KADİR AKIN…
Geçtiğimiz haftalar içinde Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, 102 ülkenin Cumhurbaşkanı ya da başbakanına 23 Nisan’da İstanbul’da düzenlenecek bir konferansının ardından topluca Çanakkale’ye gitmeyi ve Çanakkale savaşının 100. yılı münasebetiyle 24 Nisan’da yapılacak törende birlikte olmayı teklif etti. Hızla değişen siyasal gündemlerin arasında kalan bu konuya dönüp bakmakta fayda var. Şunun şurasında iki ay sonra gerçekleşecek bu tören elbette öylesine 24 Nisan tarihine denk düşürülmedi. 24 Nisan, Ermeni soykırımının 100. yılı olması nedeniyle bu yıl, 2015’in tamamına yayılacak bir dizi etkinliklerle hatırlanacak ve dünya planında da Ermeni soykırımıyla ilgili birçok ülke görüş açıklayacak. Dolayısıyla 24 Nisan tarihi bu sene diğer 24 Nisanlara göre daha önemli!
Dünya âlem bilir ki, Çanakkale savaşıyla ilgili “şehitleri anma ya da Çanakkale zaferi günü” her yıl 18 Mart tarihinde yapılır. Bu sene bu tarihin 24 Nisan olarak değiştirilmesinin açık ki Ermeni soykırımı ile ilgili yapılacak etkinliklerle bir alakası var. Algı yaratma ustası Erdoğan, soykırım etkinliklerini perdelemek, unutturmak, dahası gölgede bırakarak yok saymak niyetinde. Bu davranışıyla geçen yıl “Ermeni sorununda bir adım atıldı” diye tanımlanan tutumundan da geriye dönmüş gibi görünüyor. Ama dedik ya algı yaratma ustası diye. Bir de bakmışsınız 1915’de soykırımdan kaçarak başka ülkelere sığınmış ve bugün sayıları milyonlarca olan Ermeni diasporasına çağrı yaparak, isterlerse vatandaşlık hakkı alabileceklerini, bunu müzakereye hazır olduklarını bile açıklayabilir. “Olur mu? Bunu da yapar mı?“ demeyin. El konulan Ermeni mallarını “Vakıf mallarına” kadar daraltan, onu da farklı kriterlerle kategorize edip mahkemelerde süründüren AKP iktidarı değil mi? Vatandaşlık hakkını tanıyacaklarını söyler, onun nasıl gerçekleşeceği, ne zaman gerçekleşeceği, kriterleri vs. derken zaman akar gider. İki yılı aşkındır Kürt sorununun çözümünü hedefleyen müzakere sürecinden, bir tek somut yazılı karar, bir ilerleme çıktı mı? Eğer bugün bir çatışmasızlık süreci var ve ciddi ölçüde can kayıpları yaşanmıyorsa bunun sebebi Öcalan ve Kürt özgürlük hareketinin tutumu değil mi? Ama Erdoğan’a soracak olursanız çözüm yolunda gayet başarılı biçimde ilerleniyor.
Erdoğan, Çanakkale Savaşı ile ilgili Kemalistlerin yarattığı algıyı devam ettirerek de bir taşla birden fazla kuş vurma peşinde. Gerçekten de Çanakkale Savaşı “Ulusal Kurtuluş” savaşının ne başlangıcı ne de onun devamı niteliğindedir.
Hikâye bilindiktir aslında; Osmanlı İmparatorluğu’nun İngiltere’den sipariş ettiği iki kruvazör, İngiltere tarafından Osmanlı İmparatorluğu’na teslim edilmez. Bu arada Almanlarla İttihat ve Terakki Cemiyeti (İTC) önderliğindeki Osmanlı İmparatorluğu’nun 2 Ağustos’ta Sait Halim Paşa Yalısında yaptığı ve savaşa birlikte girmeyi öngören gizli anlaşma duyulmuştur. Gemilerin teslimiyle ilgili görüşmeler için Londra’da bulunan Rauf Orbay eli boş döner. Tam bu sıralarda İngiliz donanması tarafından Ege denizinde kovalanan ve Çanakkale Boğazı’ndan Marmara Denizine giriş yaparak İstanbul önlerine demir atan Goben ve Breslav adlı iki Alman zırhlısının Osmanlı donanmasınca “satın alınmış” olduğu ilan edilir. Goben Yavuz, Breslav ise Midilli adını alacaktır. 26 Ekim’de Osmanlı donanması bir keşif tatbikatı için hazırlanma emri alır. Karadeniz’e açılan ve içlerinde Almanya’dan satın alındığı açıklanan Yavuz ve Midilli Kruvazörlerinde olduğu Osmanlı Donanması, 29 Ekim 1914 sabahı Karadeniz’deki farklı Rus limanlarını ve bu limanlardaki gemileri bombalar. Kasım başlarında Rusya, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açtığını ilan eder. Bu savaş ilanını Enver Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun da Rusya’ya savaş ilan ettiğini açıklayarak karşılayacaktır. Bundan sonra ise İtilaf devletleri ile karşılıklı savaş ilanları faslı başlayacak, 28 Temmuz 1914’de başlayan ve giderek yayılan savaşa Osmanlı İmparatorluğu da resmen girmiş olacaktı.
Çanakkale Savaşı
Çanakkale Boğazına yapılan saldırı ve orada süren savaşın seyri ile Ermeni soykırımının başlama tarihi arasında kimi tarihçilerin kurduğu bağ yabana atılmamalıdır. Daha önceki aylarda kıyıların güvenliğini sağlamak için “düşman gemileriyle ve denizaltılarıyla haberleşiyorlar” gerekçesiyle kıyıların Rumlardan arındırılması hamlesini hatırlarsak, Çanakkale savaşının kaybedilmesi ihtimaline karşı İTC’nin çok önceden 1911 yılında Selanik’te gerçekleşen Kongresinde konuşup kararlaştırdığı ve Anadolu’nun Hristiyanlardan arındırılarak bir “Türk Yurdu” haline getirilmesi düşüncesinin de hızla uygulamaya sokulmuş olması muhtemeldir.
Çanakkale Boğazına İtilaf güçlerince ilk saldırı 1915’in Şubat ayında başlar. En güçlü saldırı bir ay sonra Mart’ın 18’inde gerçekleşecek ve Çanakkale cephesinde General Liman Von Sanders komutasındaki Osmanlı güçleri birleşik donanmaya ağır bir zayiat verdireceklerdir. İTC önderliğindeki Osmanlı rejimi, başkentin Konya ya da Kayseri dâhil Anadolu’ya taşınması konusunda kimi tedbirleri de görüşmeye başlarlar. Dolayısıyla Anadolu’nun tamamen Hristiyanlardan arındırılması planı da yürürlüğe sokulur. Bütün bir bahar ve yaz ayları boyunca devam eden Çanakkale Savaşı, 1915’in Aralık ayında saldırıların azalması ve İtilaf güçlerinin kuvvetlerini bölgeden tasfiye etmesi ile duracaktır. Mustafa Kemal’in Çanakkale Savaşı’ndaki rolünün bilinçli biçimde abartılması ise daha sonra gerçekleşecektir. Çanakkale savaşının komutası tümüyle Almanların elindeydi ve cephenin komutanı da Liman Von Sanders’di.
1909 yıllarında başlayan Türkçülük ve Turancılık akımlarının, İTC’nin 1911 yılında yaptığı kongresinden sonra hızla gelişip canlandığına tanık oluyoruz. Bu durum 1911 kongre kararlarıyla doğrudan ilgilidir. Uzun süredir Avrupa’daki toprakların yük olduğunu düşünen ve her tarafı savunmaya çalışırken Anadolu’yu da kaybetme tehlikesiyle yüz yüze gelen İTC, bu fikre sarılmaya ve onu büyütmeye başlayacaktır.
Farklı araştırmacıların üzerinde anlaştıkları konu, Türkçülüğün bir siyasi akım haline gelmesinde ve kuvvet kazanmasında İttihat ve Terakkinin kendi içindeki fikri ve siyasi düşüncelerinin ve kendi içinde yaşadığı dönüşümlerin etkisi kadar, Balkanların kaybedilmesi ve özellikle düne kadar “tebaa” olan Bulgarların Çatalca’ya kadar ilerlemiş olmasının yarattığı travmanın etkili olduğu görüşüdür. Hareketin ilk yıllarında egemen olan Osmanlıcılık hiçte uzun olmayan bir zaman dilimi içinde yerini Türkçülüğe bırakmıştır. İTC içindeki kimi aydınlar, kendi burjuvazisini yaratmadıkça 20. yüzyılda hayatta kalamayacaklarını gözlemlemişlerdi. Eh bunun yolu da sermayeyi önemli ölçüde elinde bulunduran gayrı Müslimlerden sermayenin el değiştirmesiydi.
İttihatçıların 1911’den sonra hızla “Türkçülüğü” keşfetmelerinin ve bunun kaçınılmaz sonucu olarak Türk olmayanların tasfiye planını başlattıkları tarih Çanakkale Savaşına denk gelir. Aslında Çanakkale Savaşıyla başlayan ve Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte daha sık kullanılan, sonraki yıllarda ise askeri kışlalara, dağa taşa yazılan “Her Türk Asker Doğar” sözü de bir Türk’ten esinlenmemiştir. Osmanlı Harp okulunda hocalık yapan Alman Goltz Paşa’nın “Das Volk in Waffen” (Asker Millet) kitabı uzun uzun Türlerin asker özelliklerini anlatmaktadır. Goltz‘un İttihatçıları etkileyen en önemli eserlerinden birisi olacak olan, 1884 yılında Millet-i Müsellaha ismiyle Osmanlıcaya çevrilerek onlarca baskı yapan bu kitap, İTC’yi oluşturan Makedonya subayları arasında da büyük etkiye sahipti. Bu kitap, 1909’da Meşrutiyetten sonra İstanbul’da yeniden basılacak ve büyük ilgi görecekti. Türklerin asker millet olduğunu Almanlar keşfetmişti yani!
Tayyip Erdoğan’ın son zamanlarda Türkçülüğe yaptığı vurgulardaki artış gözlerden kaçmıyor. Son olarak da Cumhurbaşkanlığı Sarayında garip kıyafetler giydirilerek merdivenlere dizilen ve 16 Türk devletini temsil ettiği söylenen askerlerle verilen görüntü, 24 Nisan’da Çanakkale’de yapılması planlanan etkinlikle birlikte düşünüldüğünde “ne oluyoruz” sorusu insanın aklına getiriyor.
Kürt sorunun çözümüne dönük müzakere sürecinin, AKP tarafından hiçbir sözün yerine getirilmeyerek her an bozulabileceği endişesinin yaygın kanaat olduğu ortamda bu endişe elbette yersiz değil. Seçimlerden sonra bu sürecin nereye evirileceği, daha ne kadar ciddi hiçbir kayıt ve güvenceye kavuşturulmadan görüşmelerin bu haliyle süreceği bilinmiyor. Kuşkusuz Ortadoğu’daki ve bölgedeki gelişmelerin yanı sıra ekonomik alandaki gelişmelerde sürecin nereye evrileceğini belirleyecek. Ama gerçekten de Türkiye ciddi bir gerilime ve savaşa mı sürükleniyor?
Bu yazı Bianet.org’dan alınmıştır.