TUNCAY YILMAZ yazdı: ”Faşizmi durduracak olan süslü, parlak sözler, üstten üstten çağrılar değil, bu toplumun kültürel dokusunu iğneyle kuyu kazarcasına dönüştürmeye soyunan modern bir dervişane devrimciliktir.”
TUNCAY YILMAZ
Yeniden konumlanırken aramıza mesafe koymamız gereken iki yaklaşımı erkenden mahkûm edebiliriz. Bunlardan birincisi umutsuzluk, karamsarlık, “size müstahak”cılık, “bu halktan adam olmaz”cılık ise, ikincisi de gerçeklerle yüzleşmek yerine ajitasyonla, “en keskin” söylemlerle, mücadelenin ileri aşamalarında önümüze gelecek olan hedefleri güncel/sahici görevlerin yerine koyan bir gerçeklikten kopuş halidir. Aynı kategoride olmasa da bunlara yetinmeci bir “aslında biz kazandık”cılık da eklenebilir.
Şayet sömürünün, eza’nın, adaletsizliğin olduğu her yerde direnişin de olacağına hala inanıyorsanız; direnişin mevcut olduğu her durumda kazanmanın da mümkün olduğunun bilincindeyseniz mücadelenin yeni evresinde ona göre konumlanmak zorundasınız. Zaten kazanılamayacağı inancıyla bir mücadeleye girilemez, girilse de oradan olumlu bir sonuç alınamaz.
Mücadeleyi seçimlere, kazanım alanını sadece parlamentoya indirgeyen her akıl ister istemez büyük bir hüsran yaşadı 24 Haziran sonrası. Biraz seyrekleşmiş olsa da AKP-MHP ittifakı karşıtı kesimlerde hala en popüler değerlendirmeler “şeker fabrikası özelleştirilen Çorum’dan / Yozgat’dan AKP’ye şu kadar oy çıktı!”, “patates 4 lira, soğan 5 lira olmuş, döviz fırlamışken AKP’ye oy verenler şimdi ceremesini çeksin bakalım…”, “adamlar uzaya yol yapacağız deyip oy alıyorlar!” gibi sığlıklardan kurtulabilmiş değil. Bu değerlendirmenin bir adım sonrası ise ister istemez “bu halktan adam olmaz, 10-15 yıl bir şey değişmez artık” analizine(!) ulaşıp köşesine çekilmek olacaktır.
“Faşizmin sandıkta yenilemeyeceği” derin (!) tespitini yapan kesimler ise bu tespitlerini doğru çıkardığı için nerdeyse faşist blokun kazanmasına sevinir durumdalar. Bu ‘devrimci’ dostlarımıza göre seçim sonuçları da gösterdi ki faşizm sandıkta yenilemez! Tamam, peki ne yapmalı? Sokaklar kuşatılmalı, her türden direniş derhal başlatılmalı, hesaplar başka türlü sorulmalı, vs. vs. Sanki seçim ve parlamento mevziini de demokrasi mücadelesine içkin gören güçler, sokağı, fiili meşru mücadeleyi reddediyorlar, “demokratik değişimin tek mümkünü ve mekânı parlamentodur” diyorlar! Bu üsten üsten konuşan, ennn devrimci sözü söyleyen, ennn keskin mücadele biçimini öneren dostların halk nezdinde nasıl bir karşılık bulabildikleri, kendilerine ait nasıl bir güce, örgüte sahip oldukları ise ayrı bir tartışma konusu. Ama asıl mesele, seçimleri, parlamentoyu faşist blokla göğüs göğüse çarpışma mekânları olarak gören, buralarda kazanılmış ya da kaybedilmiş her mevziinin halkın demokrasi ve devrim mücadelesine katılımına doğrudan etkisi olduğunu bilerek konumlanan güçlere karşı gösterdikleri yüzeysel, ajitatif yaklaşımlarıdır.
Durum ne?
Küresel kapitalizmin sağcı / muhafazakâr /popülist rüzgarını arkasına alan AKP-MHP faşist bloku, Türk devletinin ve sermayesinin yapısal handikaplarını da fırsata çevirerek faşizme doğru tam yol ileri komutunu vermiş durumda.
Şüphesiz ki ortadaki tabloyu Erdoğan’ın kişisel başarısı olarak okumak eksik bir değerlendirme olacaktır. Trump’tan May’e, Merkel’den Macron’a, Putin’den Sisi’ye güvenlikçi, muhafazakâr politikaları esas alan yeni sağ dalganın kendi dinamikleri üzerinde yükselmiş başka bir versiyonudur Erdoğan iktidarı. Ancak bu O’nun, toplumun önemli bir kesimini manipüle etmedeki maharetini de görünmez kılmamalı.
Verili koşullar içerisinde Erdoğan’ı başarılı, rakiplerini başarısız kılan da tam bu “manipülasyon maharetidir”. Şayet bu denklemi bozacak bir müdahale yapma niyetindeysek, odaklanacağımız, tartışacağımız, analiz edeceğimiz ve sonuçlar çıkartarak yöneleceğimiz değişken Erdoğan’ın bu başarısıdır. Elbette ki dış etkenlerde de değişimler, olumlu olumsuz gelişmeler mümkündür. Ancak beklentiyi oraya odaklamak devrimci, değiştirici bir özne olma iddiasını ortadan kaldıracağı gibi, dış etkenlerin yeni tercihlerinden başka bir sonucu da ortaya çıkartamaz
Nasıl oluyor?
Neredeyse unutturulmaya yüz tutmuş soykırımları, Kürt halkının yaşadığı katliamları, Alevilerin yok sayılışını bir kenara bıraksak dahi nasıl oluyor da bunca yoksulluk, işsizlik, yoksunluk çeken, değil geleceğini garantiye almak yarın ne yaşayacağını dahi bilemeyen, sürekli bir gerilim, kutuplaşma ortamında yaşayan, çoluğunun çocuğunun yarınından endişe duyan milyonlarca insan nasıl oluyor da bizzat bu sonuçları üreten politikaların aktüel kurucusu olan siyasi iradenin arkasına diziliyor? Ciddiye almamız, yüzleşmememiz ve cevaplamamız gereken soru tam da budur.
Durumu rakamların diliyle ifade edecek olursak; 24 Haziran seçimlerinde kullanılan 51 milyon oyun 27 milyonunu (yüzde 53,7’sini) Cumhur İttifakı aldı. Hiçbir şekilde mümkün değil ama diyelim ki bu oyların 5 milyonunu (yüzde 10’unu) çaldılar. Geriye kalıyor çoğunu bu ülkenin işçilerinin, işsizlerinin, Küçük esnafın, yoksul köylülerin ve onların ailelerinin oluşturduğu 22 Milyon oy! Nasıl oluyor da -2 milyonunu tuzu kurulara çıkarsak- 20 milyon seçmen (bunların temsil ettiği sayı 30 milyonun üzeridir) aslında kendilerinin aleyhine olan bu iktidarın temel dayanağı oluyor?
Elbette bu soruyu bütün halkın emekten, özgürlükten, demokrasiden yana saflarda yer alabileceğini bekleyen bir naiflikle sormuyorum. Ancak Erdoğan’ın küresel ve yerel egemenler tarafından tercih edilmesini, iktidarda kalabilmesini sağlayan bu gerçek gücün önemine işarete etmeye çabalıyorum. Şayet Erdoğan böylesine bir gücü manipüle edebiliyor ve sermayenin ihtiyaçları yönünde bir dönüşüme bu kitleyi eklemleyebiliyor olmasaydı, muhtemel ki o zaman başak seçenekler devreye sokulmak istenebilirdi. Yani bu hususta yaygın olarak kurulan denklem aslında tam tersi bir aritmetiğe sahip: Sermaye başka alternatif bulamadığı için Erdoğan’la devam ediyor değil, Erdoğan’la devam etmek işine geldiği için (henüz) iktidarı alacak başka bir alternatifi yaratmıyor.
Erdoğan’ın Pandülü (sarkacı)
Erdoğan milyonları adeta hipnoz eden iktidar sarkacını bir dönem özgürlükler ve demokrasi söylemi arasında sallandırırken, son süreçte pandülün ucu din/muhafazakârlık ve milliyetçilik arasında gidip gelmekte.
Hitap ettiği kitlenin amacına ulaşmak için “zehebini (paranı), zihabını (inancını) ve mezhebini gizli tutmaya”, gerektiğinde “Lat, Menat ve Uzza putu, İslam dininden iyidir” demeye meyyal takiyeci kültürel dokusu, Erdoğan’ın bu bir uçtan diğer uca savrulan söylemine ve duruşuna hızla adapte olabildi.
Gerçekle yüzleşme
Geniş bir kesim tarafından paylaşılan bu tespitin üzerine bir adım daha gitmek durumundayız. Peki nasıl oluyor da bu toplumsal dokuya biz nüfus etmeyi başaramıyoruz? Bu sadece iktidarın engellemeleri, devletin imkanları ve kuşatması, ceberut devletin zoru hatta bu toprakların serpilemeden soykırımlar deryasında boğulan aydınlanmasının sonucu olarak okunabilir mi? Böyle okumakla yetineceksek şayet kendimizi nereye koyacağız?
Bir dövünme ayinine çevirmemek ve somut görevler çıkarmak şartıyla tablonun bu hale gelmesinde iğneyi de çuvaldızı da kendimize batırmak zorundayız! AKP’nin en çok oy aldığı ilk beş il olan Rize’de, Bayburt’ta, Konya’da, Aksaray’da, Kahramanmaraş’ta devrimciler, demokratlar ne tür örgütlenme çalışması içerisindeler? Bırakalım oraları, metropollerdeki AKP-MHP mahallerinde bu tahakkümü kıracak hangi yaratıcı çalışmaları sürdürmekteyiz? Çuvaldızı biraz daha derine sokalım, “bizim” sandığımız mahallerde hangi gerçek halk örgütlenmelerine sahibiz? Hangi fabrikalarda, liselerde, üniversitelerde güçlü örgütlenmeler yaratabilmiş durumdayız?
Dervişane Devrimcilik
Bu gerçeklikle yüzleşmek ve durumu değiştirecek hamleleri planlayarak hayata geçirmeye cüret edecek adımları atmak zorundayız.
Genel söylemlerle, parlak eylemlerle, sadece yüksek politika yaparak, AKP-MHP kitlesine üsten bakarak, parti bürolarından, siyaset kurumlarından seslenerek kat edebileceğimiz mesafe buraya kadardı. Şimdi ya gerçekten toplumun içine doğru uzun soluklu organize bir hamleyi başlatacağız, ya da bu süreçte gerçekten yok olacağız.
60-70’lerde Dev-Genç’i köylere, kasabalara taşıyan cüret ve inançla bu topluma yeniden yönelmediğimiz sürece, aleyhimize oluşmuş bu dengeyi değiştirme, yukarıda bahsettiğim kültürel yapıları/sınırları kırma şansımız yok. Bunu aklımıza iyice sokmak zorundayız!
Birilerinin kendi laflarının parlaklığından büyülenerek şehvetle işaret ettiği kestirme zaferler yok önümüzde! Ortaya çıkan tablodan gerçekten kaygılanan, bu tabloyu değiştirmek isteyen, zahmetli, istikrarlı, sabırlı, uzun soluklu, küçük başarılardan motive olmayı bilen ve bu başarıları biriktirerek büyütmeyi beceren, büyük bedeller ödemeyi göze alan bir devrimcilik dönemine kendini hazırlamalı. Doğru stratejik ve taktiksel hat ancak, iki adım ileri sıçramak için toplumun içine doğru bir adım geri çekilmeyi beceren bir çalışma tarzıyla hayat bulabilir.
Faşizmi durduracak olan süslü, parlak sözler, üstten üstten çağrılar değil, bu toplumun kültürel dokusunu iğneyle kuyu kazarcasına dönüştürmeye soyunan modern bir dervişane devrimciliktir. Toplumu içinden ve dışından kuşatan yapışkan karanlığa karşı, burjuva anlamıyla dahi yarım kalmış aydınlanma hareketini maddeci bir perspektifle devam ettirmek, ilerletmek zorundayız.
Ancak o zaman çekip alabiliriz bu ipek halıyı faşizmin hoyrat ayaklarının altından ve durdururuz şerha şerha olmuş yüreklerimizin kanamasını…
Son sözü Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun neredeyse 100 yıl öncesinden bugünkü halimize ışık tutan YABAN romanındaki satırlarına bırakalım:
“Anadolu halkının bir ruhu vardı; nüfuz edemedin.
Bir kafası vardı; aydınlatamadın.
Bir vücudu vardı; besleyemedin.
Üstünde yaşadığı bir toprak vardı; işletemedin.
Onu, hayvani duyguların, cehaletin, yoksulluğun ve kıtlığın elinde bıraktın.
O, katı toprakla kuru göğün arasında bir yabani ot gibi bitti.
Şimdi elinde orak, buraya hasada gelmişsin!
Ne ektin ki, ne biçeceksin.
Bu ısırganları, bu kuru dikenleri mi? Tabii ellerine batacak! Tabii ayaklarına batacak!
İşte, her yanın şerha şerha kanıyor ve sen acıdan yüzünü buruşturuyorsun.
Öfkeden yumruklarını sıkıyorsun.
Sana ıstırap veren bu şey, senin kendi eserindir.
Senin kendi eserindir.”