Yaklaşık altı yıldır içerisine girdiği krizden kurtulamayan küresel kapitalizm çıkış yolu bulmak için her zamanki gibi bugün de sürekli toplumsal ve sınıfsal bir kriz açığa çıkarmaktan geri kalmıyor. Zira genelde küresel özelde Türkiye bazında bir çıkış yolu keşfinde olan kapitalizm; işçileri, emekçileri, kadınları, ötekileştirilenleri kısacası ezilenleri katletmeyi, yoksullaştırmayı, sömürmeyi ve yozlaştırmayı reva görecek kadar gözü dönmüş bir hal alıyor. Tıpkı Gezi’de, Soma’da, Lice’de, Şırnak’ta ve Roboski’de olduğu gibi…
Küresel kapsamda kapitalizmin uzun yıllardır atlatamadığı bu krizin Türkiye’yi de oldukça etkilediği aşikârdır ki son dönemde ardı arkası kesilmeyen işçi kıyımları ve katliamları kapitalizmin çaresizleştikçe ne kadar pervasızlaştığının en somut göstergesidir. Türkiye komprador burjuvazisi başta olmak üzere Türkiye’deki diğer kapitalist unsurların da nasibini aldığı bu kriz, sermayedarların işçi katliamlarına, sermaye birikim menfaatleri ve kar amacı doğrultusunda istihdam alanını daraltarak işçilere daha az iş gücü ile daha fazla emek sömürüsünü reva görmelerine sebep oluyor. Şişecam, Bedaş, Yatağan, Sütaş, Greif, Parkomat, ülkenin çeşitli bölgelerindeki yerel belediyeler ve sayamadığımız daha birçok işçi kıyımına başvuran fakat bunun karşısında mağdur ettiği kesimin öfkesini karşısında bulan birim… Bu saydığım birimlerde çalışan yüzlerce işçi ortaya konulan kıyımların kurbanı oldu. Lakin tablo hiç de yabancı değil. Yine her krizde olduğu gibi ezilenler içerisinde en muzdarip kalan kesim şüphesiz proletaryanın ta kendisi.
Kuşkusuz kapitalizm kriz çözümü için o kadar pervasız yollara başvuruyor ki sadece kıyıma değil aynı zamanda katliam yapmayı da boş geçmiyor. Biz bunu Şırnak’ta yaşanan göçük sonucu ihmalkârlık kurbanı olan madencilerde gördük, biz bunu -çok değil- daha üç beş gün öncesinde DOSB’nde önce kolunu sonra da vücudunu iş makinesine kaptırarak genç yaşta -16 yaşında- hayata gözlerini yuman Emin Halastar’da gördük ve en nihayetinde biz bunu resmi rakamlara göre (!) 301 işçinin ihmal sonucu hayatını kaybettiği yani yine kapitalizmin kurbanı olduğu SOMA’da gördük. Ama çok şükür ki her zaman olduğu gibi böylesine gözü dönmüş, böylesine pervasız ve böylesine çıkarı dışında hiçbir şeyi umursamayan bu zihniyete karşı bilenen öfkemizi kusmaktan, bilhassa saldırılarına karşı direngen tavrımızdan asla ödün vermedik.
Kapitalizm Saldırır da Ezilenler Durur Mu?
Evet, çokça tekrarladığım gibi krizden çıkış yolu arayan bu korkunç sistem ya kıyıyor ya da katlediyor. Fakat sebep olduğu her vukuatta karşısında ezilenlerin öfkesiyle karşılaşıyor. İstihdam dışı bırakılan işçiler de uğradıkları kıyıma karşı sessiz kalmadılar. 15-16 Haziran ruhunun bugünkü tezahürü kısmi olarak görülüyor ki kapitalizm mağduru işçilerin antikapitalist duruş istikrarı ülkenin çeşitli bölgelerinden yankılanan grev ve boykot seslerinden gözler önüne seriliyor. Bu saldırılar karşısında antikapitalist tavrından ödün vermeyen işçiler aynı zamanda bir tokat da devletten yediler. Nasıl mı? Tabii ki polis eliyle. Greif’ta grevde olan işçilere müdahale edenler mi dersiniz, Yatağan’da grevdeki işçilere saldıranlar mı dersiniz ya da -en irrite edici olan ise- başbakanın bir korumasının SOMA’da bir madenciyi tekmelemesi mi dersiniz… Bu da yetmezmiş gibi madenciyi tekmeleyen yaratığın, olay sonrasında “rahatsız” raporu alması nasıl karşılanır o da sizin vicdanınıza kalmış bir şey artık. Aslında insanı en çok çıldırtan şey ise yaşanan bir facianın ardından “Ölüm, madencinin fıtratında var” jargonunun bir ülkenin başbakanının ağzından duyulması.
Her zaman olduğu gibi ezilenler tüm bu saldırı odaklarını çemberine dâhil eden bu sisteme karşı direnişin, savaşımın ve kazanılacak zaferin adresinin sokaklar olduğunu koyduğu eylemliliklerle göz önüne serdiler. Gezi kokan, 15-16 Haziran kokan o sokaklarda yine aynı zihniyete karşı aynı güruh aynı amaç için çarpıştı. Bu zaten işin başından beri var olan bir istikrar. Fakat asıl muhakeme edilmesi gereken vaziyet şu ki ortaya konulan birçok grevin, boykotun ve bu yönlü hareketliliklerin yaşandığı bu dönemde 15-16 Haziran ruhunu diriltebilecek miyiz? Bununla birlikte sınıfsal ve toplumsal bir muhalefet ittifakı kurup bu istikrarı fiili olarak bir nitel sıçramaya evriltebilecek miyiz? Kuşkusuz bu da kolektif mücadele ruhuyla mümkündür. Bu yolda sınıfsal ve toplumsal muhalefet ittifakının oluşması yolunda temel teşkil edecek ana hatlar belirlenmelidir. Alanında heterojen ama sokakta homojenleşen bir mücadele hattı örülmelidir. Zira bir kurtuluş arayışı içerisindeysek ezilen kesimlerde kendi alanının öz sorununa sadece o alanının aktivisti değil de tüm ezilenlerin rezonans içerisinde, ortaklaşa ördüğü bir hareketlilikle tepkiyi daha gür ve çoğul bir şekilde haykırması gereklidir. Misalden, grev sürecine geçen işçilere diğer ezilen odakların temsiliyet usulü bir heyet göndermesi değil de olanca kitleselliği ve hareketlilik sürecine katacağı motivasyonla destek sunularak bir muhalif ortaklaşma zemini kurulmalıdır. Kıssadan hisse –tabiri caizse- herkesin kendine müslüman olmadığı bir antikapitalist savaşım taktiği masaya yatırılmalıdır. O zaman ki 15-16 Haziranda olduğu gibi sendikaların çağrısı doğrultusunda refleksif bir şekilde on binlerin sokağa dökülmesi mümkün olsun. Sonra bir bakarsın ki işçiler iktidar olmuş…