Ferda ÇETİN yazdı – “Uluslararası komplonun günümüzde de devam ediyor” tespiti ne bir komplo teorisi ne de rivayettir. ABD ve Avrupa Birliği bir eşgüdüm ve işbölümü içinde Kürt Özgürlük mücadelesini tasfiye etmek; sistem karşıtı olan bu öncülük yerine KDP tarzında, kendilerine bağlı bir öncülük yaratma savaşı yürütmektedir.
1991 yılının sonunda, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte, iki kutuplu dünya dönemi de sona eriyordu. ABD, dünyayı tek başına ve yeniden düzenlemek istiyor, bu amaçla bir ‘master plan’ hazırlıyordu. Adına ‘Yeni Dünya Düzeni’ denilen bu revizyonun merkezi Ortadoğu’ydu. Fakat böylesine kapsamlı bir yeniden yapılanmanın gerçekleşebilmesi için, öncelikle bölgesel-statükocu iktidarlar ile sistem karşıtı toplumsal hareketlerin etkisiz hale getirilmesi gerekiyordu.
ABD’nin eski ulusal güvenlik danışmanlarından Zbıgniew Brzezinski, “2000’li yıllara sıfır terörle girmek”ten söz ediyordu. ABD, bu ‘görev’ kapsamında, 2000’li yıllara kendi aleyhindeki bütün oluşum ve dengeleri bozarak girmek istedi. Bu plan Balkanlarda, Yugoslavya’da hayata geçirilmiş, Kürdistan, Afganistan ve Ortadoğu için yeni düzenlemeler düşünülüyordu. Adına ‘Büyük Ortadoğu Projesi’ (BOP) denilen bu planın detayları, her coğrafyada özgünlüklerine göre oluşturulacaktı. BOP stratejisine uygun olarak iç karışıklıklar, etnik ve mezhepsel çatışmalar eşliğinde iktidarları değiştiren ABD açısından, sistem dışı bir aktör olan PKK de mutlaka tasfiye edilmesi gereken bir güçtü. ABD, bu planını başta İngiltere ve Almanya olmak üzere Türkiye ile paylaşmış ve hazırlıklara başlanmıştı.
NATO Gladiosu’nun operasyonu başlatılıyor
Türkiye Kara Kuvvetleri Komutanı Atilla Ateş’in 16 Eylül 1998 tarihinde Hatay/Reyhanlı’da Suriye’ye tehditler savurduğu konuşması ile saldırının startı verilmişti. Türkiye Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 1 Ekim 1998 günü, TBMM’nin açılışında yaptığı konuşma, Kara Kuvvetleri Komutanı Ateş’in konuşmasının tekrarıydı. Açık bir biçimde Suriye devleti tehdit ediliyor, Öcalan Suriye’den çıkarılmazsa eğer, Suriye’ye müdahale edileceği belirtiliyordu. Böylece söylenenlerin sadece ordunun değil, devletin ve hükümetin de görüşü olduğu mesajı verilmişti. Türkiye, ABD’nin planını hayata geçirmek için ne kadar istekli ve kararlı olduğunu gösteriyordu. Bu konuşmaların akabinde, Mısır Devlet Başkanı Hüsnü Mübarek önce Ankara’yı, ardından Şam’ı ziyaret etmiş; Mübarek, Hafız Esad’a geliştirilecek sürecin ciddiyetini, eğer Öcalan Suriye’den çıkarılmazsa oluşacak uluslararası baskıyı ve tehditleri anlatmıştı. Suriye yetkilileri de bu durumu doğrudan Öcalan ile paylaştı. Böylece Öcalan’ın, “NATO Gladiosu’nun operasyonu” dediği süreç başlatılmış oldu.
Daha evvel de benzer tehdit ve şantajlara maruz kalan ama pozisyonunu değiştirmeyen Suriye her şeye rağmen ABD ve Türkiye’ye direnebilir miydi?
Öcalan’ı Suriye’den esas çıkartan güç İsrail’dir
Suriye yönetimi, başından itibaren PKK Önderliği ile taktik yanı ağır basan bir ilişki biçimi içindeydi ve bu düzeyi aşmak istemiyordu. Hafız Esad liderliği, ABD ile Sovyetler Birliği arasındaki hegemonya çatışmasına dayalı olarak vücut bulmuştu. Sovyetler Birliği’nin çözülüşüyle birlikte ortaya çıkan kritik aşamada hiçbir taktik ilişkiyi koruyacak durumda değildi. Öcalan -PKK oluşumuyla- Türkiye’yi dengelerken, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin 1958’den bu yana devam eden Suriye üzerindeki tehdidine ve İsrail yanlısı eğilimine karşı bir denge yaratmak istiyordu. Suriye rejimi bu konuda PKK’yi “uygun bir araç” gibi görüyordu. Nitekim bu düşüncenin sonucunda PKK ile uzun süreli bir taktik ilişki içine girilmişti. Suriye, kendi başına “farklı ve ikinci bir Kürt politikası” arayışı ve düşüncesi içinde değildi.
Türkiye, ABD ve İsrail açısından da PKK, mevcut ilişki ve statü içinde, emperyal güçler- yerel iktidarlar ilişkisinde bir yere oturtulamayan bir konumdaydı. Bu yönüyle Ortadoğu’da, İsrail yanlısı eğilimin gelişmesi önünde de engel teşkil ediyordu. Bütün bu nedenlerden ötürü Öcalan’ı Suriye’den çıkartan esas gücün İsrail olduğu söylenebilir. Şüphesiz ABD’nin siyasi ve Türkiye’nin askeri baskıları da bunda rol oynamıştır. Unutmamak gerekir ki, İsrail daha 1950’lerde Türkiye ile kapalı antlaşmalar içindeydi. İkinci kez 1996’da ‘anti-terör’ adı altında imzalanan ilave bir antlaşmayla ABD, İsrail ve Türkiye Cumhuriyeti arasındaki anti-PKK ittifakı tamamlanmış oluyordu.
İsrail istihbaratı bu uluslararası planın önemli bir parçasıydı. Kürt Halk Önderi Öcalan AİHM’ne gönderdiği savunmalarında bu konuya da değiniyor, “çıkışın az öncesinde İsrail istihbaratı dolaylı yoldan ve ısrarla Suriye’den çıkmam gerektiği mesajını vermişti” diyor. ‘Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı’ isimli kitabında ise İsrail’in Kürt politikasını anlatıyor; “Özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında Kürt sorununun patronajlığına soyunan İsrail, şahsımda giderek etkili olmaya başlayan Kürt sorununda ikinci bir çözüm tarzına tahammül edemeyecek denli hassastı. Benim çözüm tarzım hesaplarına kesinlikle uygun düşmüyordu. Hakkını inkâr etmemeliyim; MOSSAD dolaylı yoldan beni kendi çözüm yoluna davet etti. Ama buna da ben hem ahlaken hem de siyaseten açık ve hazır değildim.” (UYGARLIK-Maskeli Tanrılar ve Örtük Krallar Çağı)
1999 Komplosunda İsrail’e, istihbarat bilgilerinin oluşturulması ve takip görevi verilmişti. Dolayısıyla İsrail devleti, başından sonuna kadar bu operasyonun içinde aktif bir rol oynadı.
MED TV ekranları karartılıyor
Kürt Halk Önderi Abdullah Öcalan 1998 yılında sık sık “uluslararası bir komplo”dan, başını ABD ve İngiltere’nin çektiği büyük bir oyundan söz ediyordu. 9 Ekim 1998 akşamı Öcalan, MED TV’deki bir programa katılacaktı. Ancak o akşam, MED TV ekranları “karartıldı”. 1995 yılından beri İngiliz Bağımsız Televizyon Komisyonu(ITC) lisansı ile yayın yapan tek Kürt televizyonunun lisansı iptal edilerek yayınına son verildi. ITC, MED TV’nin yayın ilkelerini ihlal ettiğini belirtiyor; ancak bu “ihlallerin” düzeltilmesi için ön uyarı veya para cezası prosedürleri atlanarak doğrudan kapatmaya karar veriliyordu.
ITC yöneticisi Robin Biggem’in, aynı zamanda silah üreten Britishairspare (BAS) şirketinin de ortağı ve tepe yöneticilerinden olduğu daha sonra açığa çıkacaktı. BAS’ın Türkiye ile önemli ticari ilişkileri vardı, Türkiye’ye önemli miktarda silah satıyordu. İngiliz gazeteleri bu durumu aylar sonra, “rezalet” başlıkları ile duyurduklarında iş işten geçmişti. Sonuçta Robin Biggem’e de, ITC da bir şey olmadı. Rezalet denilen karanlık-ticari ilişkiler ağı da bir süre sonra unutuldu.
Kürt Halk Önderi Öcalan’ı ve PKK’yi tasfiye etmek isteyen emperyal konsorsiyum, Kürt halkının bu operasyon hakkında bilgilenmemesi ve TV üzerinden örgütlenmemesi için kapatma kararı almıştı.
Niçin Yunanistan?
Öcalan ve yakınındaki arkadaşları Avrupa’ya çıkışı ve bunun için de en uygun ülkenin Yunanistan olacağına karar vermişti. Neden Yunanistan tercih edilmişti? Öcalan’ın Yunan parlamentosunda ve devlet içinde kişisel dostluk ilişkileri vardı. Bu kesimler bazen tek tek bazen gruplar halinde Öcalan’ı ve PKK yönetimini ziyaret ediyor, görüş alışverişinde bulunuyordu.
1997 yılında, Kürt Halk Önderi Öcalan daha Suriye’de iken, 300 üyeli Yunan parlamentosunda, 175 Yunan parlamenter, imzalı bir çağrı ile Öcalan’ı Yunanistan’a davet ediyordu. Öcalan Yunanistan’a gidişini Atina Karma Yeminli Mahkemesi’ne gönderdiği ve kitap olarak basımı yapılan Atina Savunması’nda anlatmaktadır;
“Atina’ya, dolayısıyla Avrupa’ya gidişe karar kılmamda genel nedenlerle birlikte, özel olarak Yunanistan eski Ulaştırma Bakanı ve PASOK Milletvekili Kostas Baduvas’ın vaatleri etkili oldu. 6 Ekim 1998’de Şam’da, Ayfer Kaya’nın da tanıklık ettiği görüşmemiz sırasında Baduvas, Yunanistan Parlamentosu’nun 109 milletvekilinin Yunanistan’a gelmem yönünde daveti olduğunu hatırlatarak, Yunan hükümetinin Atina’ya gelişime destek verdiğini, kendisinin ülkesine geri dönüp hazırlıklara başlayacağını belirterek, Atina Havaalanı’nda beni karşılayacağı sözünü vermişti.
Bu temelde 9 Ekim 1998’de Şam Havaalanı’nda, Suriye’ye ait bir yolcu uçağıyla Atina’ya hareket ettik. Uçak, Atina Hellinikon Havaalanına indiğinde, bizzat davet eden, önceden her şeyin hazırlandığını bildiren ve karşılama sözü veren Baduvas ortalıkta yoktu, hiç gözükmedi. Baduvas beklenirken karşımıza Savvas Kalenderidis ve istihbarat üst düzey yetkilisi Stavrakakis çıktı. 9 Ekim’de Suriye’den geldiğimiz havaalanında bekletilirken, yanımdaki Ayfer Kaya, Baduvas’a gelmesi için defalarca telefon açtı. Baduvas, ‘Benim yapabileceğim bir şey yok, Başbakanlık’ta görüşmedeyim’ diyerek gelmiyordu…
Daha sonra anlaşıldı ki, Suriye’den çıkarılarak Yunanistan tuzağına çekilmemde Baduvas şahsında İngiltere’nin rolü olmuştu. Bir İngiliz yetiştirmesi olan Baduvas’ın daveti, ABD-İngiltere-Simitis komplosunun ilk adımı olarak devreye konulmuştu. Bu andan itibaren nereye gidersem gideyim amansız takip ve kontrol, NATO ve ABD tarafından devam edecekti…”
Suriye’den çıkış kesinleştiğinde Öcalan, 9 Ekim 1998 günü Yunanistan’a gitti ve iltica başvurusunda bulundu. Öcalan’ın iltica başvurusu, başvuruyu elden ileten avukatların gözleri önünde, parlamento ikinci Başkanı Ziguridis tarafından yırtılıp atıldı. Bu Öcalan’ın ilk gidişiydi, daha sonra 29 Ocak 1999 tarihinde Yunanistan’a ikinci kez geldiğinde de benzer bir yaklaşımla karşılaşacaktı.
Rusya’ya geçiş…
Öcalan Yunanistan’a gelişini ve oradaki durumu, 2001 yılında yazdığı, “Sümer Rahip Devletinden Halk Cumhuriyetine Doğru” isimli kitapta anlatmaktadır; “…Yunanistan’da yetkililere, iltica başvurusunda bulunmak istediğimi ve buna hakkım olduğunu söylediğimde, zor kullanacaklarını belirtmeleri karşısında Moskova’ya doğru yola çıktım. Moskova’da milletvekili Jirinovski tarafından karşılandım… Daha sonra Başbakan Primakov’un en çok 9 gün kalabileceğimi belirttiğini, ayrılmazsam zorla gönderileceğimi belirttiler.”
Öcalan Yunanistan’dan ayrılarak Rusya’ya geçtiğinde Duma, Öcalan’ın Rusya’da kalmasını 298 oyla kabul etmiş, bir oy çekimser çıkmıştı.
Duma’nın bu kararına ilk tepki, ABD’den gelmişti. ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü James Rubin, yaptığı açıklamada, “Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, PKK’yi terör örgütü olarak ilan etmiştir. Rusya hükümetinden, Öcalan’ı hemen sınır dışı ya da iade etmek için gereken adımları atmasını istedik. Hiçbir ülke, bu ‘teröriste’ sığınma hakkı tanımamalıdır. Tekrar vurguluyorum, hiçbir ülke!” diyordu…
Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin de Duma’nın kararını onaylamadı. Öcalan 33 gün sonra Rusya’dan ayrılmak zorunda kaldı. Öcalan, Moskova yönetiminin özgür irade sahibi olmadığını, krize ve neo-liberal politikalara teslim olduğunu belirtiyor;
“… Moskova’daydım. Rus yetkililer çok acilen Rusya’dan çıkmamı, bunun için ellerinden ne geliyorsa yapabileceklerini söylüyorlardı. Kocaman İstihbarat Şefi şunu belirtiyordu: ‘Altı ay sonra olsaydı her şey kolay olurdu. Biz de sana böyle davranmazdık.’ Evet, 1998 krizi Rusya’yı teslim almıştı ve en yetkili ağızlardan itiraf ediliyordu. Gayet iyi hatırlıyorum. Benimle ilgili operasyonu yürüten İsrail Başbakanı Ariel Şaron ve ABD Dışişleri Bakanı M. Albraight alelacele Moskova’ya gelip 10 milyar dolar kredi karşılığında Rusya sahası dışına atılmamı sağlamışlardı.
Bu amaçla IMF ile anlaşma imzalanmıştı. Türkiye ile Rusya arasında da Rusya’dan çıkarılmam karşılığında ayrıca ‘Mavi Akım’ Anlaşması imzalanmıştı. ABD muhalefetine rağmen Rusya’nın bir şartı da bu anlaşmanın imzalanması oluyordu. Rusya sistem hegemonunun istediği neoliberal politikalara çekildikten sonra yavaş yavaş felçli halinden çıkıp sistemle bütünleşti. Sanal ve finansal karşı devrimler çağında bir karşı devrim de böyle gerçekleştiriliyordu!”
İtalya’ya geçiş…
Rusya’nın Öcalan’a iltica hakkı tanımaması aksine, en kısa sürede ülkeyi terketme uyarısı yapması üzerine Öcalan, İtalya’daki ERNK Temsilcisi Ahmet Yaman aracılığıyla İtalya Yeniden Kuruluş Komünist Partisi (PRC) Milletvekili Ramon Mantovani’nin devreye girmesini istiyor. Nitekim 12 Kasım 1998 günü, Rusya’dan, İtalya’nın başkenti Roma’ya geliyor. Böylece Öcalan’ın ilk Rusya ziyareti, 33 gün sonra son buluyordu.
Öcalan Roma’ya iner inmez, Roma İstinaf Mahkemesi Öcalan hakkında gözetim altı kararı aldı. Bu karar Almanya Carlsruhe Federal Mahkemesi’nin Öcalan hakkında verdiği, 12 Ocak 1990 ve 1 BSJ 195/88-3 BGS 9 /90 sayılı kararına dayandırılıyordu. Alman Devleti bu karara dayanarak Öcalan hakkında yakalama ve tutuklama kararı almış, 1990 yılının haziran ayında bu kararı İnterpol Genel Sekreterliği’ne bildirmiş, İnterpol de tüm ülkelere iletmişti. İtalya yasalarına göre gözetim altında tutulan kişinin, bu karardan sonra İtalya dışına çıkması da mümkün değildi. İtalya’nın önünde sadece üç seçenek vardı; Ya Öcalan’ı kendisi yargılayacaktı ya hakkında tutuklama kararı veren Almanya’ya iade edilecekti ya da Uluslararası bir mahkemede yargılanmasını sağlayacaktı.
Öcalan İtalya topraklarında ve gözetim altında olduğu sürece İtalya’nın elinde dördüncü bir seçenek yoktu. İtalya hükümeti bu durumun farkındaydı ve sorunu Avrupalı ortakları ile paylaşmak istiyordu. Bu çerçevede İtalya Başbakanı D’Allema Almanya Başbakanı Gerhard Schöder’le, AB Komisyon Başkanı Jacques Santer’le, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’la, İspanya Başbakanı Jose Aznar’la peş peşe Öcalan’ın durumunu görüştü.
Clinton D’Alema’yı uyarıyor: “Tarihi bir hatadan kaçının!”
İtalya Başbakanı D’Allema bu görüşmeleri yaparken ABD Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, 21 Kasım 1998’de Öcalan’ın hiçbir ülkeye kabul edilmemesi için çeşitli girişimler başlatıyordu. Bu kapsamda, dönemin NATO Genel Sekreteri Javier Solana ile uzun bir görüşme yaptı. Ardından bizzat ABD Başkanı Bill Clinton devreye giriyor, 24 Kasım 1998 günü, iki kez telefonla aradığı İtalya Başkanı D’Alema’ya, “tarihi bir hatadan kaçının!” diye uyarıyordu.
Sorun karmaşık ve çözümsüz bir hal alıyordu. İtalya ve Almanya başbakanları 27 Kasım 1998 günü Bonn’da bir araya geldiler. Görüşmeden sonra ortak basın toplantısı düzenleyen D’Allema ve Schröder, Kürt sorununun barışçıl çözümü için, Avrupa’nın harekete geçeceğini belirterek, iki ülke dışişleri bakanlarının çalışmaları başlatmak üzere görevlendirildiklerini açıkladılar.
Bu açıklamadan bir gün sonra, 28 Kasım 1998 günü, ABD Ulusal Güvenlik Konseyi Başkanı Sandy Berger, Öcalan’ın uluslararası hukuk çerçevesinde yargılanamayacağını, Türkiye’ye teslim edilmesi gerektiğini belirterek İtalya’yı suçladı.
ABD Avrupa’ya baskı uyguluyor
ABD’nin bu açıklamasına rağmen İtalya Dışişleri Bakanı Dini ve Almanya Dışişleri Bakanı Fischer 29 Kasım 1998 günü Roma’da bir araya geldiler. Toplantı sonrasında iki bakan, “Kürt sorununa Avrupa çözüm inisiyatifi çalışmalarına başladıklarını, Öcalan konusunda ise uluslararası bir mahkeme kurulması konusunda görüş birliğine varıldığını” açıkladılar. İki ülke uzmanlarından oluşan komisyonun, mahkemenin oluşturulması ve işleyişini incelemek üzere bir hafta içinde çalışmalara başlayacağı da basın önünde açıklanıyordu.
27-28-29 Kasım 1998 tarihleri, Avrupa ile ABD’nin Öcalan’ın akibeti hakkında yoğunca tartışmalar yaşadıkları günlerdi. Almanya, kendi mahkemesinin daha evvel verdiği bağlayıcı bir karardan dolayı, İtalya ise Öcalan kendi topraklarında sığınma talebinde bulunduğu için sıkışık bir durumdaydı. Bu nedenle her iki ülke, sorunun ortaklaştırılması ve Avrupa’nın inisiyatif almasında diretiyordu.
3 Aralık 1998 günü AGİT Bakanlar Konseyi toplandı. Toplantı sonrasında bir açıklama yapan Almanya Dışişleri Bakanı Jocka Fischer, “İtalya ve Almanya Öcalan konusunda uluslararası bir mahkeme kuramazlar” dedi. Böylece Fischer 29 Kasım günü bizzat kendisinin yaptığı ‘Öcalan için uluslararası mahkeme kurulması’ fikrinden vazgeçildiğini açıklamış oluyordu.
Uluslararası komployu düzenleyenler Öcalan’ı İtalya’nın ve Avrupa’nın dışına çıkarmak, böylece hukuk ve mahkemelerin zorunlu kıldığı prosedürü aşmanın çarelerini aramaya başlamıştı.
Öcalan’ı Avrupa’dan çıkarmak için tutuklama kararı kaldırılıyor
Tek çözüm Almanya Carlsruhe Federal Mahkemesi’nin 1990 yılında, Öcalan hakkında verdiği tutuklama kararının ortadan kaldırılmasıydı.
Nitekim öyle yapıldı. Söz konusu kararın kaynağı olan iddianame ve dava dosyası açılmadan, mahkeme kurulmadan, tam bir keyfilik örneği sergilenerek siyasi bir kararla mahkeme hükmü iptal edildi. 17 Aralık 1998 günü söz konusu tutuklama kararını kaldırıldı. Ardından İtalya İstinaf Mahkemesi de bu karara dayanarak, “gözetim altı” kararını kaldırdı.
İtalya yetkilileri; “Öcalan artık özgürdür, dilediği yere gidebilir” açıklaması yaptılar. Kürt halkı, olayların sıcaklığı içinde bu kararı sevinçle karşıladı. Kimse, art arda alınan bu kararlardan kuşku duymadı. Hatta Almanya ve İtalya’ya teşekkür edildi. Oysa bu iki karar, ABD ve İngiltere’nin gerçekleştirmekte kararlı oldukları komplonun tırmandırılması anlamına geliyordu. Almanya ve İtalya, bu kararın yol açacağı sonuçları çok iyi biliyordu. Bugün bakıldığında, komployu derinleştiren sürecin, Suriye’den çıkışla değil, Avrupa’nın resmi tutumu anlamına gelen “Öcalan’ı Avrupa’dan çıkarma” kararı ile başladığı daha net görülüyor. Eğer Almanya ve İtalya tutuklama ve gözetim altında tutma kararlarını kaldırmasaydı komplo imkansız olacaktı.
Rusya: ‘Kim daha çok para verirse onunla olurum’
Alman Mahkemesi’nin, Öcalan’ın tutuklanması kararını kaldırmasından sonra, İtalya hükümeti rahatlamıştı. İşler kolaylaşmıştı. Bu aşamada, İtalya dışında Öcalan’a gideceği bir yer aranıyordu.
Bu arayışlar çerçevesinde İtalya ve Rusya arasında kritik bir görüşme yapıldı. İtalya Dışişleri Bakanı Dini ve meslektaşı İgor İvanov, Öcalan konusunda Moskova’da bir araya geldiler. Bu görüşmede Dini, Öcalan’ı kabul etmeleri halinde, Rusya’nın İtalya’ya olan 8 milyar Dolarlık borcunu silmeyi vaat ediyordu. Bu pazarlık Giornale gazetesine yansıdı. Anlaşılmıştı ki İtalya hükümeti de bir biçimde Kürtlerden ve Öcalan’dan kurtulmak istiyordu. Ama Rusya bir taraftan Türkiye ile “Mavi Akım” adı ile bilinen, doğal gaz projesi ortaklığı görüşmeleri yapıyor, diğer yandan ABD’nin yoğun baskısı altındaydı. O günkü Rusya’nın pozisyonu “kim daha çok para verirse onunla olurum” düzeyindeydi.
7 Aralık 1998 günü istisnai bir olay yaşandı. Fransız Savcı Jean François Richard sınır ötesi bir operasyon gerçekleştirdi. Roma’da Öcalan’ın kaldığı evi bastı. Evde arama yaparak, Öcalan’ın ifadesini almak istedi. Öcalan savcıya ifade vermeyi reddetti. Fransız savcısı İtalya’daki ev aramasının tek amacı vardı: Öcalan, İtalya’da veya başka bir Avrupa ülkesinde kalsa dahi Fransa tarafından aranıyordu, bu nedenle ihtimal de olsa Öcalan Fransa’ya gelmemeliydi.
Aynı tarihte, yani 7 Aralık 1998 günü İtalya Başbakanı D’Alema’nın İngiliz Danışmanı Philip Robins, Londra’ya giderek Başbakan Tony Blair ile görüştü. Robins, Blair ve diğer İngiliz yetkililerinin kendisine, “Avrupa’nın Öcalan’ı kabul etmeyeceğini” kesin bir dille belirttiklerini söyledi.
“İtalya’da kaldığım 66 gün boyunca, korkunç psikolojik baskılara maruz kaldım. En iyi eğitilmiş polis gruplarıyla çok yoğun bir denetim kurulmuştu. Odadan ayrılmama bile fırsat tanınmıyordu. Polis, yatak odama kadar giriyordu. Kalmakta ısrar etmem durumunda, kaçırılma ihtimali bahanesiyle çok sıkı bir denetime razı olmam dayatılıyordu. Neticede, İtalya Başbakanlığı tarafından tahsis edilen bir uçakla tekrar Rusya’ya gitmek zorunda kalacaktım…
Tekrar Moskova’ya vardığımda tarih, 16 Ocak 1999’u gösteriyordu. Sonradan ortaya çıktı ki; İtalya’nın, ‘Öcalan’ı geri alın, size IMF’nin bloke ettiği 1998 yılı yardımının ilk bölümü olan 8 milyar dolarlık krediyi açtıralım’ teklifi, Rusya tarafından kabul edilmişti…” (Öcalan, Atina Savunması)
“Üç gün içinde Rusya’yı terk edin!”
Öcalan Rusya’ya ikinci gelişinde, 17 Ocak 1999 günü, Rus güvenlik görevlileri ona; “Hükümetimiz, sizin burada kalmanıza müsaade etmiyor. Üç gün içerisinde Rusya’yı terk etmeniz gerekiyor, ama gideceğiniz yeri biz belirleyeceğiz” diyorlardı. Hükümetin bu kararının aynı zamanda Primakov tarafından kendilerine verilmiş bir talimat olduğunu da belirtiyorlardı. Bir gün sonra, yani 18 Ocak 1999 günü Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Aleksandr Lebedev, Türk tarafına “Öcalan, yakalanır yakalanmaz sınır dışı edilecek” sözü veriyor, Bülent Ecevit de aynı gün basına yaptığı açıklama ile bunu teyit ediyordu.
Öcalan Rus yetkililere Kürdistan’a gitme isteğini iletiyor, Ruslar öneriyi olumlu karşılıyor ve “Ermenistan üzerinden sınıra bırakabiliriz”diye yanıtlıyordu. Ancak kısa bir süre sonra kararlarını değiştiriyor ve “durum değişti, Tacikistan’a gidiyoruz!” diyorlardı. Öcalan 20 Ocak 1999 günü bir kargo uçağıyla Tacikistan’ın başkenti Bişkek’e götürüldü ve Bişkek’te bir köyde, 8 gün, dışarıyla tüm bağlantıları kesilerek tam bir tecrit altında tutuldu. Tecridin 8. Günü olan 28 Ocak 1999 günü hazırlanan bir uçakla tekrar Moskova’ya getirildi. Havaalanından alınarak Rus özel birliklerinin kaldığı bir binaya götürülen Öcalan, bu binada Rus görevlileri tarafından hakaret ve tehditlere maruz kaldı. Öcalan’a, ertesi gün bir uçakla Şam’a gönderileceğini belirtiliyordu.
İkinci kez Yunanistan’a geliş…
Öcalan bu anlaşılmaz durumun tehlike içerdiğini görünce, kendisine refakat eden arkadaşları üzerinden ERNK Yunanistan temsilciliğini aratarak Amiral Naksakis’e can güvenliğinin tehlikede olduğunu bildiriyor ve yardım talebinde bulunuyordu.
“Son durak olarak ikinci kez, emekli Amiral Naksakis’in getirdiği özel uçakla, 29 Ocak 1999 günü Atina’ya indim. Naksakis tarafından VIP’ten geçirilerek, Nea Makri’de oturan yazar Vula’nın evine getirildim. Burada bir gece kaldım. Rusya’dan tekrar Atina’ya gelişimden, Yunan hükümeti haberdar görünüyordu, ancak kaldığım yeri bilmiyordu…” (Öcalan, Atina Savunması)
Yunanistan hükümeti ve istihbaratı Öcalan’ın ülkede kalmasını ve iltica başvurusunu engellemekle kalmıyor, onu bir an önce Yunanistan’ın dışına çıkarmak için uğraşıyordu. Bu belirsizlik, tehdit ve baskı ortamında Öcalan, Stavrakakis’e, Hollanda’ya gitme önerisi yapıyor. Stavrakakis, Şengen Anlaşması’ndan ötürü, Hollanda’nın kendisini Yunanistan’a iade edeceğini belirterek, Şengen ülkesi olmayan bir ülkeden transit geçiş yapılmasını öneriyor. Bunun için de Beyaz Rusya’nın Minsk kenti uygun görülüyordu.
Öcalan, 31 Ocak 1999 günü Yunanistan’ın temin ettiği bir uçakla saat 18.00’de Minsk Havalanı’na iniyor. Havalanı yetkilileri, Öcalan’a uçağın içinde, Rusya Başbakanı Primakov’un, “Avrupa’nın tüm uluslararası havalanları Öcalan’a kapatılmıştır” kararını bildiriyor. Öcalan, uçağın içinde saatlerce bekletiliyor. Uçağın pilotu Öcalan ve yanındaki refakatçileri indirmek için olağanüstü bir gayret ve ikna çabası içine giriyor. Fakat bu öneriyi kesin bir şekilde reddediyorlar.
Öcalan ve beraberindekiler uçaktan inmeyince, Yunanistan uçağı 31 Ocak’ı 1 Şubat’a bağlayan gece saat 04.00’te tekrar Atina’ya döndü.
Rusya’da yayınlanan ekonomi gazetesi Kommersant’ın yaptığı habere göre, 30 Ocak 1999 günü, Davos’ta gerçekleştirilen Dünya Ekonomik Forumu toplantısında, Rusya Başbakanı Primakov ile ABD’li petrol şirketleri arasında, Kürt Halk Önderi Öcalan üzerinden pazarlıklar yapılıyor. Kommersant’ın, “Apo’ya karşı petrol pazarlığı” başlıklı haberine göre, Davos anlaşmasıyla Kazak petrollerinin Rusya üzerinden, Azeri petrollerinin ise Türkiye üzerinden dağıtılması kararlaştırılıyor. Buna karşılık Ankara, Kazak petrollerinin Boğazlar üzerinden dağıtılmasını engellememe taahhüdünde bulunuyor. Anlaşmaya göre Moskova da, Bakü-Ceyhan boru hattına müsaade edecek ve Öcalan’ın iltica başvurusunu kabul etmeyecektir.
Kenya süreci…
Öcalan, Kenya sürecini, “Atina Savunması” isimli kitabında detaylıca anlatmaktadır;
“Kenya’ya götürülmemi, ABD Atina Büyükelçisi Nicholas Burns’un Simitis ve Pangalos’tan istediği sonradan ortaya çıkacaktı. İsviçre’den geldiği belirtilen NATO Gladiosu veya CIA’in ayarladığı kuvvetle muhtemel olan bu gizli uçak, 2 Şubat 1999 günü Saat 11.00 sıralarında Nairobi havaalanına indi. Kenya Büyükelçisi Kostoulas, beni karşılamaya geldi ve rahatlıkla havaalanından aldı. Gümrük geçişini de tamamen elçinin kendisi yaptı. Daha sonra arabasına bindik ve gittik.
Sonradan Büyükelçi Kostoulas’ın uzun yıllar NATO bünyesinde görev yapmış bir diplomat olduğunu öğrenecektim. Kostoulas, havaalanındaki karşılamada, “NATO’da 20 yıldır sürekli seni araştıran birimin başındayım. Seni gökte ararken yerde buldum” demişti. Ortaya çıktı ki, bu süreçte NATO’nun özel operasyon birimi tarafından kontrole alınma durumum vardır.
Kenya’ya ilk ayak bastığım 2 Şubat gününden itibaren, her gün Kostoulas’ın evinden çıkmam yönünde baskılar artarak devam ediyordu; özellikle 4 Şubat-15 Şubat arası. Sürekli dışarıya çıkmaya zorlanıyordum; bir ara Kenya’daki bir papazın evine yerleşmem istendi. Yunanistan’ın sorumluluğu ve güvenliği altında olduğumu hatırlatarak bunu reddettim. Bir başka sefer, Yunanlı olduğu söylenen Kenya Sağlık Bakanı’nın evinde kalmam istendi. Bu öneriyi de can güvenliği açısından sakıncalı görerek kabul etmedim. Seyşel Adalarına götürüleceğime dair öneri kararlaştırılır. Bu öneri direkt Stavrakakis tarafından getirildi. Seyşeller için bir işadamını da devreye koydular. Yorgos Panos isimli bu işadamı yanıma gelerek, ‘Ben Seyşelleri çok iyi biliyorum. Sana pasaport verirler. Hatta diplomatik pasaport verirler’ diyordu. Bunun çalışmaları 5-6 gün devam etti. Hatta 12 Şubat’ta hareket edeceğimiz söylendi. Daha sonra kendileri teknik nedenle bunun olmadığını belirttiler. Nihayetinde bir pasaport gelmedi. Bunun da bir oyalama olduğu ortaya çıkacaktı. Buradan da ortaya çıkıyor ki, aslında ilk olarak imham planlanmıştı; bu olmayınca İmralı planı devreye konuldu.”
Bütün bunlar olurken Türkiye, Öcalan’ı Nairobi’den almak üzere gönderilecek uçağın hazırlıklarını yapmaktadır.
Cavit Çağlar’ın uçağı Uganda’ya yollanıyor
TC-CAG tescil işaretli Fransız Dassault imalatı Falcon 900B tipi bu uçak, Cavit Çağlar’ın sahibi olduğu Nergis Havacılık Şirketi’nin uçak filosunda yer almaktadır. Bu uçak, 10 Şubat 1999’da İstanbul’dan kalkarak yerel saatle 16.00 sularında Uganda’nın Entebbe havaalanına iner. Bu uçağın özelliği, hiç durmadan yedi saat yolculuk yapabilecek kapasitede olmasıdır. Uganda yetkilileri ile yazışmayı, Türkiye havaalanlarında güvenlik konusunda hizmet veren Gözen Havayolları yetkililerinden Mehmet Dülgeroğlu yapmaktadır. Dülgeroğlu, Entebbe havaalanı yetkililerine bir mektup gönderir. 9 Şubat tarihli mektupta şu bilgiler yer almaktadır: Operatör: Nergis Havayolları, Uçak tipi: Falcon 900B, Numarası: TC-CAG, Amacı: İş için-özel uçak. Mehmet Dülgeroğlu, uçak ve yolcular hakkında bilgiler verdiği mektubunda uçakta yer alan kişilere yardımcı olunmasını, söz konusu kişilerin vize işlemlerinin de orada halledilmesini ister. Dokuz kişilik operasyon ekibinde, Atilla isimli kaptan pilot, Sadık Sindal ve Yalçın Bal isimli iki mürettebatın dışında; beş MİT mensubu ve bir askeri tabip yer almaktadır. Türk işadamı heyeti görünümündeki operasyon ekibi, Amerikalılarla anlaştıkları üzere Kenya’nın kuzey komşusu Uganda’nın başkenti Kampala’ya giderek, beş günlüğüne Entebbe Lake Victoria Oteli’ne yerleşerek Kenya’dan gelecek haberi beklerler.
Operasyon ekibindeki bazı isimlere ilişkin bilgiler, Uganda’da yayınlanan New Vision gazetesinde, “Entebbe havaalanındaki uçakta yer alan Türklerin isimleri” başlığı ile yayınlanır. Bu tim; Genelkurmay Özel Kuvvetler Birliği’ne bağlı bir tuğgeneral, bir albay ve Gülhane Askeri Tıp Akademisinden bir subayın da yer aldığı yedi kişiden oluşmaktadır. Ancak içlerinden birisinin ismi yabancıdır; Gelar Rahim Reha, Naki Kor, Hakan Yiğit, Murat Gürlay, Onur Ateş, Ali Sevgili ve Barış Tayfun.
Öcalan zorla Kenya Büyükelçiliği’nden çıkarılıyor
Haber geldiğinde Kenya’ya hareket edecek bu uçağın o zamanki gerçek öğeleri silinerek sahte Malezya bayrağı ve öğeleriyle donatılacaktı. Aynı gün (10 Şubat 1999) Büyükelçi Kostoulas ve işadamı Yorgos Panos da Kenya Büyükelçiliği konutuna gelerek, Öcalan’ı bir kez daha Seyşeller planı adı altında elçilikten dışarı çıkmaya ikna etmeye çalışıyorlardı. Öcalan ve refakatindekiler tüm güvencelere ve seçeneklere karşılık elçilikten çıkmama kararlılığı gösterince, zorla dışarı çıkartma girişimleri devreye konuldu ve 9 Ekim 1998 günü startı verilen uluslararası komplo, 15 Şubat 1999 günü, Öcalan’ın İmralı Adası’na hapsedilmesiyle sonuçlandı.
Öcalan: Uluslararası komplonun nedeni “sistem karşıtı” bir hareket olmamızdır
Kürt halk Önderi Öcalan, ABD, İngiltere ve Almanya’nın öncülüğünde geliştirilen bu komplonun ve Avrupa’dan çıkarılması için kendisine karşı oluşturulan büyük ittifakın, “sistem dışı” ve “sistem karşıtı” bir hareket olmalarından kaynaklandığını belirtmektedir;
“Ortadoğu’nun yeraltı-yerüstü zenginliklerine, petrollerine, toplumlarına ve yönetimlerine tam hâkim olma politikasını yürüten kapitalist dünya-sisteminin hegemon gücü İngiltere ve ABD, geçmişten günümüze bu politikalarıyla işbirliğine girmeyen devlet, toplum, örgüt ve hatta bireyleri imha veya tasfiye etmeyi bir yöntem olarak uyguladı, uyguluyor. Biz başından beri Ortadoğu’da, halklar lehine bağımsızlıkçı ve özgürlükçü çizgimizde ısrar ettiğimiz için bu tasfiye politikalarının, komplonun hedefi haline getirildik. Daha Şam’dayken İngiltere ve ABD, elçiler göndererek kendilerinin Ortadoğu politikalarına uyum sağlamamızı, aksi halde tasfiye edileceğimizi söylemişlerdi. Onların işbirliği tekliflerini reddettim. Halklar lehine özgürlükçü ve bağımsızlıkçı çizgiden vazgeçmeyeceğimizi söyledim. Ardından Talabani gelerek bana, ‘Öcalan ne yaptın, başını belaya soktun!’ diyerek kararımı gözden geçirmemi istedi ve bu güçlerle işbirliğine girmeye ikna etmeye çalıştı. Ama bu teklifi de reddettim. ‘Ben ilke adamıyım, halklar lehine çizgi sahibiyim, halkların binlerce yıllık özgürlük eşitlik ütopyasını temsil eden bir özgürlük savaşçısıyım, başkalarının savaşçısı olmam’ dediğim için komployla tasfiyeme karar verdiler. Tasfiyemle birlikte PKK’nin de başsız kalıp dağılacağı hesaplanıyordu…”(Atina Karma Yeminli Mahkemesi Yargıç ve Jüri Üyelerine gönderilen Atina Savunması)
“Uluslararası komplo Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcıdır”
Kürt Halk Önderi Öcalan, kendisine yönelik uluslararası komplonun sadece kendisiyle ve Kürtlerle sınırlı olmadığını; bu operasyonun “Üçüncü Dünya Savaşı”nın ön hazırlıkları ve başlangıcı olduğunu belirtmektedir;
“Clinton, Ortadoğu’daki hegemonik hamleye büyük önem veriyor ve Türkiye’nin rolünü hep vurguluyordu. Özel Danışmanı General Galtieri bana yönelik operasyonu Clinton’ın emriyle yönettiklerini bizzat açıklamıştı. ‘Üçüncü Dünya Savaşı’ meselesine gelince, Irak, Afganistan, Lübnan, Pakistan, Türkiye, Yemen, Somali ve Mısır başta olmak üzere, belli başlı ülkelerde olup bitenlerin bilançosunun, çoktan Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarındaki bilançoları birçok yönden aşmış olması, bu savaşın gerçekliğinin anlaşılması için yeterlidir. Zaten nükleer silahlar nedeniyle ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın parçalı olacağı, uzun bir sürece yayılacağı ve değişik teknolojilerle yürütüleceği anlaşılır bir husustur. NATO’nun son Lizbon Zirvesi, ABD’nin İran etrafındaki ablukayı derinleştirmesi, ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın seyri hakkında gereken bilgiyi vermektedir.
‘Üçüncü Dünya Savaşı’ bir gerçektir ve ağırlık merkezi Ortadoğu coğrafyası ve kültürel ortamıdır. Sadece ‘Üçüncü Dünya Savaşı’nın yoğunluk merkezi olan Irak’ta yaşananlar bile buradaki savaşın bir ülke ile ilgili olmadığını, dünya hegemonik güçlerinin çıkarları ve varlığı ile ilgili olduğunu gayet iyi açıklamaktadır. Bu savaş ancak İran’ın tamamen etkisizleştirilmesi, Afganistan ve Irak’ın istikrara kavuşturulması, Çin’in ve Latin Amerika’nın tehdit olmaktan çıkarılmasıyla sonlandırılabilir. Dolayısıyla savaşın daha ortalarındayız. Kesin bir şey söylemek sosyal bilimler açısından doğru olmasa da, savaş en az on yıllık (NATO’nun son stratejik planları da on yıllık bir süreyi öngörmektedir) bir süre daha devam edebilir. Bazen diplomasi, bazen şiddet yoğunlaşacaktır. Gündeme şiddetli ve kontrollü ekonomik krizlerle müdahale edilecektir. Alanların önceliği değişecek, ama şöyle veya böyle savaş komple olarak birçok alanda cereyan edecektir. Ancak savaşın bu temel doğası göz önüne getirildiğinde, bana yönelik 1998 operasyonunun neden uluslararası çapta yürütüldüğü ve NATO’nun en büyük Gladio operasyonu olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Şüphesiz büyük savaşlarda hep hegemonik güçler kazanmazlar, halklar da çok şey kazanabilirler. Hatta hegemonik güçler sistemsel kaybedebilir, halklar sistemsel kazanabilirler.”
Amaç Kürt halkının örgütlenmesini dağıtmak
Öcalan’a yönelik uluslararası komplo gerçekleştikten iki ay sonra, Merkezi Londra’da bulunan Uluslararası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü (IISS) bir rapor yayınladı. Rapor, Öcalan’ın Türkiye’ye teslim edilmesi sonrasında örgüt yönetiminde çatışmaların yaşanacağını ve örgütün bölüneceği tespitini yapıyordu. İkinci aşamada, yönetimsiz halkın örgütlülüğünün dağılacağı, oluşturulan yasal kurumlar, dernekler, vakıflar ve büroların kapanacağı; devletsiz ama örgütlü olan Kürtlerin “sistemi”nin dağılacağı öngörülüyordu. Son aşamada ise ise örgütsüz kalan Kürt halkının “yeni alternatifler” arayışına girecekti. Kamuoyuna açıklanan bu rapor sadece İngiltere’nin değil; Öcalan’a karşı bu büyük operasyonu gerçekleştiren devletlerin ortak beklentisiydi.
KCK ve PKK yönetimleri yaptıkları açıklamalarda 9 Ekim 1998’de başlayan uluslararası komplonun devam ettiğini; Kürt halk Önderi Öcalan üzerindeki tecrit, gerilla alanlarına yönelik kapsamlı saldırılar, Kürtlere yönelik siyasi soykırım operasyonları, Rojava ve Güney Kürdistan’a yönelik saldırıları birbirinden kopuk gelişmeler olarak değil, Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye faaliyeti olarak değerlendirmektedir.
ABD ve ortakları Kürdistan Devrimi durdurmak istiyor
ABD öncülüğünde, Kürt Halk Önderi Öcalan’a yönelik uluslararası komplo 9 Ekim 1998’de geliştirilmişti. Fakat Öcalan, İmralı zindanında 21 yıldır ağır bir tecrit altında tutulmasına rağmen, fikirleri ve önerdiği sistem Kuzey Kürdistan’da, Rojava’da ve Şengal’de adım adım inşa ediliyor; Ortadoğu ve dünya halkları bakımından yaşayan bir örnek olarak ilham kaynağı oluyor.
ABD ve ortakları bakımından, Kürdistan Devrimi büyümeden ve gelişme imkanı bulmadan durdurulmalı, etkisiz hale getirilmeliydi. Bu emperyal kararlılık, uluslararası komplonun başladığı gün, Ezidi Kürtlerin inşa ettikleri sistemin yıkılması üzerine ilan edilmek isteniyor. Bunun için, 9 Ekim 1999 günü, ABD’nin sponsorluğu altında, Bağdat ve Hewler hükümetleri arasında yapılan Şengal Anlaşması; Şengal Özerk statüsünü sona erdirmeyi hedef alan bir anlaşmadır. Seçilen tarih de tesadüf değil, bilerek seçilmiş bir tarihtir.
Maksat Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye etmek
Dünyanın istikrarı için çalıştığını ve dünyanın tüm alanlarında “terörizme” karşı savaştığını iddia eden ABD, 11 Eylül’de Katar’ın başkenti Doha’da Talibanlar ile barış görüşmeleri yaptı. Bu görüşmeler için, ABD Dışişleri Bakanı Mike Pompeo, New York’taki İkiz Kule saldırılarının yıldönümünü olan 11 Eylül tarihini seçti. ABD yönetim, Talibanlar ve El Kaide üzerinde oluşan “terör ve 11 Eylül” imajını da düzeltmek istiyor. Bu düzeltme işini, 11 Eylül’ü saldırı günün olmaktan çıkararak “barış ve diyalog günü”ne “dönüştürmek”le başlıyor.
ABD, KDP çizgisinde ve güdümünde olmayan Kürtlere, Ezidilere ve PKK’ye karşı, Türkiye ve KDP’yi de yanına alarak kirli planlar ve komplolar geliştiriyor. Öte yandan, yıllardır savaştığı Taliban ve El Kaide gibi örgütlerle New York saldırılarının yıldönümü olan 11 Eylül’de barış görüşmeleri yapıyor. Yeni ABD yönetimi Yemen’de Hussiler’i “terör listesi”nden çıkardığını açıkladı.
Talibanlar, El Kaide ve DAİŞ nihayetinde ABD, Rusya, İngiltere ve Almanya ile aynı sistemin paydaşlarıdır. Anlaşmazlıkları ve çelişkileri iktidar ve egemenliğin paylaşılması üzerinedir. Küresel güçlerin PKK ile, Rojava Devrimi ve Şengal Özerk yönetimi ile sorunları ise farklı sistemlerin temsilcileri olmaktan kaynaklanmaktadır. Trump’ın, PKK için “DAİŞ’ten daha tehlikelidir” açıklaması tesadüfen veya ağızdan kaçırılmış sıradan sözler değil; “dünya sistemi” sahiplerinin sistem karşıtlarına karşı duydukları korku ve düşmanlığın ifadesidir.
“Uluslararası komplonun günümüzde de devam ediyor” tespiti ne bir komplo teorisi ne de rivayettir. ABD ve Avrupa Birliği bir eşgüdüm ve işbölümü içinde PKK öncülüğündeki Kürt Özgürlük mücadelesini tasfiye etmek; sistem karşıtı olan bu öncülük yerine KDP tarzında, kendilerine bağlı bir öncülük yaratma savaşı yürütmektedir. Bu öylesine şiddetli bir savaştır ki Kuzey Kürdistan, Güney Kürdistan ve Rojava’da iç içe yürütülmektedir. ABD ve AB, El Kaide/DAİŞ’e karşı Kürtlerle ittifak yaparken, diğer yandan Kürtlerin bir kısmını kendi yanına çekerek PKK karşıtı bir cephe açmaya çalışmakta; PKK yerine, kendisine bağlı “iyi Kürtlerini” yaratmak istemektedir.