Sibel Özbudun-Temel Demirer yazdı
“O güzel insanlar, o güzel atlara binip gittiler.
Demirin tuncuna, insanın piçine kaldık.”[1]
Azalarak çoğalıyoruz…
Mustafa Kahya da gitti; bugün, az önce, sabah saat 05 sularında.
Tuncay (Atmaca)’dan hemen sonra…
Gel de “Anan öle ölüm/ Mirin, diya te bimire” diye haykırma!
Gel de Enver Gökçe’nin, “Gâvur Müslüman demezdi/ Kendisi için bir şey istemezdi/ Yatak ölümü beklemezdi/ Gitti vadesiz, gencecikken/ Yiğitken, güzelken, incecikken// Ölüm, adın kalleş olsun!” dizelerini terennüm etme yüreğinin başı ezilerek!
* * * * *
Kahya, gitti…
Murathan Mungan’ın, “Kimdi giden kimdi kalan/ Aslında giden değil/ Kalandır terk eden/ Giden de/ bu yüzden gitmiştir zaten,” dizelerini terennüm edercesine sessiz ve sakin…
Kahya, gitti…
Edip Cansever’in, “Ölümün anlamı ne?” sorusunun yanıtını vererek…
* * * * *
O günün gelmesi için yaşadı, dövüştü ve gitti O…
“O günü” şöyle tarif ederdi Vitezslav Nezval, ‘O Gün Gelince’de:
“O gün bir gelsin bak, bize artık aç kalmak yok./ Geçeceğiz vitrinlerin, sergilerin önünden, küçülmeden.
Portakalları yığacağım önüne senin, tepeleme,/ şarapları yığacağım, etli börekleri, salamları.
Elden geçireceğiz hepsini bir bir, unutalım diye/ senin çektiğin acıları, benim gördüğüm işkenceleri.
Sevgili işçi kadın, şapka yapan makine,/ artık bu elbiseler kaça diye sorma.
Kumaşı dokudun, elbiseyi diktin ya, giyinmek de hakkın./ Artık kunduracı da yürümeyecek yalnayak karda.
İpekli gömlekler uçuracak bizi rüzgârda kuş gibi./ Lâfta kalacak sanma, taş çatlasa bunlar olacak.
Bir kurtulalım hele tüm asalaklardan,/ nasıl seveceğiz birbirimizi, şiirler okuya okuya!
Çekip gidince soyguncular, bir başka dünya kuracağız./ Yaşamak neymiş, yaşamak, sen o zaman gör bak!”
* * * * *
Evet, gitti…
Ama ardında Nâzım Hikmet’in, “Yok, öyle umutları yitirip, karanlıklara savrulmak;/ Unutma aynı gökyüzü altında, bir direniştir yaşamak”
Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Bu adam ölmüştür ama,/ Düşmedi toprağa henüz vakit/ Hayatını devrettik ağaçlara/ Kalbi kimlere ait”
Hasan Hüseyin Korkmazgil’in, “yaprak döker bir yanımız;/ bir yanımız bahar bahçe”
dizelerini bırakarak…
* * * * *
Evet, mahzun, kederli olduğumuz doğrudur!
Haksız da değiliz! Kolay mı?
“Her şeyden biraz kalır diyor birileri,/ çoğulluk haklılıktır./ Kavanozda biraz kahve,/ kutuda biraz ekmek,/ insanda biraz acı,” demez miydi Turgut Uyar?
* * * * *
Gitti, bizi biraz mahzun ve boynu bükük bırakıp, “…ama artık gitmek geliyor içimden,/ Bir sabah masmavi bir bulutun peşinden…/ Dönüşü olmayan yerlere,” dizelerini mırıldanarak Ataol Behramoğlu’nun…
* * * * *
“Gitmek” dediğimiz; “ölüm”…
Hani Edip Cansever’in, “kimsenin öldüğü yok/ yaşadığı da/ herkes biraz var;/ o kadar”;
Ineborg Bachmann’ın, “İnsanın gerçek ölümü hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır”;[2]
Amin Maalouf’un, “Ölüme gidebileceğin için, onu yedekte tut; sonuna kadar”;[3]
Jean-Paul Sartre’ın, “İnsan ya erken ölür ya da geç”;
Murathan Mungan’ın “İnsan ne yaşarsa yaşasın,/ sonunda her şey bir günbatımına bakıyor” diye tarif ettikleri…
* * * * *
Ölüm elbette bir kayıptır. Ama aslı büyük kayıp, yaşarken içimizde ölenlerdir.
Kahya’nın içindeki hiçbir şey ölmedi. Hep çoğaldı, diri kaldı…
Bir gün ölmek için, hergün yaşıyorken; aslolan yaşarken ne yaptıklarımız ve nasıl yaşadığımız değil miydi ki?
Elbette…
Herakleitos’un, “Bir ölüm şanlı olursa en büyük ödülünü kazanmış demektir,” uyarısındaki gibi bir gitmek (ya da ölüm) yaşamaya yeniden çoğalarak başlamaktır…
* * * * *
Çoğalarak/ çoğaltarak gitmesine gitti ama değişen bir şey yok…
Latife, Rosa, sevdası ve kavgası hâlâ yerli yerinde…
Tıpkı Cemal Süreya’nın, “Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde,/ Bir yanlışı düzeltircesine açmış,” dizelerindeki üzere…
* * * * *
Evet, evet Friedrich Engels gibi, “Önce siz ateş edin mösyö burjuvazi,” diyenlerdendi O…
Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun, eğilmeyenlerden, teslim alınamayanlardandı…
Kendi ifadesiyle “Proletarya sosyalisti”ydi, “Enternasyonalistti”/ “İhtilalci”ydi…
12 Eylül’ün “mağduru değil muhatabı”ydı O; 12 Eylül soruşturması kapsamında, 12 Eylül döneminde cezaevinde gördüğü işkenceleri savcıya anlattı, İstanbul’daki Siyasi Şube’de kendisine işkence yapanlar arasında Mehmet Ağar ve eski OHAL valisi Ünal Erkan’ın da olduğunu açıkladı.
12 Eylül döneminde cezaevinde gördüğü işkencelerle ilgili anlatımlarının tamamı savcı tarafından tutanağa aktarılan Kahya, 13 Nisan 1982 tarihinde tutuklandıktan sonra İstanbul Gayrettepe’deki emniyet binasında 44 gün sorgulandığını anlatıp, “Sorgu sırasında Kurtuluş isimli birini soruyorlardı. Tanımadığımı söyleyince sürekli işkence yaptılar. Gördüğüm işkencelerden dolayı ayaklarım şiştiğinde kangren olmayım diye ayaklarımın şiş olan bölümlerine jilet atıp keserek, kesik bölümlere beyaz bir merhem sürüyorlardı. Gayrettepe’de bulunduğum sırada sigaranın yanan tarafını ağzıma sokarak yanmasını sağladılar,” demişti.
44 gün sonra Antalya Siyasi Şube’ye teslim edildiği vurgusuyla şöyle devam etmişti Kahya, “İstanbul Siyasi Şube’de gördüğüm işkencelerde gözlerim bağlı olduğu için işkence yapan kişilerin kim olduklarını bilmiyorum. Ama daha sonra o dönemde siyasi şube müdürü Ünal Erkan ve müdür yardımcısının ise Mehmet Ağar olduklarını öğrendim…”
İzmir Buca Cezaevi’nde yaşadıklarını da şöyle anlatmıştı Kahya, “Orada tek tip elbise uygulaması gündeme geldi. Kabul etmediğimiz için benim de bulunduğum 13 kişiyi çırılçıplak soyup yeraltında bulunan hücrelere koydular. Hücrelerde ikişer kişiydik. Ölmemek için birbirimizi ısıtma yöntemi bulmuştuk. Birimiz yüzükoyun yatıyor diğeri de sırtüstü onun üzerine uzanıyordu. Bu şekilde hücrede 13 gün kaldık. Doktorlar ‘bunlar ölecek’ dediği için elbiselerimizi verdiler.”[4]
Her şey karşın ve asla vazgeçmeden ütopyaları, sevdaları için yaşadı, dövüştü inatla…
Hiç yaşlanmadı; kızı Roza ile dövüştü omuz omuza, James Brewer’in “İnsanda hayallerin yerini anılar almaya başlamışsa, yaşlılık başlamış demektir,” uyarısını bir an dahi unutmadan!
* * * * *
Evet, O’nu en iyi Karl Marx’ın, “Ne kadar azsan, yaşamını ne kadar az görkemli kurmuşsan o kadar çoksun demektir ve görkemli yaşamın da o denli büyüktür,” sözü betimler…
* * * * *
Güle güle Kahya Yoldaş…
Güle güle… “Alnını dağ ateşiyle ısıtan/ yüzünü kanla yıkayan dostum/ senin/ uyurken dudağında gülümseyen bordo gül/ benim kalbimi harmanlayan isyan olsun/ şimdi dingin gövdende/ uğultuyla büyüyen sessizlik/ bir gün benim elimde/ patlamaya sabırsız mavzer olsun,” Arkadaş Z. Özger’in dediği gibi…
17 Eylül 2014 11:47:24, Ankara.
N O T L A R
[1] Yaşar Kemal.
[2] Ineborg Bachmann, Malina, çev: Ahmet Cemal, YKY., 1993, s.8.
[3] Amin Maalouf, Doğunun Limanları, Çev: Esin Talu-Çelikkan, YKY., 2013.
[4] Mesut Hasan Benli, “12 Eylül’de Mehmet Ağar İşkencecimdi”, Radikal, 15 Kasım 2011, s.16.