VOLKAN YARAŞIR
İş cinayetlerine ve katliamlarına karşı büyük öfke patlamaları kaçınılmazdır!
Taşeron cumhuriyetinde Azrail’in hükümranlığı: İş cinayetleri ve işçi katliamları
Türkiye kapitalizminin küresel kapitalizme aktüel eklemlenme/entegrasyon biçimi yıkıcı emek rejimlerinin inşası ve işçi cehennemleri yaratılması şeklinde oldu. 2000’li yılların başları ve AKP iktidarı dönemi yeni ve yıkıcı momenti işaretledi. Sermaye birikiminde ciddi dönüşüm sağlandı. Neo-liberal yıkım programları, en acımasız bir biçimde hayata geçirildi. Bir yandan I. Cumhuriyet’in küresel finans kapitalin ihtiyaçlarına göre tasfiyesi, “restorasyonu” yönünde adımlar atılırken, kurucu paradigması İslam olan “yeni Türkiye” ya da yeni bir hakikat rejimine uygun “hayırsever”/”Cemaatçi” kapitalizmin uygulamaları hayata geçirildi.
Küresel kapitalizmin taşeron tedarikçisi olarak, lümpen (ranta ve spekülasyona dayalı) bir büyüme içine giren Türkiye kapitalizmi, işçi cehennemleri yaratarak rekabet gücü kazanmaya çalıştı. Sermaye birikim süreci, taşeron ve güvencesiz çalışma rejimi üzerinden şekillendi. Bir anlamda 21. yüzyılda ilkel sermaye birikim yöntemleri en acımasız biçimde hayata geçirildi.
Kendini somut olarak Çin/Vietnam çalışma rejiminin inşasında gösteren bu süreç, yılda bin iki yüze yakın işçi ölümü, resmi rakamlarla otuz bine yaklaşan iş kazası, ağır ve yoğun çalışma koşulları, vahşi sömürü, ucuz emek uygulamalarını beraberinde getirdi.
Lümpen büyüme, yıkıcı emek rejimleri
2000’li yıllarda küresel finans kapitalin yönelimlerine bağlı bir şekilde, rantiye karakterde bir ekonomik “gelişme” gösteren Türkiye kapitalizmi, yoğun dış borçlanma, yüksek cari açık, aşırı likidite ihtiyacı ve yapısal dış kaynak bağımlılığıyla “dikkat” çekti. Oluşturulan model yüksek faiz ve düşük kura dayandırıldı. Dünyanın 17 büyük ekonomisi olmanın ardında özelleştirme talanı, imar rantları, sıcak para hareketleri oldu. Bir nevi “sanal” bir büyüme yaşandı. Benzer gelişmeler bir dizi ikinci kuşak kapitalist ülkede yaşandı.
Kapitalizmin sistemik krizinin dışavurması ve içinden geçtiği fazlara bağlı olarak (krizin yeni evresinde periferi krizin odağı haline geliyor) uzun yılları kapsayan saadet zincirinin kırılma riski arttı.
Sanayinin ciddi daralmaya girdiği, tarımda tasfiyenin kritik aşamaya geldiği koşullarda, inşaat, finans ve hizmetler sektöründe hızlı gelişmeler yaşandı. İnşaat sektörü ekonominin lokomotifi gibi hareket etti. AKP iktidarının açtığı muazzam olanaklarla özellikle hızla palazlanan sermayenin yeni fraksiyonunun yöneldiği kesim inşaat sektörü oldu.
Kupon araziler, hibe maden ocakları gibi yeni rant alanları yaratıldı, kamu bankalarının sağladığı imkanlarla mega projeler realize edilip muazzam kârlar sağlandı. İmar rantları, ihale paylaşımları küresel düzeyde olduğu gibi neo-liberal, sağ muhafazakar iktidarların siyasi güç kazandığı alanlar olarak dikkat çekti.
İnşaat sektörü, AKP’nin iktidarının izlediği ekonomik politikalarda kritik bir işlev gördü. Sermaye birikim alanları içinde öne çıktı. Aynı zamanda bir döngüyü simgeledi. Sektörde yaşanan olağanüstü “gelişme” ve spekülasyon bir yanıyla da finans sektörüne geri dönen ve onu besleyen boyut kazandı. Sektör, AKP’nin büyük talanının en çıplak yaşandığı alan olarak dikkat çekti. AKP, konjonktürün avantajlarını iyi kullandı.
Türkiye bir anlamda inşaat alanına dönüştü.
Bununla birlikte sınıfa çok boyutlu ve stratejik saldırılar yapıldı. Sistematik güvencesizleştirme, örgütsüzleştirme, kuralsızlaştırma, işsizleştirme, yoksullaştırma, sendikasızlaştırma, esnekleştirme, geleceksizleştirme taktikleriyle sınıf enkaza çevrilmek istendi. Açlığa mahkûm ve açlıkla terbiye edilmek istendi. İradesizleştirildi. Güvencesiz ve geleceksizleştirilmiş sınıf, kölece çalışma koşullarına razı edildi. Yıkıcı çalışma rejimi içinde tam bir kıskaca (açlık ya da modern kölelik) alınan sınıf, siyasal İslam’ın yarattığı kolektif halüsinasyonun içinde “kayboldu”.
Ölüme, örgütlü işçi sınıfı meydan okur
İşçi sınıfı yıkıcı bir örgütsüzlük anaforu içinde, sermayenin stratejik saldırılarına maruz kaldı. Açlık ve işsizlik ve geleceksizlik tehdidiyle sınıf ablukaya alındı. Ağır ve yoğun çalışma koşulları, en temel iş güvenliği tedbirlerinin alınmaması ve uygulanan vahşi sömürü işyerlerini bir anlamda ölüm kamplarına çevirdi.
ILO verilerine göre Türkiye, 100 bin çalışan başına ölümlü iş kazası oranıyla Avrupa’da birinci, dünyada üçüncü sırada yer aldı. AKP iktidarının son iki yılında ölümcül iş kazaları yüzde 21 oranında arttı.
Pervasızlık öyle bir noktaya ulaştı ki Soma’da her an bir kaza olacağı yönünde onlarca kez uyarı verilse de, katliam göz göre göre geldi. Torun Center’da 10 liralık asansör switch’inin olmaması 10 işçinin feci şekilde ölümüne neden oldu. Tersanelerde benzer yüzlerce ölüm yaşandı.
Bu anlamda Mustafa Kemal Paşa, Davutpaşa, Esenyurt, Soma ve son olarak Torun Center kader ya da kötü bir kaza değil, son derece soğukkanlı gerçekleştirilmiş bir katliamdır.
İşçi sınıfına kurtlu yemekleri layık görenler, maden işçilerinin mesai dolana kadar ocaktan çıkmaması için, ocağa inen asansörü kilitleyenler, mevsimlik işçilere “hayvan” muamelesi yapanlar, IKEA’da mobbingi kural haline getiren anlayış bu kolektif suçun, katliamın gerçek müsebbibidir. Yani sermayenin doymak bilmez kâr arzusu ölümlerin temel nedenidir. Sermaye bir ölüm makinasıdır.
Yukarıdaki vurgular son 10 günlük gazete haberleridir. Ve Kamboçya’da Adidas şirketine taşeron iş yapan tekstil işçilerinin aşırı çalışmadan baygınlık geçirmeleri üzerine serum takviyesi yapılıp, biraz dinlendirilerek tekrar işe başlatılmasından ya da Çin’de bir metal fabrikasında tuvalete gitmesinler diye işçilerin üzerine kapılar kapatıldığından dolayı, yaşanan patlama sonrası 65 işçinin yaşamını yitirmesi gibi “olaylardan” ayrı değildir.
Finans kapitalin ruhu ve aklının yansımalarıdır. Finans kapital gücünü, bu derece pervasız davranma cüretini işçi sınıfının örgütsüzlüğü ve amorfe oluşundan almaktadır.
Örgütlü işçi sınıfı böylesi gelişmelerde yeri yerinden oynatarak cevap verir.
Sınıfsal öfke ve kin birikiyor
Sınıf hareketi 2008 sonrası yeni bir momente girdi. Son 6 yılda lokal düzeyde yaygın eylemler ve direnişler gerçekleşti. Bireysel eylemler yeni bir eylem tarzı olarak dikkat çekti. Bursa ve Gaziantep’te öfke patlamaları yaşandı. Greif ve Fen-İş gibi fabrika işgal eylemleri göz doldurdu. Kazova özyönetim pratiği özgün bir deneyim olarak iz bıraktı. 2013 yılı ( içerikleri, yönelimleri itibariyle birçok eksikliği bünyesinde barındırsa da), son 20 yılın en yaygın grevlerin gerçekleştiği yıl oldu. 2013 ve 2014 başka bir yanıyla, eylemler ve direnişler içinden yaygın doğal işçi önderlerinin ortaya çıktığı yıllar oldu. Yine aynı yıllar, 1989’dan bu yana en yaygın işyeri komitelerinin/ taban örgütlenmelerinin kurulduğu dönem olarak dikkat çekti. Özellikle taşerona karşı etkili direnişler yapıldı.
Bugün bir işçi cehennemi olan 249 organize sanayi bölgesinde, 6 ya da 7 proletarya açısından stratejik ilde ve proletaryanın ana havzalarında (Çerkezköy, Çorlu, Lüleburgaz hattı; Hadımköy, Esenyurt hattı; Tuzla, Gebze, Kocaeli hattı; Sakarya, Bursa hattı; Eskişehir, Bozüyük hattı; Kayseri, Konya hattı, Çukurova, İskenderun hattı; Gaziantep, Adıyaman hattı vb havzalarda) vahşi sömürü ve yok edici çalışma rejimine karşı yıkıcı bir sınıfsal öfke ve kin birikiyor.
Katliamlar yeni ve yıkıcı öfke patlamalarına yol açacak
Çin/ Vietnam çalışma rejimi, güvencesiz, kuralsız, esnek ve örgütsüz çalışmayı, köleliği ve ölümleri koşulluyor. Türkiye kapitalizmi, uluslararası işbölümündeki yeri itibariyle çalışma ve ölüm kampları inşa ediyor. Yıkıcı çalışma rejimiyle sınıf, bir taraftan boyun eğdirilmeye zorlanıyor, diğer taraftan Azrail’le her an yüz yüze bırakılıyor. Önümüzdeki aylar ve yıllarda Soma ve Torun Center gibi katliamların yaşanması çok yüksek bir olasılıktır. Çünkü artık her işyeri bir anlamda, çalışma ve ölüm kampına dönüştü. Özellikle inşaat, maden, tekstil, tersane, petro-kimya, metal sektöründe işçi katliamları artarak devam etmesi beklenmelidir.
Sınıfın artık varlığına yönelmiş bir işleyişe isyan etmesi kaçınılmazdır. Birden infilâk şeklinde gelişecek, bu sınıfsal öfke ve kin patlamalarına devrimci-komünistler bugünden hazırlıklı olmalıdır. Devrimci-komünistler sınıfın içinde, sınıfla ontolojik bir ilişki kurarak yıkıcı enerjinin parçasına dönüşmelidir.
En örgütsüz, hatta yarı proleter karakterli 3000 inşaat işçisinin Torun Center katliamından sonra bir öfke patlamasıyla sokağa çıkması, yol blokajı yapması yeni bir döneme girişin ilk habercisidir.
Bundan sonra daha sert eylemlerin yaşanması yüksek bir olasılıktır.
Ayrıca inşaat sektöründe olduğu gibi taşeron, güvencesiz, sokak ve marjinal sektörde sınıfın yeni kompozisyonuna bağlı (yeni bir sosyolojik fenomenin dışavurumu; işçiliğin Kürtleşmesi, Kürtlerin işçileşmesinin bir yansıması) olarak, Kürt kökenli işçilerin varlığı ve dinamizmi (ulusal bilincin gelişmişliği, hızla politikleşme potansiyeli, devletle açık çatışmaya girme cüreti, hızla sınıfsal kimlik kazanması) son derece önemli ve müthiş olanakların önünü açmaktadır.*
Bu süreç bir yandan sınıfın nesnel ve öznel şekillenmesine yol açacağı gibi, Kürt özgürlük hareketinin birikimlerini ve radikal ruhunu yansıtacaktır, öte yandan Anadolu ve Mezopotamya devriminin ihtiyacı olan rezonansın ve füzyonun önünü açacaktır.
Sınıf unutmaz, sınıf biriktirir. Sınıf en olumsuz şartlarda bile ontolojik karşı duruşlar gösterir. Kendi otonomisinden (sınıflar mücadelesinin içinden ve ruhundan) beslenir. Önümüzdeki günler, iş cinayetlerine, katliamlarına karşı büyük patlamaların yaşanacağı günlerdir. Patlamanın, yıkıcı enerjinin parçası olmak devrimci-komünist bir tutum, stratejik bir duruştur.
* 11 Eylül 2014 tarihli Özgür Gündem’de yayınlanan Veysi Sarısözen’in makalesinde, dikkat çekici vurgular bulunuyor. İşçi hareketinin tarihsel momentlerinde Balkan kökenli göçmen işçilerin ve komünistlerin etkin rolüne vurgu yapan makale, bu rolle aktüel olarak Kürt kökenli işçilerin rolü arasında bağ kurmaktadır.