SEÇTİKLERİMİZ – Mustafa Çeçen’in Siyaset Dergisi’nin Kasım-Aralık sayısındaki yazısı: “Bu rejim, popüler bir çoğunluğun seçimli otoriterlik denemesi olduğundan, özgül bir olağanüstü kapitalist devlet biçimi, muhtemelen sonuçları tarihsel faşizmlerden daha ağır olabilecek ya da demokrasiye geri çekilebilecek özgül bir anayasal diktatörlüktür.”
MUSTAFA ÇEÇEN
Üç aylık bir dönem için ilan edilen olağanüstü hal (OHAL), üzerinden geçen bir yılı aşkın süre içinde üçer aylık dönemler halinde beşinci kez uzatıldı. Bu demektir ki, geçici bir tedbir olmaktan çıkarak kalıcı bir yönetim tarzına dönüştü. Bu dönüşümün iyice anlaşılmasıyla birlikte kamuoyunda, OHAL’in süreklileşmesi endişesi de biçim değiştirdi. Kimileri, OHAL’in 2017 Anayasa değişikliği ile tesis edilen “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi”nin yürütme gücü olarak ilk Cumhurbaşkanlığı seçimine kadar devam edeceğini öngörüyor. Kimileri, yeni hükümet sisteminin ilk Cumhurbaşkanı olarak Erdoğan seçilmediği halde, OHAL’in belki de hiç kalkmayabileceğine, rejimin totaliter bir tek parti-kişi rejimine dönüşebileceğine dair kuşkularını ana akım medyada da görünür hale gelecek şekilde açıkça paylaşıyor.
Türkiye Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) temsilcileri, OHAL’in en kısa sürede kaldırılmasına ilişkin taleplerini dönem dönem dile getirdiğine, Cumhuriyet yazarı Orhan Bursalı, 2017’nin Haziran ayında “AKP kaybederse iktidarı teslim eder mi?” (Cumhuriyet, 22.06.2017) diye sorabildiğine göre, bunun sadece sosyalist solun gündemindeki afakî bir tartışma değil, güncel ve güçlü bir endişe olduğunu teslim etmeliyiz. En son Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) sözcüsü ve Grup Başkan Vekili tarafından rejim ağır bir şekilde diktatörlükle itham edildi. Zaman zaman benzeri tespitleri Halkların Demokratik Partisi (HDP) milletvekilleri de yapıyor.
15 Temmuz sonrası yeni Türkiye
İbrahim Kaboğlu, 2017 Anayasa değişikliğini 15 Temmuz Anayasası (2017, Tekin) diye adlandırarak, tartışmayı anayasa hukuku bakımından son derece berrak şekilde görünür kıldı. Anayasacı düşünüşle barışık olamayan solda ise kafa karışıklığı baskındır. Bunun haklı nedenleri de var; kitabın ortasından okunduğunda hayat kitaba uymuyor, ortalık hâlâ toz duman, hâlâ göz gözü görmüyor. Ancak, ta başından görünenler de vardı ve fikri takip önemlidir. Yine bu dergide, hemen 15 Temmuz sonrasında, şöyle yazıldı:
“‘Yeni Türkiye’ adı verilen ‘yeni’ rejimin Yenikapı Mitingi ile bir kısım demokratik muhalefeti rejim dışına atarak ve rejim içi muhaliflerin onayını alarak Cumhurbaşkanı liderliğinde ilk krizini aşmaya yöneldiği, olağanüstü hal rejiminin uygulamaları ile önümüze koyduğu bir hakikattir. Bu hakikat, 7 Haziran 2015 “yarı-devrim”inin de büyük oranda bastırıldığı anlamına gelmektedir.
Koşu hızlıdır, güzergâh daha önce görmediğimiz türden bir baskıcı rejime çıkmaktadır. Olağanüstü hal rejimi ile bu büyük oranda tesis edilmiştir ve geri dönüşü olup olmayacağı belirsizdir.” (Mustafa Çeçen, Siyaset, sayı:32).
Geri dönüş belki olabilirdi, özellikle 2017 Nisan Referandumu buna dair güçlü bir işaret fişeği oldu ama olmadı, doğrultu tersinmedi. Aksine, tartışmalı da olsa gerçekleşen 2017 Anayasa değişikliği ile işaret ettiğimiz güzergahta rejimin kurumsallaşması yolunda önemli bir adım atıldı. Bu rejim kurumsallaşana kadar da, ipleri yitirmeyecek bir olağanüstü yönetim biçimi, anayasal görünümlü diktatörlük (OHAL rejimi) daim kılındı, kılınıyor.
Bu OHAL rejimi ile süregiden anayasal diktatörlüğün kaynaklarına dair solda pek tartışma yoktur. Önceki yazılarımızda vurguladığımız şekilde, açık olan, “… Cumhurbaşkanı’nın kapitalist devleti olağanüstü -Bonapartist (Erdoğanist?)- bir biçimine dönüştürerek ilerleyeceğiydi. Acı olan, herkesin bildiği bu seçenekleri örneğin sendika yöneticisi, parti yöneticisi vb. konumundaki sosyalist solcuların görmezden gelmesi, 12 Eylül 1980 askeri darbesi boş laf olduğunu yıllar önce göstermiş olmasına rağmen, eski bir “-‘faşizm’ sakızını, çiğnemeye devam etmekle yetinmesidir” (Mustafa Çeçen, agy).
Bir yıl önce böyleydi, bir yıl sonra kurucu lider olarak Cumhurbaşkanı imgesinin sadece belirtik hale gelmediğini, 2017 Anayasa değişiklikleri ile ikinci kurucu lider olarak tescil edildiğini ve rejimin bir bütün olarak bu doğrultuda yapılaşma eğilimi gösterdiğini, buna rağmen, hakim hegemonyanın kırılganlığını büyük ölçüde sürdürdüğünü görebiliyoruz.
Baskıcı rejimin asli dayanağı: Sermayenin aktif rızası
Aynı konuya hasredilen ikinci yazıda da, tarihsel maddeci çözümleme metodu bağlamında uzak durulması gereken yöntemsel hatalara işaret edilerek, mevcut anayasal diktatörlük ile sermaye, daha doğrusu hakim sınıflar ilişkisinin önemine, varılan evrenin tespit edilmesi gereğine, hukuksal dönüşümlere ve rejimin mevcut haliyle ürettiği meşruluğa dair kayıtsızlığa vurgu yapılmıştı. Bunlar göz ardı edilerek karşı karşıya olduğumuz olağanüstü devlet biçimini anlamayı başarmak mümkün değildir. Tekrarı ile yetiniyoruz (Bkz. Mustafa Çeçen, Siyaset, sayı: 34).
Bu kadarı karşı karşıya olduğumuz olguyu aşağı yukarı görünür kılmaya yeter ancak, şu anda bir anayasal diktatörlük olan OHAL rejiminin tüm içeriği ile kavranabilmesi için dayanaklarının da gözlenmesine ihtiyaç vardır.
Önceki yazılarda özellikle vurgulandığı üzere, mevcut anayasal diktatörlüğün (OHAL rejiminin) görünür biçimi, hakim tek parti tarafından fethedilen devlet aygıtıdır. Buna ordu, polis ve yargı evleviyetle dahildir. Ancak hakim parti iktidarına hegemonya kapasitesi kazandıran devlet aygıtlarının tek parti tarafından bütünüyle fethi değil, sermayenin açık desteğidir. TÜSİAD dahil olmak üzere sermaye, bu anayasal diktatörlüğün asli dayanağıdır. TÜSİAD’ın OHAL rejimine karşı açıklamalar yaptığı doğrudur; Cumhuriyet gazetesine konuşur konuşmaz ertesi gün Koç eşliğinde soluğu Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde aldığı ise, hakikattir. Bu hakikati anlayabilmek için Türkiye’de sermayenin tarihine vakıf olmak, onun devletsiz bir hiç olduğunu bilecek bir deneyime ve kültüre sahip olduğunu unutmamak gerekir. Türkiye’de burjuvazi başından itibaren devlete bağımlı, iç rekabetinde devletin düzenleyici el koymalarına taraftar şekilde şekillenmiştir. Bugün, mülkiyet hakkının açık ihlali şeklindeki el koymalara elindekini yitirme korkusu ile değil, ayakta kalabilirse kendisine düşecek payın hevesi ile yaklaşabilmesi, bugünün değil dünden devraldığı yağmacı/talancı birikim geleneğinin sonucudur.
Baskıcı rejimin tali dayanağı: İşçi sınıfının pasif rızası
Bir ülkede demokrasinin varlığı, gelişmişliği ve gücü işçi sınıfının kendinde ve demokratik hareketinin niteliği ile belirlenir. Kendisi için işçi sınıfı yoksa sosyalist sol zaten var olamaz da, behemehâl demokrasi de yoktur. Bugün demokrasi yahut biçimsel demokrasi diye bildiğimiz tüm siyasal temel hak ve özgürlükler, işçi sınıfının tarihsel mücadelelerinin ürünüdür; genel oydan parlamenter bağışıklıklarına kadar böyledir bu.
İşçi sınıfı soyut bir kategori değildir, somut, kapitalist üretim tarzının hakim olduğu üretim tarzlarında toplumun azamisini oluşturan en geniş insan topluluğudur. İdris Küçükömer’i “sağcılara” teslim etmeye hevesli sol görünümlü “sağcı”lara inat tekrar edelim, Küçükömer’e göre Türkiye’de yegâne “sivil” toplum, işçi sınıfıdır. Şöyle özetlenebilir; modern kapitalist “sivil” toplum, çok küçük bir azınlık olan burjuvalar ile toplumun neredeyse kendisi olan işçi sınıfından oluşur.
Türkiye’de işçi sınıfı örgütsüzdür. Bize göre, memurlar da işçidir, ancak solumuzda memurları işçi saymayan bir dizi fraksiyon vardır. Bu fraksiyonları da memnun etmek için memurları ilk etapta dışarıda bırakalım: 4857 sayılı Kanun’a göre işçi sayısı Temmuz 2017 istatistiğine göre 13.581.554’tür. Bunlardan yalnızca 1.623.638’i sendika üyesidir. Yukarı doğru yuvarlarsak yüzde 12. Sendika üyesi olanlardan 907.328’i Türk-İş’e, 544.566’sı Hak-İş’e, 145.988’i DİSK’e üyedir. DİSK üyesi sayısı kabaca 4857 sayılı Kanun’a göre işçi sayılanların, yine yukarı doğru yuvarladığımızda, yüzde 1,07’sidir.
Bize göre kamu çalışanları da işçidir ya, kamu çalışanları sendikalarına da bakalım: Yayınlanan resmi istatistik, 2016 yılına aittir, 2.452.249 kamu çalışanından 1.756.934’ü sendika üyesidir. Bu işçilere kıyasla son derece yüksek bir örgütlülüktür: 956.032’si Memur-Sen’de, 420.220’si Türkiye Kamu-Sen’de, 63.990’nı Birleşik Kamu-İş’te, diğerleri başkaca bağımsız sendikalarda olmak üzere sadece 221.069’u KESK’te örgütlüdür. Yuvarladığımızda KESK üyesi sayısı kabaca, kamu çalışanlarının yüzde 9,02’sidir.
İşçi ve kamu çalışanlarını birlikte ele aldığımızda, DİSK ve KESK’te örgütlü emekçilerin toplam emekçilere oranı sadece ve sadece yüzde 2,29, toplam seçmene oranı ise yüzde 0,62’dir. Bu oran, sosyalist çevrelerin toplumdaki etkinliğinin maksimum kapasitesi hakkında fikir vermesi gereken gerçek bir göstergedir.
Ancak konumuz, sosyalist solun genişleme olanakları ya da stratejileri değil, baskıcı rejimin dayanakları ve demokrasi olduğuna göre, bu oran bize ne söyler? Son derece basit, işçi sınıfı kendisi için sınıf değilse, örgütlü değilse, o ülkede demokrasi burjuvaziye emanettir ve bu, demokrasi yok, aynı zamanda da demokrasiye ihtiyaç da yok, anlamına gelir. Böyle bir tabloda, iktidarlar gelir, iktidarlar gider, sosyalist sol, dönem demokrasiye açılır gibi olunca “sosyalizm” diye çıkmak ister, dönem demokrasiye kapanınca “faşizm” diye demokratik cephe kurmak ister. Bu bir kapandır. Bu kapan içinde, emekçilerin neden ve niçin inatla AKP gibi bir partiye oy verdiğini anlayamayacak kadar tarihsel materyalizme yabancılaşmak kaçınılmaz hale gelir. Bu kez de, tıpkı 12 Eylül’de olduğu gibi aynı kapanın çalıştığını, ancak bu kez, hegemonyanın daha bir kırılganlık taşıdığını görüyoruz.
Baskıcı rejimin resmi ideolojisi: Rabia ya da Türk-İslamcılık…
Bu kırılganlık, geçmişte de bugünde rejimi resmi bir ideoloji ve kurucu liderlik etrafında kenetlenmekle karşı karşıya bırakıyor. 12 Eylül resmi ideoloji olarak Türk-İslamcılığı hakim kıldı. Bu hakimiyet içinde filizlenen siyasal İslam, hakim tek parti tarafından müesses nizama tehdit olmaktan çıkarılarak, rejimin daha güçlü bir yapıtaşına dönüştürülmüş görünmektedir. Bunu en net şekilde, Rabia’nın dönüşümünde görüyoruz. Güneydeki siyasal İslamcı ayaklanmanın ifadesi olan bu simge, AKP programına şöyle girdi: “AK Parti, (…) ‘tek millet, tek bayrak, tek vatan, tek devlet’ anlayışını sarsılmaz bir ilke olarak kabul eder”. Burada öne çıkanın resmi ideolojiden köklü bir kopuştan çok bir süreklilik içinde değişim1 olduğu, vurgulanmalıdır. Sorun şu ki, bu değişimle birlikte siyasal İslam’ın rejimin temel ideolojisi haline dönüşmesi, rejimin köklerindeki cumhuriyetçi ilke ve değerlerle uzlaşmaya en yaklaştığı yerde dahi, tarihsel uzlaşmayı değil cumhuriyetçi bir muhalefeti tetikliyor ve güçlendiriyor.
Sorun ve tartışma, burada başlamaktadır. AKP tek parti iktidarının yapılandırdığı OHAL rejimi altında devlet aygıtının siyasal İslam doğrultusunda fethedilmesi, Türkiye’de siyasal rejimin siyasal İslam’ın güney türü bir faşizmine dönüşmesine neden olacak mıdır?
Baskıcı rejimin ideolojik dayanağı: Siyasal İslam
12 Eylül kapanı aydınları sosyalist soldan uzaklaştırmıştı. Aynı kapanın, 12 Eylül sonrası arayış içindeki genç aydınları siyasal İslam doğrultusunda mobilize ettiği, bugün çok daha iyi görülüyor. Siyasal İslam, ne Ortadoğu’da ne de Türkiye’de demokratik bir harekete dönüşebildi. Samir Amin, bunu şöyle ifade ediyor:
“2011’de başlayan yeni halk ayaklanmaları diktatörlükleri sorgulamaya yol açtı, ama diktatörlükler yalnızca sorgulanmaya başlandı, öteye gidilemedi. Batılı güçler, Müslüman Kardeşler’e ve/veya İslam’ın diğer ‘Selefi’ organizasyonlarına ayrıcalıklı destek verdiler. Bunun sebebi gayet basit ve açık: Bu gerici kuvvetler güçlerini global neoliberalizm için kullanmayı (ve böylece toplumsal adalet ve ulusal bağımsızlık için her türlü ihtimali terk etmeyi) kabul ediyorlar. Bu emperyalist güçlerin peşinden koştukları tek gayedir.
Siyasi İslam’ın programı da, bağımlı toplumlarda görülen faşizm türüne aittir. Aslında, faşizmin iki ana karakteristiğinin tüm formlarını paylaşırlar: (1) kapitalist düzenin asıl boyutunu zorlama eksikliği (ve bu bağlamda global neoliberal kapitalizmin yayılması ile bağlantılı lümpen gelişim modelini zorlamama anlamına gelir); ve (2) anti-demokratik, polis-devlet formunun siyasi yönetimi (parti ve organizasyonların yasaklanması ve değerlerin zorla İslamlaştırılması gibi)” (Samir Amin, “Çağdaş Kapitalizmde Faşizmin Dönüşü”, Praksis, sayı: 37).
Amin’in metodolojisi içinde kalındığında, Türkiye’de siyasal İslam’ın baskıcı rejimin şekillenmesinde gerçek bir ideolojik harç işlevi gördüğü, ancak, Türkiye’de güney faşizminin bir türü olarak siyasal İslam hakimiyetinden söz edilemeyeceği anlaşılmaktadır. Aksine, İslamcılık hakim tek parti iktidarı hegemonyasında kırılganlık nedeni haline dönüştükçe, hakim tek parti iktidarı da kendisini, cumhuriyet ekseninde tanımlamayı sürdürmeyi yeğlemektedir.
OHAL’de faşizm nerede?
Basit bir cevabı var: Henüz, hiçbir yerde değil. Fakat bu cevap sınıf mücadeleleri açısından hiçbir şey ifade etmez. Çünkü Türkiye’de OHAL rejimi her yerdedir. Bu rejim, popüler bir çoğunluğun seçimli otoriterlik denemesi olduğundan, özgül bir olağanüstü kapitalist devlet biçimi, muhtemelen sonuçları tarihsel faşizmlerden daha ağır olabilecek ya da demokrasiye geri çekilebilecek özgül bir anayasal diktatörlüktür. Bu nedenle, tarihsel faşizmlerle bulunabilecek benzerlikler, ne kadar çok olursa olsun, söz konusu olan tarihsel bir faşizm değildir. Bir kere, faşizmin, devrimci işçi sınıfı hareketlerinin yenilgisinin bir ürünü olduğu ve bu anlamda, faşizmi besleyen tarihsel bir devrimci kalkışma içinden geçilmediği, işçi sınıfının aktardığımız tablosu karşısında açık olmalıdır. İkinci olarak, Anayasanın 90/son maddesi ve bunun yarattığı temel hak ve özgürlüklere ilişkin yükümlülüklerin hukuki rejimi askıya alınmış ama henüz ilga edilmemiştir. Üçüncü olarak, rejimin yarattığı keyfilik bizzat rejimin temel dayanaklarının sinir uçlarına dokunur hale gelmiş, bu toplumda aynı gelenek içindeki arayışları tetikleyebilmiştir.
Karşı karşıya olunan tablo, bir tür geçiş evresidir ve nihayet yapılaşacak olanın, bir tür Başkancı De Gaulle Cumhuriyetçiliği mi, siyasal İslamcı bir güney faşizmi mi, nevi şahsına münhasır yeni türde bir olağanüstü devlet biçimi mi olacağı, tümüyle süreç bağımlıdır. Öngörümüz, değişmemiş olup, yeni türde bir olağanüstü devlet biçiminin şekillendiği yönündedir. Bugün ve bu nedenlerle, kapitalizmin çağ dönümünün eşiğinde sorunu klasik faşizm kuramları ile anlamak mümkün değildir. Kaldı ki, klasik faşizm kuramlarını doğrulayan bir gelişme süreci analizi yapılıyor ise, görevler de son derece farklılaşır.
Hem CHP hem de HDP milletvekillerinin baskıcı rejim karşısında demokratik bir çıkış için hareket yaratamamalarının önemsiz ama göz ardı edilmemesi gereken nedenlerinden biri, klasik faşizme bakarak kurulan siyasal söylemleri ile eylemleri arasındaki büyük açıdır. Çünkü, faşizm tespiti, bambaşka mücadele yol ve yordamlarını gereksinir. Cumhuriyet yazarı Deniz Kavukçuoğlu’nun, bu açmaza dikkat çekerek, “CHP Genel Başkan Yardımcısı ve parti sözcüsü Bülent Tezcan’ın… ‘faşist diktatör’… nitelemesi”ni eleştirirken, …bu tepkinin ‘faşist diktatör’ söylemiyle dile getirilmesini doğru bulmuyorum. 2019 yılında önce yerel, sonra da Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimleri var. Bu seçimlerde başarılı olmanın yolu kararlı demokratik bir mücadeleden geçiyor. Oysa hedefi ‘faşist diktatörlüğü’ yıkmak, ‘faşist diktatörü’ alaşağı etmek olan antifaşist mücadelenin yolları da yöntemleri de farklıdır. Dolayısıyla farklı yol ve yöntemleri çağrıştıracak söylemlerden kaçınmak gerekiyor” (Cumhuriyet, 03.11.2017) diye yazarak vurguladığı, bu gerçekliktir.
Kendinde bir sınıf olarak örgütlü işçi sınıfının toplam seçmene oranının yüzde 0,62 olduğu bir ülkede, kararlı demokrasi mücadelesi, “faşizme karşı bağımsız sınıf siyaseti” safsatası ile değil, ancak ve ancak demokrasiye ihtiyaç duyan tüm toplumsal kesimlerin üzerinde uzlaşacağı başlığı “OHAL kaldırılmalıdır” olan bir demokrasi programını hayata geçirerek verilebilir. Herkes, işine, mahallesine, okuluna bu programla dönmelidir. OHAL’den çıkışın reçetesi bu, gerisi laf-ı güzaf, boyalı söz, meydanı yönetenlere bırakmaya matuf boş propagandadır.
Bir ülkede demokrasinin varlığı, gelişmişliği ve gücü işçi sınıfının kendinde ve demokratik hareketinin niteliği ile belirlenir.
Hem CHP hem de HDP milletvekillerinin baskıcı rejim karşısında demokratik bir çıkış için hareket yaratamamalarının önemsiz ama göz ardı edilmemesi gereken nedenlerinden biri, klasik faşizme bakarak kurulan siyasal söylemleri ile eylemleri arasındaki büyük açıdır.
AKP tek parti iktidarının yapılandırdığı OHAL rejimi altında devlet aygıtının siyasal İslam doğrultusunda fethedilmesi, Türkiye’de siyasal rejimin siyasal İslam’ın güney türü bir faşizmine dönüşmesine neden olacak mıdır?
Bu, 2010 yılında yapılan bir toplantıda yapılan şu tespitlerle uyumludur: “Türkiye’de kapitalist devletin ürettiği bir resmi ideoloji varsa bu zaten Türkçü ve İslamcıydı, dönem dönem Türkçülük öne çıktı, dönem dönem İslamcılık öne çıktı, dolayısıyla… bugün AKP nedir diye sor(ulursa)… tarihsel perspektiften bakıldığında Kemalizmin daha sonra sol versiyonları çıktığı için ayıralım, ama ana akım Kemalizmin, sağ Kemalizmin (DP, AP, ANAP çizgisinin) mantıki ve tarihsel bir sonucudur… Kürt hareketi zorladıkça rejim… kırmızı çizgisinden vazgeçmiyor, AKP’yle hegemonyasını tesis etmeye çalışıyor, (bölgedeki) egemenliğini yeniden kurmaya çalışıyor, orada yeni bir aktör olarak, siyasi İslam’ı birleştirici bir aktör olarak kullanıyor. Dolayısıyla o bakımdan da… bir süreklilik olduğu… (söylenebilir). (Peki)…, Kürt hareketinin yükselişi nedeniyle de rejimin ciddi bir sorun yaşaması, (…) bu temel sorun nedeniyle, AKP’nin kendi hegemonyasını kademe kademe biraz daha güçlendirebilmesi, bu kırılgan hegemonyayı, rejimin elini güçlendirdi mi?(…) AKP, aşağı- yukarı 1950- 1960 dönemiyle kıyaslanabilecek şekilde bir tek parti iktidarı inşa etmeye yöneldi. Ve bu tek parti iktidarı da uluslararası muhafazakârlaşma eğilimlerinden güç aldı ve Türkiye’ye bu emperyalist devletler arası ilişkilerde verilen rolün de yarattığı güçle bu role [ılımlı siyasal İslam denilen] bir ideolojiyle de destek sundu. Bu hakikaten AKP’nin hegemonyasını güçlendiren bir şey, hem siz Kayseri’de geniş sanayi havzalarında işçi- işveren ilişkilerini bu ideoloji üzerinden kurabiliyorsunuz, hem de toplumun bütün ağlarına nüfuz edecek şekilde bir hegemonya tesis edebiliyorsunuz. Fakat bu da, bugünkü gelişmelerle gözlüyoruz ki, kapitalizmin içine girdiği kriz karşısında AKP hegemonyası da o kadar güçlü değil, dolayısıyla, bütün bu yeni Osmanlıcı hamleler AKP’ye aittir elbette de, ne kadar AKP’ye aittir(…) Bundan 3 yıl önce (2007, bn) Graham Fuller Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nde bölgede Türkiye Cumhuriyeti’nin zaten ABD ekseninden bağımsız hareket etmesi gerektiğini yazmıştı. ABD’nin bu yeni Türkiye Cumhuriyeti’ne hazır olması gerektiğini söylemişti, ama bütün bu söylenenler (…) şöyle anlaşılamaz: AKP geldi, hiçbir şey değişmedi, burjuva egemenliği, siyasal egemenlik olduğu gibi devam ediyor… Hayır, elbette değişenler var. Bunlar gözlenmeli, somut süreçlerin somut analizleri yapılmalı, ama esası itibariyle bakıldığı zaman bu analizlerde yine sınıf mücadelesi gözden kaçırılmamalı (…). Esas olarak Türkiye’deki sınıf mücadelesinin şekillenmesine göre rejim de konumlanıyor ve kendi hegemonyasını güçlendirecek siyasal aktörleri elbette ki, tabii ki bir mühendis gibi değil, sınıf mücadelesinin belirleyiciliği çerçevesinde açığa çıkarıyor. AKP de böyle hem uluslararası konjonktürün, hem de Türkiye’deki konjonktürün yarattığı dönemsel bir hegemonyacı güçtür ve evet değiştiriyor.”
Karşı karşıya olunan tablo, bir tür geçiş evresidir ve nihayet yapılaşacak olanın, bir tür Başkancı De Gaulle Cumhuriyetçiliği mi, siyasal İslamcı bir güney faşizmi mi, nevi şahsına münhasır yeni türde bir olağanüstü devlet biçimi mi olacağı, tümüyle süreç bağımlıdır.
Kamusal eğitim yapılanması, insanın bilme ve öğrenme yetisinin, zihinsel, toplumsal ve kültürel özellikleri ile bu sürecin işleyişini, farklı biçimlerini, psikolojik yönleri kadar kültürel yönlerini, sınıf, toplumsal cinsiyet ve kimlik/farklılık perspektifini de dikkate almalıdır.
(Mustafa Çeçen'in yazısı Siyaset Dergisi'nin Kasım-Aralık 2017 sayısında yayınlanmıştır.)