Mustafa Kahya’nın aramızdan ayrılışının üzerinden 10 yıl geçti.
Çok şey söylendi, çok şey anlatıldı Kahya için. Hepimizin ortak bir Kahya’sı vardı ama herkesin kendi kahyası da vardı. Herkes zaman zaman Kahya’yı konuşturdu kendi arzuları, istekleri yönünde. Kendi görmek istediği gib, olsun istediği gibi anlattı Kahya’yı. Hatta eksiklerimizin, yanlışlarımızın, yetmezliklerimizin üstünü örttük yer yer Kahya’nın anısıyla.
Çözemediğimiz sorunlar karşısında “Keşke Kahya olsaydı” dedik pek çoğumuz. Bugün de böyle yapıyoruz ne yazık ki. Yetmezliklerimizin yükünü bir kez daha Kahya’nın omuzlarına yükleyip, işimizi kolaylaştırdığımızı düşünüyoruz belki de.
Biraz da haksızlık ettik belki böyle yaparak; bilirsiniz, bir insanı gerçekten öldürmenin en iyi yolu onu hatasızlaştırmak, insanüstüleştirmek, putlaştırmak, ilahlaştırmaktır.
Oysa Kahya insandı. Doğruları, yanlışları, hataları, eksikleri, fazlaları olan bir devrimci. Marx’ın Kartacalı şair Terentius’tan alarak kullandığı ve Kıvılcımlı’nın da mezar taşına yazdırdığı “Homo sum, humani nihil a me alienum puto / İnsanım ben, insana dair hiçbir şey bana yabancı değildir” sözü Kahya için de geçerli.
Kahya’nın erken vedasının onuncu yıl dönümünde onun eksikleri, hataları şunlar şunlardı diye anlatmaya girişecek değilim; ancak Kahya’nın putlaştırılmasına / taşlaştırılmasına ve bu yolla gerçekten ölüleştirilmesine karşı bir not düşmek istedim tarihe.
***
Bu notu düştükten sonra bugünden, bugünkü ihtiyaçlarımızdan bakarak Kahya’nın kimi olumlu özelliklerine vurgu yapmak istiyorum.
Bugüne kadar çok sık vurguladım, vurguladık; Kahya’nın en kıymetli özelliklerinin başında “örgüt insanı olması” geliyor. Her koşulda örgütlü mücadele sıkı sıkıya sarılması benim de en çok etkilendiğim yönüydü kuşkusuz. Ama başka özelliklerini öne çıkarmak istiyorum bugün.
Kahya kendisinde teorisyenliği, örgütçülüğü ve pratikçiliği sentezleyebilmiş bir devrimciydi. Ne teori işini birilerine havale edip dar pratikçiliğe düşen bir çizgideydi, ne de “ben düşünür yazarım, diğerleri de yapar” üstenciliğine prim verirdi. Her zaman örgütün, pratiğin ve teorinin sorunlarına kafa yordu, zaman ve emek harcadı. Örnek alacağımız ve yeni kuşaklara örnek göstereceğimiz bir devrimcilik modelidir bu.
“Küçük iş / büyük iş” ayrımı yapmayan, gündelik devrimci faaliyetin işin omurgası olduğunu bilerek disiplinli ve istikrarlı biçimde sürdüren bir devrim emekçisiydi Kahya. İhtiyaç parti bürosunun açık tutulmasıysa onu yapan, ittifak görüşmelerinde partinin temsil edilmesiyse en iyi şekilde temsil eden, bir basın açıklamasında pankart tutmaktan onbinlerce insanın katıldığı mitingde konuşma yapmaya tüm faaliyetlere küçümsemeden, seçicilik yapmadan, devrimci görev ve sorumluluk anlayışıyla yaklaşan bir devrimciydi. Keyfine göre, kafası estiğinde, boş zamanlarında ve konfor alanlarını önde tutarak değil sorumlu, sürekli ve sistematik devrimcilik yapanlardandı.
En basitinden en karmaşığına, yerelden ulusala, küresele, partiden, ittifaka, cepheye, enternasyonale stratejik bir berraklık ve tutarlılıkla hareket etmeyi becerenlerimizdendi Kahya. Yeniden Kuruluş paradigmasının bütünlük kazanmasında, detaylandırılmasında ve inceltilmesinde bu stratejik netliğinin katkısı büyüktü. Proletarya sosyalizmi perspektifine bağlı ve bunu mümkün kılabilmek için işçi sınıfının, kadınlarla, ezilen halklar ve inançlarla, LGBTİ+larla, ekoloji hareketiyle ve bunların küresel çaptaki yansılarıyla birlikte hareketini olmazsa olmaz sayan ihtilalci bir duruşu vardı kapitalizm karşısında. Bu netlik Kahya’nın örgütlü mücadelenin en küçük hücresinden en karmaşık metabolizmasına sade, duru, komplekssiz, mütevazı bir katılım, katkı sağlamasına imkan veriyordu.
Faşizmin artık pek çok alanda kurumsallaştığı ve iktidarını mutlaklaştırmak için yeni hamleler yaptığı bu süreçte Kahya’nın vurgulayacağım son özelliği ise rekabetçiliğe karşı dayanışmaya verdiği önemdi. Geçmiş deneyimlerden çıkarttığı derslerle rekabetin kaybettirdiği, dayanışmanın kazandırdığı yönünde net bir bakış açısı vardı. Bu tutumundan dolayı kimileri onu “yeterince uyanık olmamakla” eleştirse dahi, rekabetçi anlayışla kazanıldığı sanılan “küçük zaferlerin” sonuçta ne büyük hüsranlara varacağını hatırlatırdı her daim. Geçtiğimiz on yılda ve onun bu bakış açısını haklı çıkartan ne çok deneyim yaşadık değil mi?
Kahya’nın dediği gibi, hele ki faşizmin kol gezdiği şu günlerde rekabet hepimize kaybettirir, dayanışma hepimizi güzelleştirir. Onun çok sevdiği bir sloganla bitireyim onuncu yıl selamlamamı: “Kurtuluş yok tek başına; ya hep beraber ya hiçbirimiz !”.