CAN ÇAĞLAYAN yazdı: “Yaşadığımız coğrafyada deprem vb. tehlikeler her zaman olacaktır. Ancak gerçekte afeti yaratan, yani bu tehlikeleri afete dönüştüren, yaşam çevremizdeki ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, yapılı çevre vb. koşullardır ve bu koşulları ise tümüyle doğayı “rant alanı” haline getiren kapitalist politikalar belirler.”
CAN ÇAĞLAYAN
17 Ağustos 1999 tarihinde meydana gelen depremin üzerinden geçen 20 yılın sonunda hâlâ aynı soruya cevap aramaya devam ediyoruz: Bir dahaki seferde benzeri bir depreme daha hazırlıklı olacak mıyız? Bu 20 yılı neoliberal politikaların egemenliğinde ve üstüne üstlük yaklaşık 17 yılını da “Deprem takdiri ilahi bir olaydır” anlayışının iktidarında geçirince, yanıt ister istemez baştan “Hayır” oluyor.
Ülkemizde afet hizmetlerinin neoliberal politikalarla karşılaştığı tarih 17 Ağustos Depreminin hemen sonrasıdır. Deprem afetzedelerinin hem yeni konutlarının hem de yeni yaşam alanlarındaki altyapının inşasında kullanılmak üzere Türkiye ile Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, yani Dünya Bankası, arasında 23 Kasım 1999 tarihinde “Marmara Depremi Acil Yeniden Yapılandırma Projesi” adıyla bir “İkraz Anlaşması” imzalanmıştı1. Bu anlaşma sadece afetzedeler için yukarıda belirtilen iyileştirme faaliyetlerinin finansmanına yönelik hükümleri kapsamıyordu, Dünya Bankası’nın o güne kadar kamu eliyle yerine getirilen afet hizmetlerinin piyasaya açılmasına ve bu temelde “yeniden yapılandırılmasına” yönelik taleplerini de içeriyordu:
“Borçlu, 31 Aralık 2000 tarihine kadar, Afet Kanunu, İmar Kanunu ve İhale Kanunu'nda şekil ve içerik olarak Banka'yı tatmin edecek şekilde yapacağı değişiklikleri Parlamento'ya sunacaktır.”
Borçlu, yani Türkiye, biraz zamana yaysa da “Bankayı tatmin edecek” değişikleri yaptı. 2000-2010 arasında gerçekleştirilen yasal düzenlemelerle kısa adı DASK olan Doğal Afet Sigortaları Kurumu kurularak sosyal devlet uygulamasından “afet sigortacılığı” dönemine geçildi; Yapı Denetim Kanunu ile yapılaşma süreçleri kamunun denetiminden çıkartılıp piyasanın denetimine alındı; 5104 sayılı Kuzey Ankara Girişi Kentsel Dönüşüm Kanunu (2004), 5393 sayılı Belediye Kanunu (2005, özellikle Kanun’un 73. Maddesi) gibi düzenlemelerle kentsel dönüşümün önü açıldı ve kentsel rantın sermaye sınıfına akışı sağlandı; o güne kadar afet hizmetlerini yürüten kurumlar kapatıldı ve 2009 yılında AFAD (Afet ve Acil Durum Yönetimi Başkanlığı) kuruldu, böylece kamudaki kurumsal hafıza silindi.
Siyasi iktidarlar bu düzenlemeleri afet yönetiminin daha güçlü kılınması, yerleşimlerin afet güvenliğinin yükseltilmesi vb. hedefler için yaptıklarını iddia etseler de yaşananların afet güvenliğimize çare olmadığını her afet olayında gördük. Zaten 2010 sonrası dönemde afet kavramına yeni bir rol biçilmişti: kentin bir mekan olarak metalaşması ve ortaya çıkan rantın sermaye sınıfına aktarılması hedefine giden yolda kullanılabilecek bir araç olmak. Bu araçsallaştırmanın belki de en somut örneği 2012 yılında çıkartılan 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun olmuştur. 2011 yılı Ekim ayında meydana gelen Van Depreminin hemen sonrasında başlatılan propaganda ile hazırlanan ve gerekçesinde “ülkemizdeki yüksek deprem riskine”, “niteliksiz yapı stoğuna” yaptığı atıflarla topluma “temel bir afet yasası” olarak sunulan bu Kanun’un, afet risklerinin azaltılmasıyla yakından uzaktan ilgisi olmadığı, sermayeye kaynak aktarmaya odaklandığı daha ilk uygulamalarıyla birlikte görülmüş oldu. Bu Kanun’la yerli ve yabancı sermayeye “afet risk azaltma” kılıfında “çok cazip ve zengin yatırım fırsatları” sunulmuş oldu.
17 Ağustos Depreminin 20. yılında karşımızdaki afet güvenliği tablosu bunlarla sınırlı değil. Geçtiğimiz aylarda Kartal’da olduğu gibi daha deprem etkisi dahi olmadan yıkılan binalar; siyasi iktidarın “imar barışı” olarak adlandırarak sözde masumlaştırdığı ama aslında afetlere davetiye çıkartmak demek olan “Yapı Kayıt Belgesi” verilmesi gibi uygulamaları da eklediğimizde yaşadığımız çevrenin afetlere karşı daha güvenli olduğunu söylemek hiç mümkün değil.
Türkiye bir deprem ülkesidir. Deprem ve diğer afet tehlikelerine karşı hazırlıklı olmamız ve risk azaltıcı mücadele programlarını hayata geçirmemiz şart ve en önemlisi de “afet güvenliği” taviz vermeden savunulması gereken yaşamsal bir talep. Ancak gözümüzün içine baka baka oyalama taktiği izlendiği için “afet risk ve zarar azaltma çalışmaları” gibi afet güvenliğine yönelik temel çalışmalar bir türlü gerçekleştirilmiyor ancak bir “göstermelik hedef” olarak her yerde karşımıza çıkabiliyor. “Afet risk azaltma” bundan 5 yıl önce 10. Kalkınma Planı’nın (2014-2018) bir hedefiydi, bugün 11. Kalkınma Planı’nın (2019-2023) bir hedefi, herhalde bu gidişle 12. Kalkınma Planı’nın da hedefi olacak.
Açıktır ki, afet güvenliği talebinin gerçekleştirilmesini ne siyasi iktidarların ne de piyasa koşullarının insafına bırakamayız. Ancak özelde deprem, genelde afet güvenliği toplumsal muhalefetin ve sosyalistlerin gündeminde yeterince yer almıyor. (Sanırım bunda biraz da “deprem değil bina öldürür” sloganının etkisi büyük. Bu sloganla afet güvenliği tümüyle bina üretimi, statiği vb. teknik bir olguya indirgenmiş olduğundan siyaseten uzak durulacak bir alana dönüşüyor.)
Yaşadığımız coğrafyada deprem vb. tehlikeler her zaman olacaktır. Ancak gerçekte afeti yaratan, yani bu tehlikeleri afete dönüştüren, yaşam çevremizdeki ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, yapılı çevre vb. koşullardır ve bu koşulları ise tümüyle doğayı “rant alanı” haline getiren kapitalist politikalar belirler. Afetlerin ve kendisi de artık bir afete dönüşmüş olan iklim krizinin gerçek nedenleri olan bu koşullar iyileştirilemediği takdirde ne afet zararlarını azaltabiliriz ne de yaşam alanlarını güvenli kılabiliriz. Dolayısıyla afet güvenliği özünde politik bir taleptir ve afet güvenliği mücadelesi de kapitalist politikalara karşı mücadeledir.
Afet güvenliği de her politik mücadele gibi örgütlü bir hazırlığı; ekoloji ve afet konularını hem kendi aralarında eşgüdümlü hale getirecek hem de demokrasi mücadelesi ile bütünleştirecek programatik bir yaklaşımı ve sistematik ele alışı gerektirir. Artık ne türlü bir afet güvenliği istediğimize ve bunu nasıl gerçekleştireceğimize ve halkı bu yaklaşım etrafında nasıl örgütleyeceğimize odaklanmamız gerekiyor. Ara sıra hatırlamakla; 17 Ağustos’un yıldönümlerinde ya da kamuoyuna yansıyan afet olaylarının ardından yapılan basın açıklamalarıyla yetinmekle bu mücadele kazanılamaz.
1 Resmi Gazete:15.12.1999-23897