BAHATTİN DEMİR yazdı: “Ekonomik ve siyasal dinamiklerin kent pratikleri kentleri “ekolojik bir tehdit” haline getirmiştir. Küreselleşme ve iklim değişikliğinin çakıştığı bugünlerde bu kentsel pratiğin doğa pratiği ile çatışması keskinleşmiş, çatışmanın sonuçları daha açık bir şekilde görülmeye başlanmıştır.”
BAHATTİN DEMİR
“Sel” olmasa dünyamız nasıl olurdu? Kesinlikle çok farklı bir coğrafya ve çok farklı bir ekosistem gelişirdi ama içinde biz de olur muyduk bilinmez. Çünkü her şey, yaşam ve dünya adına bugün bildiğimiz her şey, 4 alt sistemin litosfer, hidrosfer, atmosfer ve biyosferin, bir üst sistem içinde oluşturdukları etkileşim ve dengenin ürünüdür ve bu alt sistemlerden herhangi bir parçanın yok olması üst sistemi altüst eder.
“Sel” dünden beri gündemimizde bir konu olunca ve başta Hükümet üyelerince ve İstanbul Büyükşehir Belediyesi (İBB) yetkililerince “doğal afet” olarak nitelenince aklımıza bu soru geldi.
Gezegenimizin soğuyup yerkürenin oluştuğu ve üzerinde (yüzeyde) suyun birikmeye başladığı günlerden bu yana hidrosferde “yağış ve sel” hep olagelmiş, verimli ovalar bu ikisi sayesinde meydana gelmiştir. Göllerdeki ve denizlerdeki yaşamın sürmesi için gereken mineraller ve diğer besinler de bunlar sayesinde taşınabilmiştir.
Yeryüzüne düşen her yağış ya zemine sızar ya ulaşabileceği en düşük kottaki çukura kadar durmadan akar ya da buharlaşır. Bu milyarlarca yılın su döngüsüne kazandırdığı mekanizmadır.
Akışa geçen suyu durdurmak aslında mümkün değildir. Bugünkü en ileri teknolojilerle yapılan barajlar bile zaten akışı durdurmak için değil yönetmek (akışından elektrik üretimi için yararlanmak veya sulama hatlarına yönlendirmek) için yapılırlar. Ancak zemine sızma engellenebilir ki bugün kentleşme adına yapılan şey de öncelikle budur.
Küreselleşmenin can damarı kentlerdir; ancak ekonomik ve siyasal dinamiklerin kent pratikleri kentleri “ekolojik bir tehdit” haline getirmiştir. Küreselleşme ve iklim değişikliğinin çakıştığı bugünlerde bu kentsel pratiğin doğa pratiği ile çatışması keskinleşmiş, çatışmanın sonuçları daha açık bir şekilde görülmeye başlanmıştır. Örneğin, işte bugünlerde konuştuğumuz “sel” kent hayatının bir parçasıdır ve dönem “kent(sel)leşme” dönemidir.
Kent(sel)leşmenin tablosu bizde biraz daha vahimdir. Kent(sel)leşmenin ne anlama gelebildiğini acı örneklerden (İstanbul’da 31 ölü, 2009; Samsun-Canikli TOKİ Konutları bölgesinde 9 ölü, 2012 vb) bilinmesine karşın hala ve ısrarla ve kentsel rantın kabarttığı iştahla büyükşehir belediyelerimiz döktükleri asfalt miktarını yarıştırmaya, inşaat sektörü bina dikilmedik arsa bırakmamakta yarışmaya, hükümet ise kalkınmanın göstergesi (krizi aşmanın yolu) olarak yapılaşma dışında bir şeyi anmamaya devam ediyor.
Bu durumda İstanbul’a düşen yağmur suyu ne yapsın?
Yaşananları hükümet yetkilileri gibi “doğal afet” veya “bir yılda yağan yağışın dörtte birinin 24 saatte yağması” üzerinden açıklamaya çalışmak ya da basın organlarındaki “İstanbul’u süper hücre vurdu” gibi başlıklarla haberleştirmek kent(sel)leşme gerçeğinin üzerini örtmektir, hükümetin ve yerel yönetimlerin üstlendikleri sorumlulukları yok saymaktır.
Yukarıda belirtilen çoğu genel anlamda da yabancımız olmayan bilgilerin bizi götürdüğü sonuç şudur: Bir boyutu kent(sel)leşme olan ekolojik yıkıma mevcut kamu yönetimi ve hukuku içerisinde tanımlı hiçbir mekanizma ile çare bulunamaz.
Topluma “olumlu teknik gerekçelerle” sunulmasına rağmen pratikte “Koruma Kurulları” kültür ve tabiat varlıklarını korumuyor, ÇED raporları “taahhüt bildiriminden” ve yatırıma kılıf olmaktan öteye geçmiyor, “kamu yararı” kamuya bir yarar sağlamıyor, yerel yönetimler kent(sel)leşmeyi engellemiyor, günümüzün en çevre dostu kavramı olarak sunulan “sürdürülebilirlik” sermayenin çıkarlarının sürdürülebilirliğinden başka bir anlama gelmeyen sonuçlar üretiyor.
O zaman geriye kalan tek seçenek, suya, toprağa, dereye, kente halkın sahip çıkması.
Bu sonucu birçok platformda tekrar ediyor olsak da bizi bu sonuca götürecek sürece yeterince odaklandığımızı söyleyemeyiz. Ekolojik taleplerin içselleştirilmesinden (teoride ve örgütlenmede) ziyade “protest eylem ve sloganlardan öteye geçmeyen” bir pratik ve “emeğin kurtuluşu= dünyanın kurtuluşu” şeklinde indirgemeci, öteleyici (ve biraz da araçsallaştırıcı) bir ekolojik kavrayış hakim.
Oysa bugün gelinen noktada sınıf mücadelesinin her aşamasında ve örgütlenmenin her basamağında suya, toprağa, dereye, kente ait analiz ve taleplere yer verilmesi gerekmektedir. Ancak bu analiz ve taleplerin sadece “vahşi kapitalist üretimi sorunsallaştırarak ” yapılmasından da vaz geçilmelidir. Elbette ekolojik krizi derinleştiren kapitalizmdir ve kapitalizmi sorunsallaştırmadan bu yolda adım atmak mümkün değildir; ancak bu tek başına ekolojik sorunun çözüldüğü anlamına gelmez.
Sosyalist bir bakışla bile olsa doğa, insan faaliyetleri için bir “kaynak”; ekoloji ise “insanın doğa üzerindeki tahakkümünü sağlayacak bir kaynak yönetimi” işi olarak görüldüğü sürece ekolojik topluma ulaşılamayacaktır.