MAHİR SAYIN yazdı: “Olayların gelişimi bu veya buna benzer bir biçimde ilerlediği takdirde RTE’nin yeni bir seçim kazanması hemen hemen imkansız hale gelmekte ve dolaysıyla da olağan dışı yollardan iktidarda kalmak için her türlü hukuksuzluğun egemen olduğu bir açık diktatörlüğe ilerleyiş 2019 seçimlerine kadar tamamlanmak istenmektedir.”
MAHİR SAYIN
7 Haziran seçimleri ve Anayasa referandumu RTE’ye normal yollardan artık iktidar olamayacağını gösterdi ve o da bütün politikasını olağan dışı yollardan iktidar olma üzerine kurup bunu ilk önce 1 Kasım seçimlerinde uyguladı ve kaybettiği seçimi YSK eliyle kazandığını ilan etti.
15 Temmuz darbesi ise açık diktatörlüğe gidiş yolunda kanalize edilmiş bir hareket oluşturur. RTE’nin bunu “tanrının bir lütfu” olarak nitelemesi darbenin marş motorunun RTE’nin elinde olduğunun apaçık kanıtını oluşturur. Darbe girişiminin akabinde gerçekleştirilenler herşeyin hazırlığının önceden yapıldığını ve darbe bahanesiyle hazırlıkların hayata geçirildiğini göstermektedir. Darbe’nin akabinde ilan edilen OHAL aslında açık diktatörlüğe geçişi mümkün olan en düşük muhalefetle gerçekleştirmenin yöntemini oluşturmaktadır. Darbe girişimine karşı tedbir olduğu ilan edilen “OHAL aracılığıyla artık grevlerin bile rahatlıkla yasaklanabildiğini” RTE’nin kendisi işverenlere kıymetini bilmeleri gereken bir lütuf olarak sunmaktan çekinmemektedir.
Askeriyenin parçalanması, eğitiminin, hiyerarşisinin altüst edilmesi, istihbaratın doğrudan RTE’ye bağlanması, Saray etrafında yeni bir askeri oluşumun, İran’dan esinlenerek bir tür “devrim muhafızları” ordulaşmasının (SADAT) adımlarının atılması, AKP etrafında paramiliter örgütlenmelerin yaratılması dörtbaşı mamur bir faşist örgütlenmenin yukarıdan aşağıya gerçekleştirilmesi anlamına gelmektedir.
****
Faşizm çağımızda burjuvazinin bir bütün olarak, işçi sınıfı karşısında iktidarını eski devlet aygıtı vasıtasıyla koruyamaycağını görüp, toplumdaki muhalefet enerjisinin iktidarını yeniden üretmenin bir aracına nasıl dönüştürülebileceği sorusunu yanıtlayabilmek üzere şiddet politikaları aracılığıyla bir toplumsal onay üretmeye yönelik olağanüstü bir rejim biçimi olarak benimsenmişti.
Aynı şey (yani toplumsal muhalefet enerjisinin burjuva sisteminin yeniden üretiminde kullanılması), olağan bir rejim biçimi çerçevesinde reform politikalarıyla sürdürülmek üzere de sosyal demokrasiyle denendi.
Günümüz Türkiye’sinde ise sistemin işçi sınıfı tarafından tehdit edildiğini ve burjuvazinin son kurtuluş çaresi olarak faşizme başvurduğunu iddia edebilmek sınıf hareketinin düşüklüğü, sosyalist hareketin parçalılığı ve cılızlığı karşısında hiç mi hiç mümkün değildir. AKP’nin takiyye olarak reform politikalarına başvurduğu dönemde burjuvazi daha büyük bir toplumsal onay sağlamayı başarmıştır. Bu durum bize göstermektedir ki, burjuvazi bir bütün olarak iktidarı kaybetme korkusu ile faşizme başvurmuyor; buna karşılık iktidar kaybı korkusu yine de faşizm için motive edici güç rolünü oynamaya devam ediyor. Bu, sınıfın bütününün değil ancak onun bir kesiminin, RTE-AKP sayesinde ve esas olarak da sistem açısından gayri meşru denilebilecek yollarla hayat bulmuş kesiminin iktidar kaybı korkusuna yanıt oluşturmaktadır. Zira bu kesim, başta RTE olmak üzere iktidar kaybı durumunda herşeyi kaybedeceği gibi kendisini sanık sandalyesinde bulacağından da kuşku duymamaktadır. Hatta bu sanık sandalyesi Uluslararası Ceza mahkemesi’ne kadar uzanabilecek savaş suçlarını da içermekte olduğundan korku katmerli olmakta ve her ne pahasına olursa olsun bütün konjonktür değişip hesap sorulabilecek bir durum ortadan kalkıncaya kadar iktidarı elde tutmanın tek yolunun açık bir diktatörlükten, İslami esasları temel alan bir faşizmden başka bir yolları olmadığını görmektedirler.
***
2019 seçimleri demokratik koşullarda cereyan etse RTE seçimi kesinlikle kaybedeceğini Anayasa referandumu sonuçlarına ve MHP’nin durumuna bakarak net olarak görebilmektedir. Anayasa referandumunun hileli olduğunu, % 50’yi bulamamış olduklarını en iyi bilen RTE’nin kendisidir. Bunun yanında MHP’nin sağladığı desteğin o zamana kadar iyice eriyeceğini, muhalefet gücünün daha da artacağını iyi bildiğinden bu kez seçim hilesi yaparak da aradaki farkı kapatabilmenin olanaklı olmadığını çok iyi görmektedir. Bu durumda tek bir çare vardır: Hileye itiraz edilebilecek hiç bir gücü ortada bırakmamak; daha da sağlamı böyle bir iddianın ortaya atılmasına imkan verecek bir seçime yer vermemek. Amaçlanan bütün açık diktatörlüklerde olduğu gibi, taşları bağlayıp köpekleri serbest bırakarak bir seçim yaptırmak ve % 80 çoğunlukla yığınların Reis’in/Führer’in/Duce’nin arkasında olduğunu dünya aleme ilan etmektir!
CHP’de rota değişikliği
CHP de muhtemelen bunu anladığı ve seçimleri kesinlikle kaybedeceğini gördüğü için şimdiye kadar izlediği yatıştırıcı, uzlaşıcı ve sağı kazanmaya yönelik politikasına yeni bir şekil verme gereği duymuştur.
Esasında bu CHP’nin tek başına aldığı bir karar da değildir. Uluslararası sermaye de yeni bir seçeneğin oluşturulmasına yatırım yapıyor görünmektedir. NATO aldığı tutumlarla, artık ABD’nin RTE iktidarına sağladığı kredilerin tüketildiğini ilan eden politikalar sergilemektedir. Ne Trump’ın ne de Merkel’in aldığı tutumları “ulusal” olarak yorumlamak doğru olur. Bunları ortak bir NATO planının dillendirilişi olarak gördüğümüzde olan biteni anlamak daha kolay olacaktır. Zira Cemaat aracılığıyla AKP iktidarına karşı gerçekleştirilen girişimlerden ABD’nin, NATO’nun haberinin ya da onayının olmadığını düşünmek, Cemaat karargahının Pensilvanya’da varolmaya devam edişini demokrasinin genişliğiyle izah etme saflığına düşmek olur. Kore’de hayatı yönlendirmiş olan Moon Tarikatı nasıl ABD’nin eseri idiyse Feto Cemaati de tam anlamıyla budur. Bu hesabın tarihi TC’nin NATO’ya girişine kadar geriye gider.
RTE’nin iktidara bu kadar güçlü bir biçimde yerleşebilmesi ABD’nin ona tanıdığı misyon sayesinde (Büyük Ortadoğu Projesinin rol modelliği ve RTE’nin –kendi ağzından- projenin eşbaşkanı olarak tayin edilmesi) gerçekleşmiştir. RTE kendisine verilen bu rolden vazgeçilebileceğini hesaba katmadan kendi bölgesel hegemonya hesaplarını dayatmaya kalkıştığında duvara çarpacağını aslında hesaplamamadı. Zira projenin ve dolaysıyla kendisinin vazgeçilmez olduğuna kesin inanmaktaydı. Halbuki bu projenin temel amaçlarından birini de bölgede herhangi bir hegemonun yükselişini önlemek oluşturuyordu. Saddam bu hegemonya hesabının kurbanı oldu.
ABD bu proje aracılığıyla ulaşabileceğinin maksimumuna ulaştığında ve artık projenin kendisi için bir dert kaynağına dönüştüğünü gördüğünde onu bir kenara koymakta bir sakınca görmedi. Ama RTE birşey olmamış gibi yola devam etmeye kalkışınca da sadece ABD’yi değil, NATO’yu ve bunun yarattığı kargaşa içerisinde Rusya, İran ve Çin’i de karşısında buldu. Daha beteri de üzerinde hegemonya kurmayı hesapladığı “Arap Dünyası”nda sadece mini devlet Katar ile başbaşa ve diğerleriyle de karşı karşıya bir konumda kaldı.
Bu çerçevede RTE NATO üyeleri için artık 80 milyonluk bir pazara hükmeden bir devlet başkanı olmaktan daha fazla bir anlam ifade etmiyor. Özel bir misyona tekabül etmedikten sonra da bu pazarın uluslararası sermayenin kullanımına sunulmasını her burjuva temsilcisi sağlayabilir.
Bu gerçekliği hem CHP yöneticileri görmekte hem de NATO çevreleri muhakkaktır ki, bunu onlara hatırlatmaktadırlar. Darbe’nin ardından AKP ile “Yenikapı Ruhu”nda rezonansa girmiş olan Kılıçdraroğlu artık “15 Temmuz darbesinin kontrollü olduğunu” keşfetmiş ve politikalarını daha solda kurmaya başlamış bulunmaktadır.
Bunun için elbette bir başka neden daha mevcuttur. Emperyalistlerin ve oligarşinin politik temsiliyet konusunda attıkları yeni bir merkez parti adımı onları ister istemez merkezden sola doğru itmektedir.
Merkez Demokrat Parti
MHP muhalefeti iktidar marifetiyle MHP’den temizlendikten sonra, uzun zaman yeni bir parti kurulup kurulmayacağına yönelik sorulara olumsuz yanıt veren Akşener nihayet geçtiğimiz ay içerisinde birden Merkez’de yeni bir parti kuracaklarını ilan etti ve iki hafta önce de bu partinin kuruluşunun erkene alındığı açıkladı.
MHP içinde muhalefeti durduramayacak konuma sürüklenen Bahçeli bunu RTE’nin kendisine sağladığı devlet desteği ile gerçekleştirdi ve buna karşılık olarak da ona “yasayı RTE’nin yarattığı fiili duruma uydurmak için” gereken desteği verdi. Bahçeli o zaman muhalefetin partiden ayrılıp yeni bir parti kurması ve işin böylece kapanması için elinden gelen çabayı gösterdi. Bu önceleri kolay bir tasfiye yolu gibi görünürken, artık bugün daha geniş bir projenin parçası olduğu ortaya çıkmış ve iktidar saflarının en önemli korkularından biri haline gelmiş bulunmaktadır. Zira bu merkez parti projesi basitçe MHP’nin bir kanadının örgütlenmesi değil, daha geniş iç ve dış ilişkilerin eseri olarak şekillenmeye başlamış bulunuyor.
Gerek RTE ve gerekse Bahçeli bu örgütlenmeyi FETÖ’cülerin işi olarak niteleyerek akamete uğratmaya çalışmaktadırlar. Ancak görünen o ki, bu girişim MHP’nin önemli bir kesimini sürüklemenin yanında (bu bile kendi başına MHP’nin barajın altında kalmasına neden olur) AKP de dahil olmak üzere bir çok kesimden katılım sağlayacak görünmektedir.
Esasında oligarşinin tercihi olacak bir merkez partinin yokluğu uzun zamandır ihtiyacı hissedilen bir boşluk oluşturmaktadır. AKP’nin faşist pir partiye dönüşmesiyle birlikte MHP misyonunu yitirmiş, buna karşın merkezde yer alacak politikalar için, CHP buna oynamış olsa da boşluk doldurulamamıştır. Şimdi bu boşluğa Akşener NATO’nun desteğini almış olarak aday olmaktadır.
Olayların gelişimi bu veya buna benzer bir biçimde ilerlediği takdirde RTE’nin yeni bir seçim kazanması hemen hemen imkansız hale gelmekte (kendisinin yaptığı anketlerde % 45’i geçemediğini görmektedir) ve dolaysıyla da olağan dışı yollardan iktidarda kalmak için her türlü hukuksuzluğun egemen olduğu bir açık diktatörlüğe ilerleyiş 2019 seçimlerine kadar tamamlanmak istenmektedir.
Bu durumda ne yapmalı?
Eğer 2019 seçimlerinin gayri meşru olacağını biliyorsak, bu seçimlerden birşey beklemek hayale yatırım yapmak olur. O zaman, bazılarının hayalini kurduğu gibi, AKP iktidarı sonrasını düşünmek yerine, seçime ön gelen dönemde yapılacak olanlar esas olmalıdır. Zira RTE de açık bir diktatörlüğü ilan için seçimleri beklemek gibi bir niyette olmadığını son yaptıklarıyla açıkça ortaya koymaktadır.
Zaten 15 Temmuz darbesi bu yürüyüşteki en önemli eşiği oluşturmuştur. OHAL’in ilanıyla açık diktatörlüğe geçiş için artık bir sıçrama yapılması gerekmemektedir. Tam tersine muhalefeti adım adım yok ederken, mümkün olan en az muhalefeti üretmeye yol açacak adımlarla açık diktatörlüğe ilerlenmektedir.
25 Ağustos tarihli 694 nolu KHK ile RTE artık başkan olmayı beklemeden açık bir diktatörlüğün kurulacağını ilan etmiş oldu. Yasa KHK’ların OHAL’e neden olan işlerle ilgili olması gerektiğini emretse de, başbakan “OHAL’in halka değil devlete karşı çıkarılmış olduğunu” söylese de şimdiye değin çıkarılan KHK’ların önemli bir kısmı OHAL’e neden olan olaylarla alakası olmayan ama devletin yeniden düzenlenmesine yönelik işlerle ilgili olmuştur. Bu konuyla ilgili olara AYM’ye yapılan başvuru ise “OHAL yasasına göre, AYM KHK’lerle ilgili karar alamaz” gibi abuk sabuk bir temellendirme ile reddedilmiştir. Anayasa ihlal ediliyor ama AYM bu iş OHAL ile ilgili olduğu için karar alamıyor imiş! Bu aslında AYM’nin de, feshi anlamına gelmektedir. Bu son KHK ile de TBMM’nin lağvı da hemen hemen tamamlanmış gibidir. Dolaysıyla kuvvetler ayrılığı, bir kaç istisna dışında ortadan kalkmış gibidir.
Artık bundan sonra hiç bir hukuksallığın geçerli olabileceğine inanmak mümkün değildir. Seçimler sadece AKP’nin kazanacağı biçimde yapılacaktır. Bunu engelleyebilecek gibi olan yapılanmaların seçime katılmasına bile izin verilmeyecektir. Örneğin merkez sağda yer tutma amacını deklare etmiş olan M. Akşener’in böyle bir partiyi hayata geçirmesi fiilen imkansız hale getirilebilir.
Nasıl mı? Çok basit: Bu alanda yer alanların hepsini FETÖ’cü diye içeri tıkarlar olur biter! Aynı şey AKP’den ayrılmaya kalkışacak olanlar için de geçerli olacaktır.
Tek birşey vardır bu gidişin önünü kesebilecek olan; o da RTE’nin bulunduğu makamdan uzaklaştırılması veya o makamı kullanamayacak duruma sokulmasıyla sürecin başka bir kanala girmesine yol açılması. Bu nasıl olur? Mesela Pakistan’da benzer bir durumda Ziya Ul Hak’ın uçağı avanesiyle birlikte (muhtemelen İsrail tarafından) düşürülmüş ve Pakistan politikası bir farklı kanalda akmaya başlamıştır. Bu çok kestirme bir yol olmasına karşın gerçekleştirilmesi o kadar kolay değildir. Zira böyle bir hesabın yapılabileceğini herkesten önce düşünmüş olan RTE’nin kendisidir ve onun için de kendi güvenliğiyle ilgili tedbirleri Saray’ın etrafında yeni bir silahlı güç yaratmak suretiyle gerçekleştirme yoluna gitmiştir.
Bunun asıl yolu politik, ekonomik ve toplumsal olandan geçmektedir. Şimdiye kadar muhtelif denemeler Cemaat aracılığıyla gerçekleştirildi. Bunların hepsi de devlet aygıtları aracılığıyla hayata geçirilmek istendi ve her defasında da RTE’nin almış olduğu tedbirler sayesinde onun iktidarını pekiştirmesinin vesilesini oluşturdular.
Tek denenmemiş olan ya da ancak mikro düzeylerde denenen devlet dışı müdahale ile RTE’nin iktidarının kastre edilmesidir. İktisadi alanda doğacak bir krize eşlik edecek olan kendi savunmasını gerçekleştirmeyi de gözönünde bulundurmuş bir toplumsal muhalefet başka faşist iktidarların nasıl sonunu getirmiş ise RTE’nin de sonunu getirebilir.
Bunun için toplumsal muhalefetin güçlendiği her durumda iktidarın saldırılarının da şiddetleneceğini bilerek bu saldırıları bir ölçüde frenleyecek ve muhalefete güven verecek bir özsavunma mekanizmasının gerçekleştirilmesi gerekir. Bunun ötesinde öncülük meselesinde iddialı olmak ama bunu tartışma konusu haline getirmeden faşizme karşı olabilecek bütün güçlerin ortak davranışını sağlayacak antifaşist bir mücadele birliğinin geliştirilmesi gerekir.
Kılıçdaroğlu gerçekleştirdiği “uzun yürüyüş” ve akabinde uygulamaya koyduğu diğer politikalar ile önderliğini kendine göre güvence altına almakta ve kimi kesimler de bunun böyle olmasından ciddi bir endişeye sürüklenerek mesafeli durmayı bu durumdan kurtulmak gibi görmektedirler. Tam tersine Kılıçdaroğlu’nun bu tutumlarından ürkmeye hiç gerek yoktur zira herşey normal yürüyecek olsa idi belki başarı onun olabilirdi ama herşey olağanüstü koşullarda cereyan edecek ve Kılıçdaroğlu’nun bugün gerçekleştirdiği “terbiyeli muhalefet”in derde deva olmadığı kendi kitlesi tarafından da görülecektir. İşte bu süreç içindedir ki en kararlı mücadeleyi sürdürenler mücadelenin öncülüğünü de garanti ederler. Öncülük bir pazarlık değil mücadele meselesidir.