Kürt meselesine dair neredeyse yaşanan tüm olay ya da vakaları, gelişen olgu ve süreçleri açıklamak için kullanılan “sihirli” bir sözcük hâsıl olmuş durumda. Provokasyon. Provokasyon sözlük anlamı olarak, tahrik ya da kışkırtma manasını taşıyor. Provokasyon eyleminin sahibi ise, aynı kelime kökünden türetilen ve muharrik ya da kışkırtıcı manasında gelen provokatördür. Dikkat edilirse ne provokasyon kelimesinin ne de onu yapan kişinin tanımında “kim” sualinin yanıtı yok. Belki de bu yüzden münhasıran ana akım siyasetin lügatinde bu kelime oldukça geniş yer edindi. 26 Aralık’tan beri Cizre’de olup bitenin açıklanması konusunda da bu “sihirli” kelimeye sıklıkla başvuruluyor. 26 Aralık’tan bu yana Cizre ve Silopi’de yaşanan çatışmalar neticesinde 6 kişi yaşamını yitirdi. Bunlardan ikisi, Barış Dalmış (15), Ümit Kurt (14) çocuktu. Ana akım medya yaşanan olayları “PKK ile Hüda –Par arasındaki çatışmalar” olarak okuma eğiliminde, başka bir ifade ile “Kürtler arası çatışma”. Hükümet cephesi, yaşanan olayları değerlendirirken “çözüm istemeyenler, çözümden rahatsız olanlar” tarafından devreye sokulan “sihirli” provokasyon sözcüğünü tercih etse de “paralel yapı”, “dış güçler ve bilinmeyen karanlık odaklar” yaşanan çatışmanın müsebbibi olarak telakki ediyor. Öte yandan Bülent Arınç, Hüda-Par’ı “mazlum ve mağdur” ilan etmekte de bir beis görmüyor. Hükümet cenahından anladığımız, yaşanan olaylarda “zatı âlilerinin” bir “tasarrufu” olmadığı, olup bitenin, ya meşruiyet kaynakları haline gelen “paralel yapı” tarafından tezgâhlandığı ya da Arınç’ın sempatisini saklamadan dile getirdiği üzere, yaşananların sorumlusunun Hüda-Par değil de, Kürt siyasal hareketi olduğu yönünde. İki muhtemel olasılık da hükümetin sorumluluğunu dıştalıyor.
Türkiye Kürdistan’ındaki siyasi hüviyeti pek de iç açıcı olmayan ve çatışmaların bir tarafı olarak tanıtılan Hüda-Par, provokasyon tanımlamasından ziyade, olup bitenleri PKK yanlılarının saldırıları olarak tanımlıyor açık bir şekilde.
Kürt siyasal hareketi içinde ise yaşananlara dair “provokasyona” vurgu yapılmakla birlikte, olup bitenden hükümetin sorumluluk payı olduğu vurgusu hâkim.
Provokasyon tanımlamaları hükümeti aklıyor mu?
Hükümet bir yandan, 2013 Newroz’undan bu yana ağır aksak da olsa yürütülen barış sürecine sahip çıkarken, bir yandan da müesses nizamı koruyarak süreci nasıl nihayete erdireceğinin hesaplarını yapıyor. Dolayısıyla hükümet, süreçle ilgili yaşanan/yaşanacak olan tüm meşum hadiseleri ya “bir bilinmeyene”, ya Kürt siyasal hareketi içindeki bazı odaklara ya da şu sıralar karakolluk olduğu ve adına “paralel yapı” denilerek “ulusal düşman” ilan edilmiş sınırları nerede başlayıp nerede bittiğini bilmediğimiz bir yapıyı işaret etme eğiliminde. Bu üç durumda da hükümetin sorumluluğu sıfıra indirgeniyor. Tüm yaşananların hükümetin denetiminden azade bir biçimde mi vuku bulduğu inandırıcı mı, hayır. Neden? 26 Aralık’tan bu yana Cizre merkezli yaşanan çatışmalar neticesinde, ikisi çocuk, 6 kişi hayatını kaybetti. Çatışmalar devam ederken Cizre emniyet müdürü görevden alındı. Yerine atanan isim, Hrant Dink cinayeti sırasında Trabzon istihbarat daire şubesi müdürü Ercan Demir. Yeni emniyet müdürünün atanmasından bir gün sonra Ümit Kurt (14) polis tarafından katledildi. Faysal Sarıyıldız’ın İçişleri bakanına verdiği soru önergesi, hükümetin yaşananlardaki konumunun ne olduğu açısından oldukça önemli. Sarıyıldız’ın önergesine göre; Kürt meselesi çerçevesinde son bir ayda, 25 kişi polis tarafından öldürülmüş, 3.490 kişi gözaltına alınmış ve 880 kişi tutuklanmış. Akıllara gelen birkaç soru; Ercan Demir’in Cizre’ye gönderilmesi tesadüf mü, Cizre’de polis amirlerinden ve İçişleri Bakanlığı’ndan bağımsız olarak mı hareket ediyor, Ümit Kurt’un katledilmesinden sonra Cizre’de zırhlı polis araçlarının plakasız gezmesinden hükümet haberdar değil mi, polisin bu plakasız zırhlı araçlardan etrafa rastgele ateş açması emrini kim veriyor, Ümit Kurt’un soruşturmansa neden gizlilik kararı konuldu? Cizre nüfusuna oranla muazzam bir sayıda asker, polis, özel harekât, özel tim biriminin bulunduğu bir kasabada olup bitenlerden hükümetin haberi yoksa iki seçenek söz konusu olabilir. Birincisi, adı geçen birimlerin tamamı hükümetin kontrolü dışında çalışıyor ama hükümetin haberi yok. İkincisi ve daha “makul” olan, hükümet bir yandan çözüm konusunda kararlı olduğunu vurgularken diğer yandan da müesses nizamı nasıl devam ettireceğinin hesaplarını yapmakta ve bunu yaparken de devletin geleneksel olan fakat deşifre olmuş yöntemlerine tevessül etmektedir.
Son tahlilde, Türkiye’de Kürt meselesi-devlet ve provokasyon üçlemesinin maddi bir zemini şüphesiz vardır. Ancak gelinen aşamada hükümet provokasyon kavramını kendini aklamada kullandığı bir tür “sihirli” sözcük haline getirmiş görünüyor.