı. Böylece özellikle Fed ve ECB ve BoJ gibi merkez bankaları eliyle yeni balonlar şişirilirken, özel yatırımlar çok düşük düzeyde kaldı.
Diğer taraftan bu kez durum 2008 öncesinden de ciddi gözüküyor. Zira 2008’den farklı olarak tüm kapitalist metropol ekonomileri çok borçlu durumunda (hem kamu hem de özel sektör borçları anlamında). İlave olarak, bu borçların son tahlilde geri ödenmesini sağlayabilecek tek mekanizma olan ekonomik büyüme hızları çok düşük hatta bazılarında ekside kalıyor (Tablo 1).
Tablo 1: Borç stokları ve kredi genişlemesi
Kaynak: http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook
Bu da gelişmiş kapitalist ekonomileri kriz karşısında daha kırılgan bir hale getiriyor. Bu nedenle de bir yandan uluslar arası sermaye hareketleri üzerinden (Fed’in miktarsal kolaylaştırmadan vazgeçmesi ve ABD faiz oranlarının yükselmesi, döviz kurlarının düşürülmesi vb) krizlerini giderek bu kaynaklara bağımlı bir biçimde büyümelerini sürdüren Türkiye gibi azgelişmiş ülkelere yıkarken, aynı zamanda da devlet aracılığıyla tüm dünyada emekçileri daha da baskılamalarına, yeni kemer sıkma politikalarına razı etmelerine, bunun için otoriterleşmeye yönelmelerine ve emperyalist savaşlar gibi askeri yollarla krize çözüm aramalarına neden oluyor.
Kriz azgelişmişlere aktarılıyor…
Kapitalist kriz artık uluslararası sermaye hareketlerinin doğrudan ve dolaylı etkileri aracılığıyla giderek azgelişmiş ülkelere, özellikle de bunların içinde bir süredir büyüme performansları ile dikkatleri çeken ve aralarında Türkiye’nin de bulunduğu, “yükselen ekonomiler” olarak da adlandırılan bazı ülkelere yıkılıyor. Yani emperyalist kapitalist ülkeler 2013’ten bu yana ekonomik sıkıntılarının bir kısmını, krizin maliyetini azgelişmiş ülkelere ödettirerek aşmaya çalışıyorlar.
2008 yılından bu yana, özellikle de 2010’dan sonra, gelişmiş ülkelerde uygulanan ve finans piyasalarına bol ve düşük faizli para enjeksiyonu ile sonuçlanan miktarsal kolaylaştırma politikaları ile bu fonların hatırı sayılır bir kısmı yükselen ekonomi piyasalarına yöneldi. 2010 öncesinde gelişmiş ülkelerden yükselen ekonomilere akan sermaye toplamda hiçbir zaman 400 milyar ABD dolarını aşmazken, bu rakam 2011 yılında 1,5 trilyon ABD dolarını ve 2013 yılında 2,5 trilyon ABD dolarını buldu. Yükselen ekonomiler bu politikalardan geçici de olsa iki türlü fayda sağladılar. Gelişmiş ülke merkez bankalarından özel bankalara ve fonlara yapılan enjeksiyonlardan yararlandıkları gibi, Çin’in teşvik uygulamalarıyla artan ithalat talebini karşılamaya dönük olarak bu ülkeye olan ihracatlarını artırdılar.[31]
Ancak 2013 yılında bu durum esastan değişmeye başladı. Metropollerde finansal sisteme yapılan enjeksiyonlar özel bankacılık sisteminin zararını telafi ederken, reel ekonomiye gözle görünür bir fayda sağlamadı. Keza siyasal iktidarlar parasal genişletme politikaları ya da miktarsal kolaylaştırmanın yeni balonların şişirilmesine neden olduğunu görmeye başladılar. Bu da yeni bir finansal krizin oluşumuna neden olabilecekti. Ayrıca özellikle de ABD’de enflasyon giderek artmaya ve bir istikrarsızlık kaynağı olmaya başlamıştı. Bu nedenle de bu fonların aşamalı da olsa geri çağırılması gerektiği düşüncesi giderek kabul görmeye başladı.
Bir başka anlatımla, Fed uzunca bir süreden beri, bu program ile her ay 85 milyar ABD dolarlık piyasadaki dolaşımda olan hazine bonosu ve tahvilleri, şirket hisse senetlerini ve gayrimenkul tahvillerini, karşılığında para basarak ya da bankaların rezervlerini artırarak satın alıyordu. Bu geleneksel olmayan parasal teşvik, Fed ve diğer merkez bankalarının ticari bankalara borç verme faizini sıfıra kadar çekmeleri sonrasında ve ekonomilerin ‘Büyük Resesyon’dan çıkışlarına destek olsun diye uygulanıyordu. Buradaki gerekçe de şu idi: Faiz oranları sıfırlandıktan sonra ekonomi ancak miktarsal olarak teşvik edilebilirdi. Yani bu ucuz paradan ziyade bol para politikası gerekliydi.
2008 yılından bu yana uygulanmakta olan miktarsal kolaylaştırma ile Fed’in bilançosu 4 trilyon ABD dolarına kadar büyüdü (milli hâsılasının dörtte birinden fazla). Bu ana kadar daha önce hiçbir merkez bankası böyle bir para basma operasyonuna yönelmemişti. Paraların önemli bir kısmı finansal sektörü deyim yerindeyse patlatmaya yaradı. Öyle ki 2012 yılında başlatılan üçüncü miktarsal kolaylaştırmadan bu yana S&P 500 Endeksi yüzde 42 oranında yükseldi (Şekil 1). Bu da süper servet sahibi süper zenginlerin servetini daha da artırmalarını sağladı. Benzer bir durum Avrupa ve Japonya’da da gerçekleşti. Dünya çapında merkez bankalarının piyasalara şu ana kadar 7-10 trilyon taze para enjekte ettikleri tahmin ediliyor[32].
Şekil 1: Fed bilançosunda büyüme ve S%P 500 Endeksinin gelişimi
Ancak bu politika yeni finansal balonların şişirilmesine neden olurken, bu şekilde oluşan bol likiditenin bir kısmının da daha yüksek getiri için “sıcak para” biçiminde, “yükselen ekonomiler” olarak adlandırılan azgelişmiş ülkelere yönelmesine yol açtı. Böylece hedge fonları, ucuz faiz ile Hindistan, Brezilya ve Türkiye gibi ülkelere milyarlarca dolar akıttı ve bu ülkelerdeki düşük kur- yüksek faiz makasından ciddi getiriler sağladı. Örneğin Türkiye son on yıldır küresel yatırımcıların en çok sevdiği ülkelerin başında geliyordu. Bu durum, kalbi duran bir adamın elektro şok tedavisi yapılarak hayata döndürülmesine benziyordu[33]. Bunun bedeli ise borsada, inşaat ve konut piyasalarında giderek sürdürülemez balonların şişirilmesi ve yeni bir finansal kriz ile bu balonların patlaması riski idi.
Fed para musluklarını sıkarken, ECB ve BoJ muslukları daha da açıyor: Küresel güçler arası kavga kızışıyor…
Fed bir süredir hayata geçirmeye çalıştığı ama resesyonu derinleştireceği endişesiyle sürekli ertelediği para musluklarını kısma kararını Ekim 2014’te almak durumunda kaldı. Buna göre, Fed’in finansal piyasalardan yaptığı aylık 85 milyar ABD dolarlık menkul kıymet alımına son veriliyor. Ancak bu karar, piyasalara verilen ve mevcut konumda sıfıra yakın olan faiz oranlarının 2015 yılına kadar yükseltilmeyeceği teminatı ile birlikte açıklandı.
ECB ise bu yılın Eylül ayında belirlenmiş olan binde 5 düzeyindeki yeniden borçlanma faizlerini yükseltmezken (yani düşük faiz politikasını sürdürürken) 6 Kasım’da ECB Başkanı Draghi yaptığı açıklamada parasal sisteme 1 trilyon avroya kadar taze para enjekte etmeye hazır olduklarını belirtti[34]. Keza Japon merkez bankası BoJ da mevcut miktarsal kolaylaştırma politikasının piyasadan alım oranının artırılması suretiyle genişletilerek sürdürüleceğini açıkladı. Buna göre BoJ yıllık hazine tahvili geri alımını, tarihinde görülmemiş bir miktara, 750 milyar dolara yükseltti[35]. Bu oran Japonya’nın yıllık GSYH’sinin yüzde 15’ine eşit ve oransal olarak Fed’in ve diğerlerininkinin alımlarının çok üstünde.
Bu iki farklı politikanın, ekonomilerin farklı cari durum ve ihtiyaçlarından kaynaklandığı ileri sürülebilir. Örneğin Fed, ABD ekonomisinin özellikle de emek gücü piyasalarında kendi ayakları üzerinde durabilecek noktaya geldiği (işsizlik oranını yüzde 6’ya kadar çektiği), bundan öte bir parasal teşvikin enflasyonist olacağına inanıyor, dolayısıyla da yeni bir finansal krizin ve enflasyonist sürecin önünü açmak istemiyor olabilir.
Diğer yandan Japon ekonomisi hali hazırda kendi ayaklarının üzerinde duruyor olsa da yeni bir resesyona doğru savrulma ihtimali bir hayli yüksek[36]. Böylece BoJ ekstra enjeksiyon ile 2015’te ekonomiyi canlandırmak istiyor. Ancak miktarsal kolaylaştırmanın genişletilerek sürdürülmesinin dünyanın iki büyük ekonomisi olan Avrupa ve Japonya’yı resesyondan çıkaracağı konusu oldukça şüpheli.
Hatta bazı iktisatçılara göre[37] bu politika sonuç vermeyecek, gerçekte geçmişte de işe yaramadı. Bu politikanın ABD’de işe yaradığı ve ekonomik toparlanmanın gerçekleştiği şeklindeki tez ise geçerli değil, zira ABD’de ‘Büyük Resesyon’un sonlanmasının ardından elde edilen ortalama büyüme hızı öncekinin yarısı kadar olabildi. Keza bir bütün olarak 2010 yılından bu yana Fed dâhil tüm merkez bankaları miktarsal kolaylaştırmaya başvurdular ama büyüme çok cılız kaldı, istihdam ve yatırımlardaki canlanma ise son derece güçsüz oldu. Bugün Japonya ve avro bölgesinde deflasyon hayaleti dolaşıyor. Adeta kalıcı bir stagnasyon bu temel ekonomileri ele geçirdi. Yani şu ana kadar bu politikaların krizdeki ekonomileri ayağa kaldıramadığı net bir durum.
Bu somut gerçeklik miktarsal kolaylaştırmanın teorik arka planında yer alan Miktar Teorisi’nin de (MV=PT) aslında gerçek hayatta geçerli olmadığını gösterdi. Zira para miktarı (M) devasa arttı ama ne enflasyon (P) ne de hâsıla (T) kıpırdamadı. V, yani paranın dolaşım hızı ise düştü. Bu da şunu doğruluyor: Piyasada paraya ya da krediye olan talep, para arzının sürükleyicisidir, yani para arzı, paraya talep yaratmamaktadır. İktisadi faaliyetler yavaş olduğunda para talebi de düşük kalmaktadır. Uygulamada, ekonomiyi büyütemeyen trilyonlarca dolar bankacılık sistemine aktı, orada bilançoların toparlanması ve karların restorasyonu için kullanıldı. Finansal varlıklara akıtılarak devasa balonlar şişirildi öyle ki hem devlet tahvillerinin hem de özel sektör menkul kıymetlerinin, borsanın değerleri 73 ayda rekor seviyelere ulaştı. Diğer yandan finansal piyasaların patlaması reel sektörün canlanmasını sağlamadı, hatta gerilemesine neden oldu ve sonuçta da bu varlıkları ellerinde tutan en zengin yüzde 1 bu işten kazançlı çıktı[38].
Öyle ki Credit Swiss’in 2014 Yılı Küresel Servet Raporu’na göre, dünya nüfusunun en zengin yüzde 1’i küresel servetin yüzde 48’ini (2013’te yüzde 41 idi), en zengin yüzde 10’u yüzde 87’sini (2013’te yüzde 86 idi) ve en yoksul yüzde 50’si ise toplam servetin yüzde 1’inden azına (2013’te yüzde 1 idi) sahip. Bu analiz 200 ülkeyi ve 4,7 milyon yetişkini kapsıyor[39].
Avrupa açısından, ECB’nin parasal kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararının, bir süredir dillendirilen “yapısal reform” dayatması ile birlikte değerlendirildiğinde, reel sektör yatırımlarını canlandırmak ile ilgisini kurmak oldukça zor. Bu kararın asıl nedeni hem Avrupa hem de dünyadaki bankacılara ve finansal spekülatörlere deflasyona gidiş süreci içinde yardımcı olacaklarının güvencesini vermek. Zira bir süredir bölge deflasyona sürükleniyor ve bunun bir borç deflasyonu ile neticelenmesi riski artıyor[40].
Bir başka açıdan, Fed’in muslukları sıkma kararı enflasyon ve yeni bir finansal kriz endişesi yaşayan egemen sınıflar arası bölünmenin, Avrupa ve Japonya’nın miktarsal kolaylaştırmayı genişleterek sürdürme kararı ise küresel kapitalist güçler arasındaki çatışmanın daha da artacağının bir işaretidir.
Fed’in kararı ile bağlantılı olarak piyasadaki paranın giderek daralmasının ve 2015 yılından itibaren faiz oranlarının yükselmesinin hem ABD’de, hem de yabancı sermaye hareketlerine son derece bağımlı ve bu nedenle de bu hareketlerdeki dalgalanmalar karşısında son derece kırılgan olan Türkiye gibi ekonomiler üzerinde etkisi büyük olacaktır. Örneğin, ABD’de tıpkı 2008 krizi öncesinde gayrimenkul piyasasında 2001 yılından bu yana uygulanan düşük faiz ve bol para ile şişirilen balonların bir anda faiz oranlarının üç katına (yüzde 5.25) çıkması sonucunda patlayarak 2008 krizini tetiklemesi gibi[41], 2015 yılından itibaren yükselecek olan faizler benzer bir finansal çöküşe, karların azalmasına ve ardından bir ekonomik krize neden olabilecektir.
Azgelişmiş ülkeler yönünden ise, IMF’nin de son raporunda işaret ettiği gibi, bu karar, eğer ECB ve BoJ’un ters yönlü kararı ile dengelenemezse, azgelişmiş ülkelerden yabancı sermaye çıkışlarını artırırken, yeni girişleri caydırıcı olacaktır. Yabancı sermaye çıkışı sonucunda, geçtiğimiz yıllarda görüldüğü, gibi döviz kuru yükselecek, doğrudan yabancı sermaye yatırımları azalacak, enflasyon artıp, ihracat yavaşlayacak ve tüm bunlar da azgelişmiş ekonomilerin daralmasına neden olacaktır. Özellikle büyümeleri ihracatlarına bağımlı olan yükselen ekonomiler bu gelişmelerden çok ağır bir biçimde etkilenecektir (Şekil 2).
Şekil 2: Parasal sıkılaştırma uluslar arası sermaye hareketleri
Uluslar arası sermaye hareketleri üzerinden kriz aktarma konusunda en riskli ülkelerin başında Türkiye geliyor. Bu durum değişik platformlarda ve değişik biçimlerde tespit edildiği gibi, 2013 yılı sonlarına doğru The Economist Dergisi’nin bir analizi ile de ortaya konuldu.
Dergi, 2012 yılı için, 26 ülkenin içinde yer aldığı ve beş temel risk göstergesi içeren bir endeks oluşturmuştu[42]. Bu endeks sırasıyla, cari hesap dengesi, kredi büyümesi, kısa vadeli dış borçların ve dış borç servisinin toplam rezervler içindeki payı, finansal açıklık ve döviz kurlarından oluşan bir sepete göre hesaplanıyor ve en yüksek risk 20 puan olarak belirleniyor.
Türkiye 18 puan gibi rekor bir puan ile yabancı sermaye akımlarının donması durumunda en riskli ülke olarak ortaya çıkıyor: Endeks’in bileşenleri olarak, cari hesap dengesinde, cari açığı yüzde 6,3 olarak en riskli üçüncü; kısa vadeli dış borçlar ve dış borç servisinin döviz rezervleri içindeki payı yüzde 150 olarak en riskli üçüncü; 2009–2012 döneminde yıllık ortalama yüzde değişme cinsinden iç kredi artışı olarak yüzde 114 ile birinci; finansal açıklık (0–1000) içinde 200 puan ile birinci ve Ocak-Ağustos 2013 döneminde dolar karşısında ulusal paraların değerindeki yüzde değişme cinsinden yüzde 13 değer kaybederek yedinci sırada yer alıyor. Böylece Türkiye aralarında G. Afrika, Ukrayna ve bazı L. Amerikan ülkelerinin bulunduğu kırmızı bölgenin en başında yer alan en riskli ülke konumundadır. Endeks’te yer alan göstergeler açısından 2014 yılında her hangi bir iyileşme görülmediği gibi kısa vadeli borçlar rasyosu açısından durum daha da kötüleşti.
Görülen o ki dünya uzun süreli bir durgunluk ve daha da derinleşmekte olan resesyon dönemine giriyor. IMF, merkez bankalarının sözcüleri, hazine bakanları ve önde gelen iktisatçıların Eylül- Ekim aylarındaki toplantılarından avro bölgesinin yeni bir resesyona doğru gittiği, Çin’deki büyümenin ve yükselenlerdeki genişlemenin yavaşladığı sonuçları çıktı.
Genevre’de toplanan iktisatçılarca hazırlanan rapor[43], kapitalist çöküşün en önemli iki ekonomik göstergesinin reel sektördeki yatırımların yetersizliği ve yeni bir finansal krizin koşullarını oluşturan kredi balonlarının dünya ekonomisi için vazgeçilemez bir boyuta erişmesi olduğunun altını çiziyor.
Bu arada aynı ay içinde bankaların ve diğer finans kuruluşlarının temsilcileri bir araya geldiler ve bu noktaya gelmenin nedenini 2008 krizi sonrasındaki regülasyonlara bağladılar. Bu mevcut finansal sistemin krizlerden azade olmasını sağlayacak reformların imkânının da kalmadığını gösteriyor. Her yeni regülasyon yeni bir çalkantının yeni kaynağını oluşturabiliyor.
Tüm bu toplantılar sırasında kriz noktasına nasıl gelindiği konusunda değişik görüşler ileri sürülmüş olsa da çözümler konusunda gerçekte ortaya hiçbir öneri konulamadı. Bu durum 1930 krizi öncesinde yapılan ve her katılımcının krizin gelmekte olduğunu bildiği ama önlem olarak ortaya koyabilecek bir şeylerinin olmadığı “Uluslar Ligi” toplantılarına benzetiliyor[44].
Yani bu üst düzey toplantılardan her hangi bir sonuç çıkmaması, kapitalist üretim tarzının kendi içinden, mevcut küresel krize ekonomik bir çözüm sunmasının olanaklarının iyice daraldığını ortaya koyuyor.
OECD’nin önerileri ise şu ana kadar denenmiş olanlardan fazlasını içermiyor: Talebi destekleyecek, deflasyona gidiş sürecini durduracak para politikalarının sürdürülmesi ve bunlara yeni araçların dâhil edilerek genişletilmesi, büyümeyi destekleyen maliye politikaları ve yapısal reformların hızlandırılarak sürdürülmesi. Örgüt büyümenin yüzde 35’inin istihdam artırıcı politikalardan, yüzde 31’inin yatırım teşvik edici politikalardan ve alt yapı yatırımlarından, yüzde 19’unun rekabetin artırılmasından ve yüzde 15’inin ticaretten geleceğine ve eğer tüm bu tedbirler alınırsa 2018 yılında G 20 GSYH’sinin yüzde 2 büyüyeceğine inanıyor[45].
Geriye, krizi azgelişmişlere aktarmak, krizi işçi sınıfına ödetmek (mikro yapısal reformlar bu anlama geliyor), tıpkı daha önceki krizlerde olduğu gibi, bunu sağlayabilmek için de asker-polis rejimi olarak adlandırılabilecek daha otoriter rejimlere yönelmek ve dünyayı bir diğer büyük emperyalist savaşa sokmak gibi çözümler kalıyor. Uluslar arası planda ve ekonomi alanının dışında kalan alanlarda ortaya çıkan gelişmeler uluslar arası sermayenin ve büyük emperyalist devletlerin giderek bu mekanik çözümlere kayıtsız kalmadıklarını gösteriyor.
Devam edecek…(bu bölümün kaynakçası İkinci Bölüm’de yer alacaktır).
[1] C.J. Polychroniou, “The European Conundrum: Stagnation, Massive Unemployment and Rising Debt – Despite Austerity”, 4 November 2014, http://truth-out.org.
[2] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/2
[3] Angel Gurría, OECD Secretary-General, Pre-G20 Summit Economic Outlook Launch, http://www.oecd.org/about/secretary-general/pre-g20-summit-economic-outlook-launch.htm, Press Conference, Paris, 6 November 2014.
[4] Catherine L. Mann, OECD Chief Economist, Getting the world economy into higher gear, Advance G20 Release of Outlook, Paris 6 November, Advance G20 Release of Outlook.
[5] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8
[6]Anton Woronczuk, “Why Did Economy Shrink So Dramatically During the First Quarter of 2014?”, Interview with Robert Pollin, http://truth-out.org, 27 June 2014.
[7] Michael Roberts (a), “The story of QE and the recovery”, http://thenextrecession.wordpress.com/2014/11/02/the-story-of-qe-and-the-recovery.
[8] Michael Roberts (b), “The world economy in low gear”, http://thenextrecession.wordpress.com, 8 November,2014.
[9] Jack Rasmus (a), “U.S. GDP Drops -2,9 %”, 27June 2014, Z Net.
[10] Eurostat newsrelease euroindicators 152/2014, 14 October 2014.
[11] C.J. Polychroniou, agm.
[12] “Autumn forecast 2014: Slow recovery with very low inflation”, http://ec.europa.eu/economy_finance/eu/forecasts/2014_autumn_forecast_en.htm, Brussels, 04 November 2014.
[13] Nick Beams (b), “Turmoil rips through global financial markets”, http://www.wsws.org, 16 October 2014,
[14] C.J. Polychroniou, agm.
[15] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8
[16] Nick Beams (a), “Storm clouds gather over world economy”, http://www.wsws.org, 14 October 2014.
[17] C.J. Polychroniou, agm.
[18] ZEW Indicator of Economic Sentiment – Further Economic Slowdown Expected, Press Release, 14.10.2014 – ZEW (jrr/jpr), http://www.zew.de.
[19] Barry Grey, “Europe threatened with deflationary spiral”, http://www.wsws.org, October 2014.
[20] Beams (a), agm.
[21] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8
[22] IMF, Global Financial Stability Report, October 08 2014, http://www.imf.org.
[23] Abdul Abiad, Aseel Almansour, Davide Furceri,Carlos Mulas Granados and Petia Topalova, “Press point for Chapter 3: Is it time for an infrastructure push? The macroeconomic effects of public investment”, World Economic Outlook, October 2014.
[24] Bank for International Settlements (BIS), 84th Annual Report, 1 April 2013–31 March 2014.
[25]Martin Hesse and Anne Seith, “Feeding the Bubble Is the Next Crash Brewing?”, http://www.spiegel.de, 12 March 2013.
[26] Jerome Roos, “The next financial crisis may be just around the corner”, http://roarmag.org, 20 October 2014.
[27] Jerome Roos, agm.
[28] Michael Snyder, “5 U.S. Banks Each Have More Than 40 Trillion Dollars In Exposure To Derivatives”, http://theeconomiccollapseblog.com, 24 September 2014.
[29] Steve Denning, “Big Banks and Derivatives: Why Another Financial Crisis Is Inevitable”, http://www.forbes.com/sites/stevedenning, 1 August 2013.
[30] Ellen Brown, “Building an Ark: How to Protect Public Revenues From the Next Meltdown”, http://www.truth-out.org, 14 October 2014.
[31]Jack Rasmus (b), “Is the Center of the Global Economic Crisis Shifting to Emerging Markets?” ,
http://zcomm.org, 7 July 2014.
[32] Joseph Kishore, “US Federal Reserve ends “quantitative easing” program after funneling trillions to financial markets, http://www.wsws.org/en/articles/2014/10/30/quan-o30.html, 30 October 2014.
[33]Ha-Joon Chang, “Another financial crisis looms if rich countries can’t kick their addiction to cash injection”, The Guardian, 30 August 2013.
[34] Joseph Kishore, agm.
[35] International Economic Report, https://www.pnc.com, 3 November 2014.
[36] http://thenextrecession.wordpress.com/2014/10/13/japan-the-failure-of-abenomics.
[37] http://thenextrecession.wordpress.com/2013/11/30/secular-stagnation-or-permanent-bubbleshttp://thenextrecession.wordpress.com/2014/08/14/the-myth-of-the-return-to-normal.
[38] Agm.
[39] Credit Swiss, Global Wealth Report, October, 2014, s. 24-32.
[40] Mustafa Durmuş, ECB borç deflasyonuna gidişi durdurmaya çalışıyor!,
http://siyasihaber.org, 7 Haziran 2014 .
[41] Mustafa Durmuş, Kapitalizmin Krizi, 4. Baskı, Gazi Kitabevi, s. 148.
[42] The Economist, “Which emerging markets are most vulnerable to a freeze in capital inflows?, The capital-freeze index”, http://www.economist.com, Sep 7th 2013.
[43] Phillip Inman, “Record world debt could trigger new financial crisis, Geneva report warns”,
The Guardian , http://www.theguardian.com, 29 September 2014.
[44] Larry Elliott, “World leaders play war games as the next financial crisis looms”, The Guardian, http://www.theguardian.com, 12 October 2014.
[45] http://www.slideshare.net/fullscreen/oecdeconomy/advance-g20-release-of-oecd-economic-outlook/8.