“KCK talimatıyla gazetecilik yaptığı” suçlamasıyla 2 yıl cezaevinde tutsak edilen gazeteci Hamdiye Çiftçi Öksüz, cezaevinde geçirdiği süre boyunca tanıklık ettiği kadınların öykülerini, yaşamlarını “Kadın ve Zindan” adıyla kitaplaştırdı. “Burası aslında dünyanın görünmeyen yüzüydü. Birilerinin görmesi gerekiyor burayı” diyen Çiftçi Öksüz, “Bir tarihi yaşıyorduk. Yazılanlar kalır diye düşündüm. Kadın ve Kürt tarihine ışık tutacak hikayelerdi bir nevi. O nedenle cezaevine ilk girdiğimde yazmaya karar vermiştim. Umutların, beklentilerin kadın nezdinde sistem tarafından nasıl kirletildiğini anlatmaktı bir yerde gayem” sözleriyle tanımlıyor amacını.
Özellikle Kürdistan başta olmak üzere Türkiye’de gazetecilik yapmak bir hayli zor. Zorluğu mesleki koşullar değil aslında. Daha çok iktidar ve devletin baskısından kaynaklanıyor. 1990’lı yıllarda işlenen cinayetler, işkenceler, kayıplar nedeniyle “gazeteci mezarlığı” olarak anılan Türkiye, 2000’li yıllarda ise “gazeteci cezaevi” kimliğine büründü. Özünde yöntem hariç değişen pek de bir şey olmadı sonuç itibariyle.
Bu gerçeklik cenderesinde Kürdistan’da gazetecilik yaparken, doğruları, halkın sorunlarını, yaşadıklarını yansıttığı için “KCK talimatıyla” bunu gerçekleştirdiği suçlamasıyla Haziran 2010-Nisan 2012 arasında tutsaklık yaşadı, gazeteci Hamdiye Çiftçi Öksüz. Tutsaklık demek daha doğru çünkü doğru ve ilkeli gazetecilik yapmanın faturasıydı bu!
Çiftçi Öksüz, gazeteci bakış açısını tutsak edildiği cezaevinde de sürdürdü ve kadınların yaşamlarından kesitleri, “Kadın ve Zindan (Tutsak kadın bir gazetecinin esareti)” kitabında bir araya getirdi. Ortak noktaları “suç”un mahiyeti değil, Kürt ve kadın olmaktı kitaba konu öykülerin aktörlerinin.
ANF’den İbrahim Açıkyer; önümüzdeki günlerde yayımlanacak olan kitabın yazarı gazeteci Çiftçi Öksüz ile tutuklanmasına neden olan süreci, cezaevinde tanıklık ettiği kadınların yaşam öykülerinde asıl dikkat çekilen gerçeği, anlatmak istediği ve bir yerde kadınların çığlığı anlamını yüklediği kitaba dair konuştu.
– Daha da anlaşılır kılmak adına şöyle başlayalım istersen. Cezaevine girmeseydin bu kitabı yazma şansın olmayacaktı belki de o nedenle “KCK” operasyonları kapsamında tutuklanmana neden olan süreci ele alalım ilkin.
Evet, cezaevine girmeden önce Hakkari’de Anadolu Ajansı’nda (AA) gazeteciliğe başladım. Bir süre sonra ise Dicle Haber Ajansı’nda (DİHA) çalışmaya başladım. Gazetecilik hikayem aslında tam da burada başlıyor. AA ve DİHA arasındaki farkta. Sistemin iki ajansa bakışındaki fark. AA’da çalışırken devletin her kurumuna gidebiliyordum ve kapılar sonuna kadar açılmıştı. Ancak DİHA’da çalışmaya başlayınca o açılan kapıların nasıl kapandığını, sistemin o baskısını hissettim ve gördüm. Ardından cezaevine girdim.
Cezaevi sürecimi de şöyle anlatabilirim. 2008’de Newroz kutlamaları vardı. BDP, kutlama yapmak istiyordu ancak devlet izin vermedi. Van’da, Hakkari’de ve birçok ilde izin verilmemişti. Ondan dolayı BDP, kendi programını gerçekleştirmek ve Newroz’u kutlamak istedi. Biri BDP il binasının önünde diğeri de belediye önünde olmak üzere iki ayrı kutlama yapılmak istendi. Fakat polis müdahalesi oldu. Kitleye, annelere tazyikli su, biber gazıyla müdahale ettiler. Ortalık toz duman oldu. Biz gazeteciler de meydandaydık. Haber takibi yapıyorduk. O sıra sokak aralarından çocukları getirip döverek panzerlere atıyorlardı. “Gözaltına alıyoruz, hastaneye götüreceğiz” dediler. Biz çekerken polisler “çekmeyin bizim için sıkıntı oluyor, mahkemeyle uğraşamayız” dediler.
Polis poz verdi “çekin” dedi
O ara bir çocuğu çıkardılar ara sokaktan. Öyle dövdüler ki gözümüzün önünde. O duyguyu anlatamam. O görüntüyü görmemek için bir duvarın yanına gittik, gazeteciler olarak hep beraber. Polis bizi görünce şiddetin dozunu düşürmeye çabalıyordu. O sıra bir polis “çekin çekin, çocukları nasıl kullanıyorlar” dedi. Ben de o sıra görüntü çektim. Cüneyt Ertuş’un görüntüsünü. Bizim çekmemizi istedi çünkü polis.
– Özellikle mi o pozu verdiler?
Özellikle poz verdiler. Ardından “kapatın” dediler. Sonra çocuğa hakaretler etmeye başladılar. Bizi de oradan uzaklaştırdılar. Olaylar sürerken mahallelerde haber takibi yapıyorduk. Akşam çektiğimiz görüntüleri montajladık. Merkeze gönderdik. Sonra Cüneyt Ertuş’un görüntüsünü fark etti arkadaşlar. Psikolojik anlamda bizi çökertmişti. Canımızı da yaktı. Pek çok olay görmüştüm ama o sırada Cüneyt’in ağladığı an, yanağındaki yaşlar, yüzündeki o ifade, çektiği acı, ağzına konulan o bezle aynı zamanda polis tarafından boğazının sıkılması…
Hiçbir kelimeyle anlatılamaz bir andır o. Derin bir acıydı. Görüntüler yayınlandıktan sonra gündem oldu. Yıllardır Türklerin, Kürtler üzerindeki şiddeti vardı. Devletin şiddeti açısından belgeydi. Birçok gazeteci arkadaş “sen var olan Türk-Kürt kardeşliğini de bitirdin” diyorlardı. Aslında ben değil onlar bitirmişti. Mustafa Kemal’in heykelinin önünde bir çocuğun kolunun kırılması, o kırılma anındaki sesler. Bu sesler için dahi “efekt eklemişsin” dediler. Bayağı gündem oldu. Birkaç gün sonra evime giderken panzerler vardı evimin önünde. Birkaç ay sonra ifade verdim mahkemede ve tutuklanmadım. Devam ettim işime. Bu görüntünün ardından polisler de suç duyurusunda bulundular. Ardından 2 yıl sonra Haziran 2010’da Hakkari’de “KCK operasyonları” kapsamında gözaltına alındıktan sonra tutuklandım.
– Cüneyt Ertuş’un görüntüleri miydi buna sebep?
Evet, iddianamem çok komikti. Ben halkın yaşadıklarını yansıtmak adına bu işi yapıyordum. Özellikle de hem kadın hem Kürt olarak halkın acılarını yansıtmak istiyordum. Ölüm tehditleri de aldım, Çukurca’da gözaltına alındığımda. JİTEM beni açık bir şekilde arayıp “Seni öldürürüz” diyorlardı. Her zaman evimin kapısının önünde birileri vardı. Hem kadın hem de bir Kürt gazeteci olarak tehdit altındaydım.
– Bu tutuklanana kadar sürdü mü?
Evet sürdü. Ailem dahi sevindi tutuklandığıma! Durum böyleydi.
“Ailem cezaevine girdiğime sevindi”
– Nasıl yani?
Çünkü ölüm tehditleri alıyordum. Böyle trajikomik durum yaşandı. Ailem ölmediğime, cezaevine girdiğime sevinmişti! İlk başta 12 kişi gözaltına alındık Hakkari’de. İddianamaye baktığımda hiçbir şey yoktu. Ben bu görüntüyü “KCK talimatıyla çekip, yansıtmışım…” İddia buydu. Ama görüntüler de planlı değil, anlık gelişen bir şeydi. Üstelik de polis “çekin” demişti.
Gözaltında 4 kadın bir hücredeydik. Gün ışığını görüyoruz diye camlar kapatılıyordu. İnsanlık dışı uygulamalar, psikolojik işkence, tacize uğrayan arkadaşlarımız vardı. Panzere götürülen kadın arkadaşlarımız fiziki, sözlü tacize uğradı. O gözaltı sürecimizde bize yönelik bu uygulamalar sonucunda yaptığımız başvurular dikkate alınmadı. Biz de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurduk. O gözaltında bize yönelik uygulamalar şu an AİHM’in gündeminde.
“Ortak noktamız kadın olmak”
Hakkari’de adli tutuklularla bir arada tutuluyorduk. Fuhuştan, uyuşturucudan yatanlar vardı. Siyasi ve adli dosyadan tutuklananlar aynı koğuşta kalmıyor normalde. Neye uğradığımı şaşırdım. Orada bunu kabullenmek zordu. Kadın öyküleri vardı bu arada dikkatimi çeken. 16 yaşında bir kadın fuhuştan, 50 yaşında uyuşturucudan yatan bir kadın vardı. Seferi Yılmaz’ın eşi Pınar Yılmaz vardı, siyasi tutsak olarak. Orada biz kadın tutukluların ortak yanı kadın olmamızdı, bize yönelik suçlamalar değildi.
“Suç” denilen şeylerle cezaevine itilen kadınlar olarak hikayelerimiz farklıydı ama aynı mekanda aynı zaman dilimini paylaşıyorduk. “Uçurumun kenarında kanatlanmak” sözü misali orada farklı bir düşünce ve ruh hali gelişti bende. Belki de cezaevindeydik, tutsaklık vardı ama kendimi özgür hissediyordum.
“Görünmeyen bir yüzdü”
– Hakkari’deki cezaevinde ne kadar kaldın?
Bir ay kaldım. Burası aslında dünyanın görünmeyen yüzüydü. Birilerinin görmesi gerekiyor burayı. Bir tarihi yaşıyorduk. Yazılanlar kalır diye düşündüm. Yaşananların pek çoğu unutuldu. Kadın ve Kürt tarihine ışık tutacak hikayelerdi bir nevi. O nedenle cezaevine ilk girdiğimde yazmaya karar vermiştim. Kadınlarla konuştum. Hepsinin hikayesini tek tek dinledim. Dokunduğunda zaten patlıyorlardı. Edebi bir dil ya da başka bir niyetim yoktu. Sadece gazeteci gözüyle baktım ve notlar aldım.
“Sohbetlerimizi not almakla başladı”
– Kitap yazmak için almıyordun sanırım bu notları?
Aslında sohbet ediyordum onlarla. Akşamları da konuştuklarımızı not alıyordum. Kadınların gerçek isimlerini yazmadım zaten kitapta. Ama ben biliyorum ki oradaki bir kadın hepimize mal olan bir kadın. Oradaki kadının yerinde ben de olabilirdim, başkası da olabilirdi. Fuhuştan yatan ya da cinayetten yatan kadınları hiç yargılamadım. Hepsinin bir hikayesi vardı çünkü. Onlarla sohbet etme şansım oldu. Hepsini yaşadım. Aşklarını, heyecanlarını, umutlarını, beklentilerini… 16 yaşındaki bir kadının o kadar farklı hayalleri var ki, bambaşka. Bembeyaz, tertemiz bir sayfa aslında ama sistem tarafından kirletilmiş. Umutları, beklentileri bambaşka noktalardayken fuhuşa zorlanması oldukça etkileyici. Aynı zamanda trajik. O nedenle bu hikayeleri yazmak istedim.
Bitlis yollarında yaralı bir kadın gerillanın anıları
Bir ay sonra Bitlis Cezaevi’ne sevk edildim. Tutuklanan bir kadın gerilla da benimle birlikte Bitlis’e götürüldük. Yaralıydı bir bacağından. Yanında bulunan 8 arkadaşı şehit düşmüştü. Onun hayat hikayesinden de çok etkilendim. Hikayesini yazdım. Ellerimizde kelepçelerle ringe bindirilişimiz, Hakkari’den götürülüşümüz. Bitlis’teki cezaevinde bambaşka kadın öyküleri vardı. Bitlis’teki cezaevinde bulunan kadınlar öyle bir ülke oluşturmuşlar ki o ülkede özgürlüğün sonsuzluuğunu yaşayabiliyorsun. Böyle hissetmek o kadar farklı ki. Siyasi kadın tutsaklar, analar vardı. Siti ana vardı örneğin. Gerilladaki oğlunu gördüğü için tutuklanmış. Oğluyla birlikte Eylem Açıkalın vardı. Küçücük yaşında cezaevinde olan 3 yaşındaki Argeş ve yine 3 yaşındaki Şimal vardı.
– Etkilendiğin hikayeler dışında ele aldığın bölümlerde nelere yer verdin?
Beni etkileyen kadın hikayelerini yazmaya çalıştım. İki yıl aradan sonra yayınlatabilme şansım oldu. Oradaki anılarımızı da yazdım. Newroz, 8 Mart, sonra bayramlar nasıl karşılanıyor cezaevinde, onları yazmaya çalıştım. Hepsini yazmak istedim çünkü önemli buluyorum. 22 ayda Bitlis cezaevinde kaldım. Mahkeme süreçlerini yazdım. Niye yargılandık? Toplamda 20’nin üzerinde öyküsü var. Suça itilen adli tutuklu kadınlar, gerilla kadınları yazdım. Ruken Yetişkin’i yazdım. Onunla battaniyenin altına girip kendimizi bir yandan ısıtıp diğer yandan söyleşi yapardım, sohbetler ederdim. Herşeyi olduğu gibi yazdım. Gayem edebi bir ürün çıkarmak değildi. Öylesi bir çabam olmadı. Dikkatimi çeken, beni etkileyen şeyleri yazdım. Olduğu gibi yazmaya çalıştım. Bir de cezaevinde çekilen fotoğraflara yer verdim kitapta.
– Dışarıda yazdıkların için tutuklanmıştın, içeride de bu serüven sürmüş ve ortaya önemli bir çalışma çıkmış. Buna dair neler söylersin?
Dışarıda halkın yaşadıklarını yansıtmak için gazetecilik yapardım. Ama cezaevinde de benim için bu da yazmam, insanlara aktarmam gereken hikayelerdir diye düşünerek yaptığım bir şey oldu. Bazı insanlar böylesi çalışmaları yapmak için maddi imkanlar da yaratmak ister. Ama cezaevinde olmuşsun bir başka yerde olmuşsun fark etmiyor. İnsan üretendir. İstenildikten sonra her türlü üretimi yapabilme şansın, olanağın muhakkak vardır. Gerçekten cezaevi insanı bitirmiyor, aksine güçlendiriyor da. Böyle düşünüyorum. Çünkü insan cezaevinde daha üretken. Para, yaşam ya da farklı bir kaygı yok.
Kadın tarihi açısından önemli
Kadın tarihini irdeledim. Çok araştırdım. Kürdistan ve dünya tarihinden araştırma çalışmam da oldu bu kitaba kaynak sunsun diye ama pek bulamadım. Anı tarzında küçük şeyler vardı. Ama kadın adına bu daha farklı bir çalışma oldu diye düşünüyorum. Birçok arkadaş da destek sundu. Değerlendirmeye çalıştım bunları. Bizi her zaman “terörist” ilan ettiklerinde gazeteci olarak bize yaklaşan dostlarımız oldu.
– Yazdıkların, belgelediklerin için tutuklanan bir gazeteci, bir kadın olarak bu kitap için de benzer akıbeti yaşaman olası.
Ben “silahlı terör örgütü üyesi” ve “propaganda yapmak” iddiasıyla yargılanıyorum. Ama silah olarak gördükleri bizim fotoğraf çekmemiz, haber yapmamızdı! Böyle görmeleri önemli değil. Önemli olan aslında yıllarca da cezaevinde kalalım ama yeter ki insanların birbirine kırdırılması son bulsun, artık bir şeyler değişsin.