TOLGA TÖREN yazdı: “Kapitalizmin bugünkü düzlemi, sınıfların ortadan kalktığı iddiasını değil, tersine sınıf olgusunun giderek genişlediği, çoğaldığı, bileşiminin çeşitlendiği; kısacası “halklaştığı” bir gerçekliği işaret ediyor.”
TOLGA TÖREN
SiyasiHaber ve Avrupa Forum’da 21 Kasım 2018 tarihinde yayımlanan “21. yüzyılda emek ve direniş üzerine notlar II: Savaş – direniş, ütopya – distopya” başlıklı yazıda, aralarında Beverly Silver’ın da bulunduğu sosyal bilimciler tarafından hazırlanan Dünya Emek Grubu veri tabanından hareketle, 21. yüzyılda sınıf hareketinin eğilimlerinden birisinin “coğrafi kayma” olduğunu belirtmiş ve eklemiştik:
“…[İ]şçi sınıfı eylemlilikleri, batılı – gelişmiş kapitalist ülkelerden, geç kapitalistleşmiş ülkelere doğru kaymış durumda. Çin’den Brezilya’ya, Güney Kore’den Güney Afrika’ya, Hindistan’a kadar geniş alana yayılan direniş havzalarında, İkinci Dünya Savaşı sonrasında inşa edilmiş, korporatist, geleneksel, resmi, emek hareketlerinden farklı, militan, yaratıcı bir sendikal hareket belirmiş durumda.”
Aynı bulgulara göre toplumsal muhalefetin yükselişinin ikinci öğesi ise, kimi ulusal ya da uluslararası sendikal örgütlerin bir biçimde ilişkilenme çabasına girdiği, ama öncülüğünü, emek hareketinin ya da sendikal hareketin gerçekleştirmediği, genellikle tek bir toplumsal sorun etrafında örgütlenen “popüler” hareketler.
Önceki yazıda, direnişin “azgelişmiş ülke”lerde sendikal hareket – işçi hareketi, “gelişmiş ülkeler”de ise, daha çok “sosyal hareketler” biçiminde açığa çıkmasını da “gelişmiş ülkeler”deki “sosyal diyalog”cu sendikal hareketin krizi ve mülksüzleşme yoluyla birikim süreci ile, “azgelişmiş ülkeler” açısından ise, yeni işçileşme dalgası ile açıklamıştık.
“Gelişmiş ülkeler” bağlamında, 2011’de ABD’de açığa çıkan “Occupy” (İşgal) hareketi, 2011 ve 2012’de Birleşik Krallık’ta, Portekiz’de ve Yunanistan’da patlak veren eylemler, 2014’te yeniden Yunanistan ve İrlanda’da açığa çıkan protestolar, 2015’te Almanya’da ve 2016’da Fransa’da “neoliberal reformlar”a karşı açığa çıkan tepkiler bunlardan bazıları.
Güney Kore’de kamusal mekanların işgalinden performans sanatı eşliğinde direnmeye uzanan yaratıcı bir emek hareketi; Çin’de ünlü deri ürünleri firması Michael Kors’tan, Apple, Foxconn gibi teknoloji devlerine karşı gelişen işçi direnişleri, grevler; Güney Afrika’da neredeyse her gün ayrı bir şehirde patlak veren grevler; Hindistan’da, “Asyanın Detroit’i” olarak bilinen Chennai’teki Japon otomotiv ve motosiklet fabrikalarından, ulaşım sektörüne yaşanan işçi eylemlilikleri ise, “azgelişmiş” bölgelerdeki direnişlerinden bazıları…
Tunus: Direnişi tetikleyen, emek hareketi!
Geçtiğimiz haftalarda Tunus’ta 670 bin kamu çalışanının düşük ücretlere karşı gerçekleştirdiği grev haberlerinin hemen ardından Fransa’da açığa çıkan “Sarı Yelekliler” direnişi bu dizinin önceki yazılarında (ve yukarıda özetle) aktarılanları doğrulamış durumda.
Önce Tunus: Ortadoğu uzmanı akademisyen Gilbert Achcar, 2011 yılında, “17 Aralık 2010 Devriminin Yıl Dönümünü Kutlama Komitesi’nin” daveti üzerine Muhammed Bouazzizi’nin şehri Sidi Bouzid’de yaptığı konuşmada, kentte, 2010 yılında “istihdam bir haktır, siz haramîlerin çetesisiniz!” sloganıyla başlayan ayaklanmanın, Gafsa madencilik havzasında 2008’de patlak veren işçi direnişlerinin yankısı olduğunu vurguluyor ve ekliyordu:
“…Tunus Devrimi’nin gündemini, Fransız Devrimi’nin ünlü şiarı ‘özgürlük, eşitlik, kardeşlik’ benzeri bir şekilde özetleyen ‘iş, özgürlük, ulusal saygınlık’ şiarını dikkate alırsak, şimdiye kadar başarılan şeyin, önemli olmakla birlikte, yalnızca özgürlük olduğunu görürüz.
Görünen o ki, Achcar’ın “tek bir kıvılcım bir kır yangını başlatabilir” şeklindeki ünlü Çin deyimine gönderme yaparak tanımladığı, “Arap devrimci dalgası”nın ilk ateşinin yakıldığı yer olan Tunus’ta, küllenmeye yüz tutmuş ateş yeniden harlanmaya başlamış durumda.
Ülkede, üniversite mezunu Muhammed Bouazzizi’nin genç bedenini ateşe vererek Arap coğrafyası’nda büyük bir kıvılcım çaktığı günden, 17 Aralık 2011’den, yaklaşık 7 sene sonra, son beş yılın en büyük grevi yaşandı, binler sokakları doldurdu.
Nitekim geçtiğimiz Temmuz’da da, havayolu işçileri grev silahını çekerek taleplerini kabul ettirmeyi başarmış, sonrasında grevi erteleme kararı almışlardı. Ancak havayolu çalışanları geçtiğimiz günlerde hükümetin taahhütlerini yerine getirmediğini belirterek yeni bir grev çağrısı yaptı.
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) son verilerine göre nüfusun yüzde 39.87’sinin istihdam edildiği Tunus’ta, işsizlik oranı yüzde 15.93, gençler arasında ise yüzde 25’in üzerinde. Hükümetin
Uluslararası Para Fonu’nun (IMF) basıncı altında bütçe açığını 2017 için yüzde 6.2’ye, 2018 için yüzde 4.9’a, 2019 için 3.9’a çekme ve kimi kamu kuruluşlarının özelleştirilmesi, yani, ülkenin uzun zamandır içinde bulunduğu iktisadi krizin faturasını geniş yığınlara ödetme girişimi üzerine başlayan grevler bunlar. Ülkedeki satın alma gücünün 2014’ten bu yana yüzde 40 civarında azalması da cabası.
2008’de Gafsa madencilik havzasında yaşanan grevlerin / direnişlerin gösterdiği üzere, bölgesel bir kıvılcıma dönüşme ihtimali hiç de az değil, tıpkı Tahrir öncesi Mısır’da yaşanan seri grevler gibi.
Fransa: Emek hareketini harekete geçiren, direnişler!
Yazının başındaki “direnişin coğrafi kompozisyonunun değişmesi” iddiasını destekler şekilde Fransa’da ise, “Sarı Yelekliler”, yani geleneksel emek hareketini genel olarak onun dışında kalan bir dinamik harekete geçiriyor.
Nitekim, Fransız Sendikalar Konfederasyonu (CGT), hava trafik kontrolünden ulaştırma ve eğitime kadar bir dizi alanda, ücretlerin, emekli maaşlarının ve sosyal korumanın yükseltilmesi talebiyle grev çağrısı yaptı. Birleşik Sendikal Federasyon (FSU), Demokratik Dayanışma Birliği (SUD) ve Fransa Ulusal Öğrenci Birliği (ÜNEF) gibi örgütler de bu dalgada yerini almış durumda.
Avrupa ortalamasının üzerinde, yüzde 10 işsizlik oranına sahip olan Fransa’da üç milyona yakın insan ve 25 yaşın altındaki her 4 kişiden biri iş arıyor. İşten çıkarma sürecinin kolaylaştırılması, yani işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, kamu harcamalarında kesintiye gidilmesi ve önümüzdeki beş yılda kamuda çalışan 120 bin kişinin işine son verilmesi eski yatırım bankacısı Macron ve hükümetinin planladığı icraatlardan bazıları.
Fransa’da bu politikalara karşı Ekim 2017’de milyonlarca kamu sektörü çalışanı bir günlük greve gitmişti. Ancak, dünyanın gündeminde yer işgal eden, geleneksel sendikal hareketin örgütlediği bu grev değil, sendikal hareketin dışında kalan “Sarı Yelekliler” oldu.
Tıpkı önceki yıllarda gündemi belirleyenin Paris banliyölerinde direnen göçmenlerin olması gibi.
Direnişler ve “ne yapmalı” ?
Bu noktada, sosyalistler dünyanın birçok bölgesinde açığa çıkan bu tür direnişlere ya da “sosyal hareketlere” nasıl yaklaşmalı sorusu önem kazanıyor.
J. Goodwin ve G. Hetland’ın Marksizm ve Toplumsal Hareketler (Marxism and Social Movements) başlıklı derlemede yer alan “Sosyal Hareketler Çalışmalarında Kapitalizmin Tuhaf Kayboluşu” başlıklı makalelerinde tartıştıkları üzere, kimilerine göre, kapitalizm karşıtı eleştirinin içinde tuhaf bir şekilde gözden kaybolduğu bir dinamik bu…
Muhammed Bamyeh ise, 2012 yılında ABD’de yayımlanan Context dergisinde kaleme aldığı “Küresel Protesto Kültürü” başlıklı makalesinde, bu ‘yeni direniş biçiminin’ bir dizi özelliğini sıraladıktan sonra, belirli bir sınıftan ziyade bir bütün olarak toplumun ortak taleplerinin sözcüsü olmaya çalışan bir muhalefet olma özelliğinin altını çiziyor.
Bu tartışmalar önemliyse de, bahsi geçen toplumsal muhalefetin kapitalizmin ya da onun güncel formu olan neo-liberalizmin, çevreden sosyal haklara, savaştan otoriterleşmeye, yaşam koşullarından gelir dağılımı adaletine kadar bir dizi alanda yarattığı tahribata tepki olarak belirdiği gerçeğini değiştirmiyor.
Dolayısıyla, Mısır’ın Tahrir’inden, ABD’deki ‘Occupy’ hareketine, Türkiye’nin Gezisinden Güney Afrika’da üniversite harçlarına anti-kolonyal bir dille karşı çıkan öğrenci hareketine, madencilik sektöründe patlak veren grevler dalgasına ve nihayetinde Fransa’nın “Sarı Yelekliler”ine kadar geniş bir yelpazeye uzanan bir toplumsal muhalefet dalgası ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek mümkün.
Dünyanın farklı coğrafyalarında, yer yer üretim ya da emek sürecinde gerçekleşen artı değer yaratımına ya da sömürüye, yer yer de piyasa ya da dolaşım ilişkileri aracılığıyla açığa çıkan metalaşmaya karşı gelişen…
Hem yönünü hem de etkisinin kalıcı olmasının yollarını arayan… Sosyalistler için de “ne yapmalı” sorusunu yeniden güncel kılan!
Üretim, piyasa; sömürü, metalaşma !
Michael Burawoy ya da Beverly Silver gibi, emek, direniş ve benzeri alanlardaki çalışmalarıyla bilinen sosyologlar, 2000’li yılların bu toplumsal muhalefetini Karl Marx tipi (sömürü karşıtı) ya da Karl Polanyi tipi (metalaşma karşıtı) sosyal muhalefet ayrımı üzerinden analiz ediyor.
Bu noktada, yazının potansiyel okurlarının Marx’a daha aşina olduklarından hareketle Polanyi’nin yazdıklarına kabaca değinmekte fayda var.
1944’te yayımladığı Büyük Dönüşüm başlıklı kitabında emeğin ve toprağın metalaşması ile karakterize olan 18. yüzyılın sonundan 20. yüzyıla uzanan zaman diliminde açığa çıkan dizginsiz piyasanın izlerini süren Polanyi, 19. yüzyılın işçi mücadelelerinin ardında yatan şeyin, Marx’ın işaret ettiği sömürü sorunundan ziyade bu dizginsiz piyasanın yarattığı tahribat olduğunu vurgular.
Polanyi’ye göre bu tahribatın ya da metalaşma dalgasının derinleşmesi, toplumu savunacak “karşı hareketleri” de açığa çıkaracaktır. Bu karşı hareketin, sosyal demokrasi ya da ABD’deki ‘new deal’ benzeri kurumsallaşmaları yaratmaması ise, faşizm ya da -Polanyi’nin vurgusu ile- Stalinizm gibi sonuçlara yol açacaktır.
Bir başka ifadeyle, piyasa köktenciliği dizginlenemediği takdirde, toplumsal bir yıkım ile sonlanacaktır.
“Sosyal hareketler”in açmazı!
Analizlerini, üretim sürecinden, dolayısıyla sömürü ilişkilerinden arındırıp salt piyasa / metalaşma süreçlerine indirgemesi vesilesiyle yaklaşımı ancak sosyal demokrasiye bir açılım sunabilecek olan Polanyi’nin, sömürü sorunundan metalaşmaya, üretim ilişkilerinden piyasalara ve sınıf ilişkilerinden bir bütün olarak toplum kavramına yönelmeyi teşvik ettiği aşikar.
Bu nokta, geleneksel / resmi emek örgütlerinin radikal bularak, devrimci / Marksist hareketlerin de post modern bularak, uzak değilse de, mesafeli durduğu bu toplumsal muhalefetin ya da yaygın deyişle ‘sosyal hareketlerin’ en önemli açmazlarından birisini oluşturuyor.
Kaldı ki bu hareketler de çoğu zaman kendilerini Polanyi’ye referansla “karşı hareket” olarak tanımlıyorlar.
Yukarıda vurgulanan açmazın ilk yansıması, eleştirelliğin kapitalizmin kendisinden ziyade onun konjonktürel bir formu olan ‘neoliberalizme’ ya da sadece onun sonuçlarına yönelmesi.
İkincisi, metalaşma sorunu ile sömürü sorununun; yani üretim alanı ile dolaşım alanının birbirinden koparılması; dolayısıyla anti – kapitalist perspektifin ihmal edilmesi.
Ve nihayetinde, dolaşım ilişkileri alanına -piyasaya- ilişkin bir mücadelenin, üretim alanı ile ilişkilenmemesine bağlı olarak ortaya çıkma potansiyeli taşıyan başarının kısmiliği ve geçiciliği.
Kuşkusuz, tüm bunlar devrimci Marksistlere iki görev yüklüyor:
İlki, işçi sınıfının üretim ilişkilerinin dönüşmüş olmasından kaynaklı açığa çıkan farklılaşmalarını kapsayacak bir emek odağı üzerine,
İkincisi, sömürü sorunu ile metalaşma sorununu bir arada ele almaya yardımcı olan; dolayısıyla üretim alanının açığa çıkardığı sorunlar ile dolaşım / bölüşüm alanında açığa çıkan sorunları, anti kapitalist bir temelde birleştirebilecek bir eylem stratejisi üzerine kafa yormak.
Kapitalizmin bugünkü düzlemi, sınıfların ortadan kalktığı iddiasını değil, tersine sınıf olgusunun giderek genişlediği, çoğaldığı, bileşiminin çeşitlendiği; kısacası “halklaştığı” bir gerçekliği işaret ediyor.
Marksizmin devrim ve direnişlerle dolu zengin tarihi böylesi bir strateji için önemli deneyimler sunarken; yaratıcı ve derinlikli düşünsel geleneği ise, bu stratejinin teorik temellerini barındırıyor.
O da bir sonraki yazıya…
Bu yazı dizisinin önceki yazıları:
http://siyasihaber4.org/21-yuzyilda-emek-ve-direnis-uzerine-notlar-ii-savas-direnis-distopya-utopya