Türkiye için totaliter bir rejim korkusu, herkesin bildiği tarihsel örneklerden besleniyor. Tüm insanlık tarihinin en karanlık “rejimlerinin” sahne aldığı, XX. Yüzyılın ikinci çeyreğinde yaşananlardan… Arkasına seçim desteğini alan, diktatörlerin yükseliş öykülerinden…
Almanya’ya bakalım; Adolf Hitler’in Nasyonal Sosyalist Alman İşçi Partisi, 14 Eylül 1930 yılında yapılan seçimlerde %18’in biraz üzerinde oy alarak, ülkenin en çok oy alan ikinci partisi konumuna yükselmişti.(Birinci parti Sosyal Demokratlar olarak bilinen SDP, 24 oy almıştı). 31 Temmuz 1932 yılında yapılan erken seçimlerde, Nazilerin oy oranı, önce %37’nin üstüne çıktı. Aynı sene içerisinde, 6 Kasım 1923’deki ikinci seçimlerde ise partinin oyu, %33’e geriledi. Hitler’i Başbakanlık koltuğuna çıkartan bu oy oranı, 5 Mart 1933’teki seçimlerde daha da yükseldi: %44…
Bu bilgileri aktaran Prof. Dr. Vural Ülkü, “Totaliter bir rejim için çoğunluk gerekmiyor…” şeklinde bir genelleme sunuyor bizlere. Ve günümüz Türkiye’si ile aradaki çarpıcı paralellikleri ortaya sererken, çok daha çarpıcı bir alıntı yapıyor, Partinin Propaganda Bakanı Goebbels’ten: “Sayıların ne önemi var? Devlette efendiler artık biziz…”
Belki biraz zorlama da olsa, Nazi Partisi tarafından 28 Subat 1933’te çıkarılan “Halkı ve Devleti Koruma Kararnamesi”nin hükümete olağanüstü yetkiler veren gücünü bugünün Türkiye’sinin kimi girişimleriyle kıyaslayabiliriz. Yine de en çarpıcı olan bu Kararname’nin, ülkenin üzerine çöreklenmiş “Yahudi”-“Komünist” komplosunun bertaraf edilmesi amacıyla çıkarılmasıdır. Güncel politikada bayağı bir mit diliyle, görünmeyen-var olmayan ya da olduğundan farklı gösterilen toplumsal bir grubun, komplo ağıyla yeniden anlamlandırıldığı hayali dil ile ilk tanışmamız değildir bu. Yine de “cemaatin” çöreklendiği, ülkenin aydınlık geleceğini hedef almış, nerede olduğu, kaç kişi oldukları, buraya nasıl yerleşmiş oldukları gibi çok sayıda pozitif sorunun bir türlü yanıtlanamadığı “paralel devlet” açıklamalarıyla etkin bir bağ kurabiliriz…
Şimdi de İtalya’ya bakalım… 1921 seçimlerinde Mussolini’nin Faşist Partisi Parlamento’ya 37 milletvekili sokma başarısı gösteriyor. Yükselen “komünizm” korkusunun İtalya’nın hakimlerini Faşist Parti’yi desteklemeye ittiğini hatırlatmaya gerek yok; bu neredeyse evrensel bir tutumdur: “Olası dünyaların en kötüsü komünizm olmasın da ne olursa olsun…” İtalya Kralı III. Victor Emmanuel’in,
Mussolini’ye Başbakanlığı verme nedeni, “yükselen komünizmden duyduğu derin endişeye” bağlanabilir elbette. Diğer taraftan faşist militanlar, Kara Gömleklilerin gözü kara eylemlerinden de ürkmüş olabilir. 29 Ekim 1922’de başlayan Mussolini iktidarı, şaşırtıcı seçim başarılarıyla sürer; 1924 seçimlerinde İtalyan Faşist Parti’nin oy oranı %61’in üzerindedir.
Siyaset bilimi ve demokrasi…
Ansiklopedik Politika Sözlüğü, “demokrasiyi”, Yunanca “demo”(halk) ve “kratein”(idare etmek) sözcüklerinden gelen “halk tarafından idare, halkın hükümeti” olarak tanımlıyor. Açıklamalardan anladığımız kadarıyla iki tip “demokrasi” bulunuyor. İlki “halkın doğrudan doğruya, kurduğu meclisler aracılığıyla yönetime katıldığı” demokrasiler “Doğrudan Demokrasi” ve modern dünyaya hakim, kalabalıklaşmış nüfuz için elverişli gözüken, seçilen temsilciler aracılığıyla “kendini yönetme hali”: Temsili demokrasi…
Doğrudan Demokrasi rejiminin bir ideal(ütopya) olduğu, siyaset bilimcilerin pek bir hevesle savunduğu argümanlardan bir tanesidir. Modern dünyada uygulanabilir olan yegane rejim olarak “Temsili Demokrasinin” meşruluğuna varacak hakim bir yol…
Doğrudan Demokrasinin bugün bizlerin de bildiği en popüler ilk örneği Yunan medeniyetine aittir. Siyaset Bilimi jargonunda demokrasinin bu uygulaması çarpıktır. Zira en kalabalık nüfusa sahip olduğu dönemde Atina’da oy kullanma ya da yönetime katılma hakkına sahip yurttaşların sayısı, toplam nüfusun yarısından daha azdır. Nüfusun büyük çoğunluğu “kölelerden” oluşmaktadır zaten.
Aslında herhangi bir çarpıklık yok; çarpıklık aranıyorsa, siyasi rejimi topluluğun ekonomik örgütlenme biçiminden soyutlayarak ele alma düşüncesine bakılmalıdır. Demokrasi rejiminin içrek olanaklarını anlama açısından bu kadarı yeterlidir. Soyut bir demokrasi tanımı, toplum yurttaşları arasında bir “eşitlik” koşulu yaratmaz; yurttaş olma koşuluyla her sınıftan bireyin yönetime katılımı mümkündür.
Bu haliyle “demokrasinin”, a-priori bir sınıfsal eşitlik arzulamadığı ya da ön koşul olarak barındırmadığını görmek mümkündür.
Antik Yunan ve Demokrasi eleştirisi
Aslında hepimiz biliriz; hayat okullarda öğretildiği gibi değildir. Sınıf uçurumunun alabildiğine büyüdüğü bizim gibi ülkelerde “demokrasi”, dönüşüm ve veya katılım yolunda hiçbir şey vaat etmez. Demokrasi rejimine yüklenen kutsallığını teorik-tarihsel dayanakları eksiktir.
Demokrasinin beşiği olarak bilinen Antik Yunan kültürü için demokrasi, bizler kadar “kutsal” bellenmemiştir. Aristo, demokrasiyi, “yoksulların devleti kendi çıkarlarına uygun olarak yönetmesine vesile olduğu için” yozlaşmış siyasi rejimler listesine dahil etmiştir. Platon ise, Atina Demokrasi’sinin “bireycilik”, “çıkarcılık” ve hepsinden önemlisi “cehalete” neden olduğu kanaatindedir. Hocası Sokrates’in “Tiranlığı” desteklediği için “demokrasi” yandaşları tarafından öldürüldüğünü görmüştür.(Sokrates’in “demokrasi” eleştirisi, toplumun “yozlaşmasına vesile olan tüccarlar sınıfını merkeze almıştır). Demokrasiyi eleştiren Platon, ideal sistemi, filozof-kralların başta olduğu sistem olarak tanımlıyor. Ona göre, Perikles döneminin “demokrasisi” eşit olmayanları eşit sayan, eğitime önem vermeyen bir anarşi dönemidir…”
Sınıf tanımı görmezden gelinirse
Bugün kesinlikle eminiz; Cumhuriyet, demokrasi, aristokrasi, totalitarizm ya da tiranlık… Toplumsal bir eşitliğe olanak sağlamayan, doğuştan gelen imtiyazları koruyan ya da kollamaya devam eden, sınıf uçurumlarına meydan okumayan rejimler kolaylıkla birbirinin yerine geçebilir. Bunların her biri, adına “halkın” iradesi denilen bir seçim kültürü bayağılığına teslim olmakta eşittir. Zira yalnızca “seçim” olgusu, “halkın seçimi”, “halkın kararı” ya da “halk iradesi” gibi genel ve soyut bir geçerliliği sağlamada yetersizdir. Kısmen gelişmiş modern Batı demokrasileri bunun farkındadır; toplumsal kesimlerin ülke yönetimine katılımını seçimden seçime değil, günden güne sağlayan müdahale ve katılım kurumsallaşmasına sahiptir. Zira Siyaset Bilimcilerin pek iyi bildiği gibi, karmaşıklaşmış, etkin zihin manipülasyonu yaratan kitle iletişim araçlarına sahip, kozmopolit yüksek nüfuzlu topluluklarda “halk” olarak tanımlanan kitlenin kararlarının tartışılmaz olarak görülmesi hatalıdır. Zira “doğrudan yönetimin” olanaklı olduğu yerel meselelerde, termik santrallere karşı direnişler örneğinde gördüğümüz gibi, yetkin bir bakış açısına sahip kitlelerin, muhatap olduğu sorunların derecesi ve önemi büyüdüğünde yanlış kararlar verme eğilimine sahip olduğu açıktır. Bunun sebebi cahillik ya da halkı aşağılamaya yönelik tutum birliği değildir. İnsan, yaşamak için topluluğun alacağı kararlara etkin ve doğrudan katılma eğilimi duyan bir varlıktır ve modern siyasi rejimler onların yaşamsal ihtiyaçlarıyla pek az ilgili, entelektüel gevezelikten başka bir şey değildir..
AKP ve ileri demokrasi iddiası
Bu çarpıtmanın olanaklarından yararlanan son odaktır AKP… Onların “ileri demokrasi” olarak tanımladığı rejim biçiminin eksiksiz dayanağı da seçimlerdir. Şaibeleri bir kenara bırakalım; rakamlar dahi pek çok şeyi göstermede yeterlidir.
Son Genel Seçimlerde oy kullanan kişi sayısı 42.5 milyon kişi… Geçerli oy sayısı ise, 38.8 milyon… Ülke nüfusu, 2012 yılı itibariyle 75.5 milyon… Geçerli oy oranının tamamı AKP’ye gitse %50 ya ediyor ya etmiyor. Ki öyle değil; AKP’nın aldığı oy oranı %48; bu da 16.5 milyondan daha az ediyor. Bu Başbakan’ın %50 dediği rakamdır.
Böylece temel saptama yapma hakkına kavuşuyoruz: Siyasi bir rejim olarak Demokrasinin bizdeki yorumu basbayağı bir azınlık iktidarına meşruiyet kazandırmanın aracı haline dönmüştür.