EBRU YILDIRIM – Diğer yazıları …
Tanzimat dönemi, bu dönemi başlattığı kabul edilen Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilanı sonrasını ifade eder. Bu ferman Batılılaşmaya yönelik bir dizi girişime meşruluk kazandıran bir belgeydi. Sultan Abdülmecid bu fermanla, o güne değin yabancı ve kafir, kuşkulu ve düşman sayılan bir kültür ve medeniyete yönelme gereğini açıkça teslim etmiş oluyordu. Başka bir deyişle, törenlerle gerçekleştirilen bir yenileşme görüntüsünün ardında yenilmişlik ve yabancılaşma duygusu söz konusuydu ve bu duygu, kim bilir, belki de bugüne değin süregeldi.
Gerçek bir isteği içermeyen, yarı gönüllü, esasen zorunlu olan bu yenileşme, Batı’ya gönderilmiş aydın, yazar ve Osmanlı bürokratlarının Batı’daki farklılaşmayı, yeniliği anladıkları oranda bir fermanla hayat buldu. Oysa kapitalizmin Batı’daki gelişimi, sanayileşme, yeni pazar arayışları ve bu ekonomik döngüye uygun yeni devlet modellerinin hayat buluyor olması, bütün bu ekonomik yönelime ilişkin yazılanlar, bunları yazanlar, Avrupa ülkelerine gönderilenlerce görülmedi, önemsenmedi, bir model olarak kavranamadı. Ve bu yarı gönüllü “Batılılaşma” programının gerçek amacı da son derece kuşkucu ve tedbirli reformcu adımlarla zaman kazanmak ve imparatorluğun siyasal, kültürel, felsefi temellerini sağlamlaştırmak olarak alglandı.
Mehmet Ali Kılıçbay, “Tanzimat Neyi Tanzim Etti?” başlıklı makalesinde bu durumu şöyle analiz eder: Osmanlı zihniyeti geri çekilmeyi bir “nizam” bozulması, nizamdan bir sapma olarak görmüştür. İşlerin eskisi gibi yürümediğinin ilk kez fark edilmeye başlandığı andan itibaren, padişahlara veya devletlulara verilen tezkire ve layihaların ana teması bozulmadır. Bozulma teriminin kullanılması ise, örtülü bir varsayımı, bozulmadan önceki durumun ideal bir hal olduğu varsayımını gerektirir. Bu da Osmanlı düşüncesinde “nizam-ı alem” olarak ifade edilen durumdur.
Kılıçbay’ın sözlerinde ifadesini bulan durum, uzak düşülmüş bir ideal düzene, yitirilmiş bir altın çağa dönebilmek üzere girişilmiş bir hareket olarak Tanzimat’ın anlam zeminidir.
Kapitalizmin yeni ihtiyaçlarla yelken açtığı Batı toplumunun ortaya çıkardığı ulus devletleşme sürecini Osmanlı yönetici sınıflarının kendi iktidarlarının devamı için kullanabilme kabiliyeti, farklı zamanlarda “Batıcılık, Osmanlıcılık, İslamcılık” yönelimleriyle/söylemiyle değişkenlik gösterdi. Ancak tüm bu süreç boyunca Batı’dan duyulan korku, yitirilen altın çağın bilinçdışındaki tezahürü Doğu’yu“erkekleştirirken” Batı’yı “kadınlaştırdı”. Batı, Doğulu ideal erkek tarafından fethedilmesi gereken bir kadın olarak yazıldı, resmedildi. Dönemin yazarlarından Şinasi’nin deyişiyle “Asya’nın akl-ı piranesi ile Avrupa’nın bikr-i fikrini izdivaç ettirmek” olarak tanımlandı. Asya erkek, Avrupa kadın olarak şahıslandırıldı. Batı’ya karşı duyulan nefret-kıskançlık ikilimenin yarattığı acı, yitirilmiş “erk”, bu şahıslandırmayla, tanımlanan bu erkek egemen evlilik birleşmesiyle azaltılmaya çalışıldı. Şanlı Osmanlı’nın/Türk’ün gücü kadınbedenleştirilmiş Avrupa ile entegrasyona hazırdı.
Gücünü görme, gösterme ihtiyacı
Erk sorunu, iktidarsızlık hissi, “nizam-ı alemin” yeniden tesisine duyulan arzu bitmedi. Osmanlı’dan Cumhuriyet Türkiyesi’ne evrilen yeni toplum, Batı’nın karşısında duyduğu ezikliği/hayranlığı, bu ikilemin yarattığı şizofrenik hali oryantalist bir algı ile bugüne değin sürdürdü. Ülkeler arası yapılan basit bir futbol maçının sonrasında ülke medyasında yer alan haber dili, Batılı kadının fethine çıkan Osmanlı yeniçerileri imgesiyle örtüştü. Eril, kompleksli, Batı’ya ulaşamamanın, Batılı olmak istemediğini söylese de bir türlü olamadığını düşünmenin yarattığı hırslı dil; koydu, geçirdi, ezdi… Teknolojik, bilimsel alanda yaratılamayan, üretilemeyen, yani kapitalist dünyanın rekabet yüklü hayatı içinde hep geride kalan olarak futbol maçlarındaki yengi, eurovizyon şarkı yarışmasında alınan birincilik, Akdeniz kıyılarında Türk erkekleri için ölen Batılı kadınlar, ABD’de yaşayan ünlü Türk doktor olarak ülke medyası tarafından yitirilenin yarattığı erkek hırçınlığını bir nebze de olsa dindirmeye çalıştı. Bunu yaparken de milliyetçilikten, “öteki” olan’a duyulan nefreti azdırmaktan, ırkçı dil kullanmaktan asla geri durmadı. Acı ve kompleks öyle büyüktü ki, ancak böyle dinebilirdi.
Ama olmadı
Uzak düşülmüş ideale duyulan özlem, Batılı olan’a duyulan kıskançlık yüklü nefret, Batı’nın oryantalist Doğu imgesiyle Türk’ün dinmeyen acıları olarak bilinçdışında yer edince tüm güç gösterileri, her Türk’ün asker doğduğu söylemi ülkenin Doğu’sunda yaşayan Kürt’e Batılı’nın Türk’e reva gördüğü aşağılanmayı boca etmeye evrildi: Kürt dağlıydı, medeniyet nedir bilmezdi, eğitimsizdi, cahildi, çatal-bıçak kullanmazdı, kılık kıyafeti modern değildi, barbardı, çok eşliydi, kadınları kıllıydı, karaydı, kabaydı, vahşiydi… Türk, kendisi dışanda olan’ı böyle tanımladığında kendisine atfedilenden kurtulmayı umut etti, battıkça battı.
Bu devlet Kürt’e ne etti?
Mesela bok yedirdi. 5 no’lu cezaevinde itiyle, eriyle, yüzbaşısıyla akla gelmez işkenceler yaptı. Sivas’ta yaktı, Dersim’de katletti. Çocuklarının gözü önünde babalarını tokatladı, dövdü. Evleri bastı. 92 Cizre Newroz’unda halkın üzerine tankları sürdü, gerillaların kulaklarından anahtarlık yaptı, öldürdüğü bedenleri asit kuyularına attı, kadınların meme uçlarını kesti. Gazi Mahallesi’nde yerlerde sürükledi. Yakaladığı gerillalara zorla bayrak öptürdü. Türkçe konuş, çok konuş, dedi. Dilini yasakladı, sanatçısına çatal fırlattı. Çocuğuna kendi istediği ismi koydurtmadı. Babasını, teyzesini, abisini bir gece evinden alıp “kayıp” etti. Kürt yoktur, dağdaki Türk’ün çıkardığı kart, kurt sesidir, dedi. Roboski’de üzerine bomba yağdırdı, 33 köylüsünü kurşuna dizdi.
Bu devlet Kürt’e ne etmedi ki?