ABD’li komünist düşünür Michael Hardt, Otonom Yayıncılık tarafından yayımlanan yeni kitabı “Yıkıcı Yetmişler” üzerine konuşmak üzere 11 Ekim’de İstanbul’a geldi.Üç günlük İstanbul ziyaretinde, yine kitap tanıtımı kapsamında 12 Ekim’de Moda Sahnesi’nde okurlarıyla buluşan Hardt, okurlarından gelen tüm soruları ilgiyle dinledi ve yanıtlamaya çalıştı. Çağımızın en önemli düşünürlerinden Hardt’la 1970’li yıllardaki devrimci mücadeleyi ve özgürleşme hareketlerini, Gezi Direnişi’ni ve Kürtlerin özgürlük mücadelesini, Filistinlilere yönelik soykırımı ve İtalyan Marksist düşünür Antonio Negri ile dostluğunu konuştuk.
Devrimci arzunun cüreti
Kitabınızın çıkış noktası olan 1970’lerin “yıkıcı” ruhunu nasıl tanımlarsınız? Bu dönemi diğer dönemlerden ayıran temel özellikler neler?
O dönemin devrimci hareketleri, özgürleşme mücadelelerine odaklandı; gey özgürleşmesi, feminist özgürleşme, işçi özgürleşmesi, siyah özgürleşmesi gibi. Günümüzde bu hedefler daha “mütevazı” hale geldi. Örneğin Amerika Birleşik Devletleri’nde, siyah özgürleşmesi yerini “Black Lives Matter” (Siyah Hayatlar Değerlidir) protestolarına bırakmış durumda. İşçi özgürleşmesi yerine daha yüksek maaş talepleri gündemde. Feminist özgürleşme yerine toplumsal cinsiyet eşitliğini savunuyoruz. Oysa, özgürlük mücadelesinde başarılı olabilmek için devrimci arzunun cüretini yeniden ele geçirmemiz gerekiyor.
70’lerin bir diğer önemli özelliği ise 1960 devrimlerinin dönemini kapatmış olması. 70’lerdeki devrimci hareketlerin ortaya koyduğu politik sorunlar hâlâ sürüyor. Bu sorunlar bizim çağımızı başlatan sorunlardı. Neoliberalizmin etkisi, çeşitli baskı biçimlerinin yükselişi ve üretim sistemlerindeki değişimle 70’lerde yeni bir çağ başladı; ama beni daha çok ilgilendiren işin politik tarafı.
1970’lerdeki feminist ve queer hareketler, çevreci gruplar ve anti-kapitalist direnişler arasında ortak bir bağ görüyor musunuz? Bu hareketler bugünün mücadelelerine nasıl ilham verdi?
Bence 1970’lerde karşılaşılan ve hâlâ bizim de gündemimizde olan bir sorun var. Felsefi olarak buna “çokluk” sorunları denebilir. Aslında bir adım geri atmam gerekiyor. 1970’lerde sona erdiğini düşündüğüm şeylerden biri, endüstri işçisinin devrimci hareketlerin merkezi temsilcisi olarak rolünün sona ermesiydi ve militanlar bununla yüzleşmek zorunda kaldılar. Çokluk, sadece endüstri işçileriyle sınırlı olmayan, aynı zamanda hizmet sektöründeki işçileri, ev içinde emek verenleri ve sizin de bahsettiğiniz grupları kapsıyor. Antikapitalist hareketleri, antipatriyarkal hareketleri, queer hareketleri, ırkçılık karşıtı hareketleri bir araya getiren bir hareketi nasıl inşa edebiliriz? Bence bu çokluk sorunu, onların karşılaştığı ve bizim de hâlâ yüzleşmek zorunda olduğumuz bir mesele.
1970’lerdeki devrimci hareketlerin tüm sorunlarımızı çözdüğünü söylemiyorum. Daha çok, bugün hâlâ çözmeye çalıştığımız gerçek politik sorunları tanımladıklarını düşünüyorum.
1970’lere dair araştırma yaparken sizi en çok şaşırtan ya da etkileyen ne oldu?
Afrika’daki Portekiz kolonilerine karşı yürütülen anti-sömürgeci hareketler üzerine yaptığım araştırmalarda, bu hareketlerin yeni bir demokrasi modeli sunduğunu keşfettim. Bu model kendilerine sunulan mevcut demokrasilerin bir tekrarı değil, aşağıdan yukarıya bir demokrasi kavramı, meclisler veya konseyler üzerine kurulu bir sistem öneriyordu.
Beni en çok etkileyen ise şu oldu: Bu hareketlere karşı savaşmış olan Portekizli askerler, Portekiz’e döndüklerinde devrim sırasında bu yeni demokrasinin ilkelerini uygulamaya çalıştılar. Yani sömürgeciler, kolonize edilen halklardan öğrendikleri konsey temelli demokrasi modelini Portekiz’de uygulamaya çalıştılar. Bu bana hem şaşırtıcı hem de güzel bir örnek olarak göründü; sömürgecilerin, sömürgeleştirilenlerden öğrenmesi oldukça etkileyiciydi.
Başarısızlık ve yenilgi
Araştırmanızda 1970’lerin başarısızlıklarına da değiniyorsunuz. Sizce bu dönemin hareketleri nerelerde başarısız oldu?
Bunu tarifleyebilmek zor; ama başarısızlık kavramına dair bir şeyler söyleyebilirim. Yakın bir arkadaşım (Fredric Jameson) kitabımı okuduğunda, “Michael çok güzel yazmışsın; ama çok üzücü, hepimiz başarısız olduk,” demişti. Ben ise başarısızlık ile yenilgi arasında fark olduğunu düşünüyorum.
Başarısızlık, genelde bir hareketin kendi içindeki bir zayıflıktan kaynaklanır ve bu zayıflık nedeniyle hareketin sona erdiğini ima eder. Yenilgi ise bize dışarıdan uygulanan bir güç nedeniyle mağlup edilmemizden kaynaklanır. 1970’lerde Türkiye başta olmak üzere birçok ülkede baskı aşırı düzeydeydi. Bu nedenle bazı açılardan bakıldığında başarısızlık bizi hiçbir yere götürmez; ama yenilgiler öylesine yok olup gitmez. Aksine, yenilgiye uğrayan hareketler geride, bize yeniden başlayabileceğimiz bir sıçrama tahtası veya bir platform bırakırlar.
Kitabınızda Türkiye’den de “Fatsa Komünü” örneği var. Neden özellikle bu deneyimi seçtiniz? Nasıl okuyorsunuz Fatsa örneğini?
Öncelikle şunu söylemeliyim, mümkün olduğunca çok ülke hakkında öğrenmeye çalıştım. Türkiye’de belki çok daha iyi başka örnekler vardır; ama anlayabildiğim kadarıyla Fatsa Komünü’nde ilgimi çeken iki şey vardı. Birincisi, Fatsa’nın ortaya çıkmasını sağlayan hareketin silahlı mücadele ile demokratik inşa arasında kurduğu ilişkiydi. Gördüğüm kadarıyla Fatsa, antifaşist bir mücadelenin direniş komiteleri gerektirdiği, aynı zamanda yerel düzeyde farklı bir demokratik olasılığı inşa etmeye çalıştığı bir örnekti.
Burada şunu belirtmek istiyorum: 1970’lerin devrimci hareketleriyle ilgili araştırmalarımda karşıma çıkan engellerden biri, yer altı silahlı grupların izole olma ve tüm dikkatleri üzerlerine çekmeleriydi. O kadar göz alıcıydılar ki. İtalya’daki Kızıl Tugaylar ya da Almanya’daki Kızıl Ordu Fraksiyonu gibi örgütler o kadar muhteşem eylemler yaptılar ki neredeyse her yeri kapladılar. Diğer örgütlerden de militanları bünyelerine kattılar.
Bir diğer çıkmaz ise neredeyse zorunlu olan gizlilikleri, yani yer altında olmaları nedeniyle hareketin geri kalanından ayrı düşmeleriydi. Hareketlere katılamıyorlardı. Bu yüzden aradığım şeylerden biri de farklı silahlı mücadele tarzları arasında ayrım yapmaktı. Çünkü tüm silahlı mücadeleler bir tür izolasyon ve diğer hareketlerden ayrılma içermiyordu. Bu bağlamda Fatsa’yı hem silahlı mücadeleyi hem de toplumu savunmayı içeren ikili bir örgütlenme örneği olarak hayal ettim. Tabii aynı zamanda sosyal bir projesi de vardı.
“Kürt hareketi, dünya genelindeki hareketler için bir ilham kaynağı”
Türkiye’den devam edecek olursak; buradaki Kürt hareketini, küresel ölçekteki direniş hareketleri ile kıyasladığınızda nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bugün Kürt hareketi, dünya genelindeki hareketler için bir ilham kaynağı. Türkiye’deki Kürt hareketi, Suriye’deki Kürt hareketi ve belki de İran’daki Kürt hareketi genel olarak özgürlük mücadelesini sürdürüyor. Ancak Kürt hareketinin en çok, az önce bahsettiğim noktaya geri dönersek, özgürlük arzusunu sürdürdüğünü düşünüyorum.
Kürt hareketi hem silahlı mücadeleyi hem de topluluk gelişimi ve farklı bir demokratik düzen anlayışını aynı anda barındırıyor. Farklı bir demokratik düzen biçimini hedefleyen politikayı sürdüren ikili örgütlenme yapısına sahip. Rojava bunun en önemli örneklerinden biri.
Çalışmalarınızda Rojava’nın radikal bir özerklik modeli ve alternatif bir örgütlenme biçimi sunduğunu ve özellikle kadınların bu devrimde önemli bir rolü olduğunu savunuyorsunuz. Bununla ilgili ne söylemek istersiniz?
Evet, dışarıdan bakıldığında Kürt hareketinin neden diğerleri için bu kadar ilham verici olduğunu açıklayan en önemli özelliklerden biri bu. Aşağıdan yukarıya, ilişkiler üzerine kurulu yeni bir demokrasi modeli oluşturma çabasının bir devamı da Rojava. Gana ve São Tomé’deki devrim sırasında Afrika’da gördüğüm deneyimler beni çok etkiledi ve Rojava’daki deneyim bu çabanın daha ileri aşaması gibi görünüyor.
Dünya genelinde küresel ölçekte sağ yükselse de protestoların ivme kazandığını ve sol ittifakların parlamento düzeyinde de olsa başarılar elde ettiklerini görüyoruz. Bu gelişmeleri nasıl değerlendirirsiniz?
Bence dünya genelinde yükselen sağcı, gerici hareketleri devrimci projelere bir yanıt olarak görmek iyi bir başlangıç noktası. Bu, onları kolayca alt edebileceğimiz anlamına gelmez. Ancak bugünkü sağcı hareketlerde cinsiyet etrafında dönen paniği, feminist ve queer özgürleşme olasılıklarına bir yanıt olarak görmek faydalı olabilir. Bence bu en azından iyi bir yorumlama aracı ya da bakış açısı. Ayrıca söz konusu bakış açısı, sadece onların gücünü değil, bizim de gücümüzü gösteriyor. Aslında bize tepki veren onlar. Evet, ne yazık ki oldukça güçlüler. Ama buna rağmen, bu durumu bir tür panik olarak görmek bana yardımcı oluyor. Baktığınızda cinsiyet özgürleşme hareketlerine nasıl yanıt vereceklerini anlamıyorlar.
Filistin protestoları
Bu protestoların bazıları, Filistin’e yönelik saldırıların ardından ivme kazandı. Aynı zamanda ABD’de bir üniversitede akademisyen olarak 7 Ekim’i ve sonrasını, Hamas’la ilgili tartışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz?
Protestolar hakkında söylenecek çok şey var. Öncelikle, öğrencilerin çok cesur olduklarını ve ABD’deki üniversitelerde ve diğer yerlerdeki öğrenci organizasyonlarının çok etkili olduğunu düşünüyorum. Katliama karşı ya da Filistin savunması adına farklı mücadeleleri birbirine bağlayan bir çeşit “küresel Filistin” fikrinden hoşlansam da, sahip olduğum bir “çekince” diyelim, bazılarının Filistin savunmasını burada sadece iki taraf olduğu şeklinde tahayyül etmesi; yani sanki İsrail katliamına karşı olan herkes dostumuzmuş gibi.
Bu düşünceye göre katliama karşıysak Hamas’la, Husilerle, İran devletiyle dayanışma içinde olmamız gerekiyor. Bu bana siyasi muhakeme eksikliği gibi görünüyor. Dayanışmanın özgürleşme projeleri temelinde olması gerektiğini düşünüyorum. Dolayısıyla Hamas’la dayanışma, Hamas’ı bir kurtuluş projesi olarak tanımlamaya bağlı olacaktır. Biraz garip bir terim ancak “kamplaşma” kavramı bunu tanımlayabilir. “Düşmanımızın düşmanı, dostumuzdur” her zaman doğru bir yaklaşım olmayabilir.
Filistin’deki mevcut acil durumda, belki bunu sorgulamamalıyım ama ben böyle düşünüyorum. Bence dayanışmaya ilişkin siyasi yargılar üzerine daha fazla düşünmek önemli.
Birebir olmamakla birlikte, ABD’deki akademisyenler de, burada Kürtlerle dayanışma içinde olan akademisyenlerle benzer bir baskıyla karşı karşıya kaldılar. Akademisyenlerin gözaltına alındığı, Judith Butler gibi isimlerin Filistin’e destek verdiği için konuşmalarının engellendiği bir ortamı, ifade özgürlüğü bağlamında nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bu baskılar ciddi. Ancak Türkiye’deki Kürt sorunu üzerine akademisyenlerin maruz kaldığı baskı ile karşılaştırmak zor, çünkü Türkiye’deki baskı çok daha ağır. Yine de bu baskıları küçümsemiyorum, özellikle ABD’de Filistin’i destekleyen öğrencilere karşı uygulanan baskıları. Protestolara katılan ğrenciler, okuldan atıldığı ya da derslerine devam edemediği gibi sonuçlarla karşılaşabiliyor. Ama burada ilginç bir nokta daha var: Bu sadece Filistin’le ilgili değil; son on yılda ABD’de eğitim kurumlarına yönelik saldırılar ciddi şekilde arttı. Ve bu saldırılar farklı biçimlerde gerçekleşiyor. Örneğin cinsiyet çalışmaları gibi alanlara yönelik saldırılar çok daha yaygın hale geldi.
Judith Butler örneği ise biraz farklı. Bir Yahudi’nin antisemitizmle suçlanarak konuşmasının engellenmesi garip bir durum. Bu, İsrail konusundaki Almanya’nın tutumu ile ilgili gibi görünüyor ve diğer baskılarla aynı bağlamda değil.
ABD’deki atmosferi, İsrail soykırımı ve Filistin direnişi ile ilgili olarak ve yaklaşan seçimler ışığında nasıl yorumluyorsunuz?
Belki de buraya daha kısa bir yoldan varabiliriz. ABD’deki Yahudi nüfus içerisindeki bölünmeler dikkat çekici. Özellikle genç Yahudi öğrenciler, İsrail hükümetine karşı çıkarken, ebeveynleri İsrail’i savunuyor. Oldukça ilginç ki ABD’de, Yahudi öğrencilerin, Filistin’i savunmak için Gazze etrafında düzenlenen protestoların öncülüğünü üstlendiği görülüyor. Bu, en çok da ABD’de daha büyük bir Yahudi nüfusunun olmasından kaynaklanıyor.
Ancak, özellikle elit veya varlıklı kurumsal Yahudi nüfusunun, Filistin’e yönelik protestoları kriminalize etmeye çalıştığını söylemek de doğru. Söz konusu baskı özellikle üniversitelerde hissediliyor. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki özel üniversiteler, siyasi baskılardan daha az etkilenirdi. Son bir yıl içinde ise üniversitelere para bağışlayan varsılların, üniversite politikalarını belirlemeye çalıştığını ve Filistin protestoları örneğinde olduğu gibi, okul yönetimi protestoları bastırmazsa bağışları geri çekme tehdidinde bulunduğunu görüyoruz.
Böylece iki ayrı şeyden bahsediyorum. Birincisi, ABD’deki Yahudi gençliğinin oldukça önemli bir kesiminin, İsrail projesinin sömürgeci doğası konusunda çok bilinçli olması ve genellikle medya tarafından tanınmadan, Filistin’in savunulmasında aktif olmaları bence olumlu bir gelişme. Diğeri ise, son on yıllarda daha belirgin bir şekilde gördüğümüz, özellikle üniversite politikalarını etkilemeye çalışan güçlü bir Yahudi varlığının ortaya çıkışı.
Marx’ın köstebeği
Tüm bu konjonktürde Türkiye’deki mevcut politik durumu nasıl gördüğünüzü merak ediyorum.
Dünyanın dört bir yanındaki insanlar gibi Türkiye hakkında düşünürken ben de Gezi’den ilham aldım. Her ne kadar kaybolmuş veya geçmiş gibi hissettirse de, bu ruhun hâlâ var olduğuna inanıyorum. Bazen insanlar fark etmese bile, bu tür hareketler arkalarında bir platform bırakır. Bu zenginlik bir noktada ileriye taşınabilir, bir tür sıçrama tahtası haline gelebilir. Son on yılın baskı ve yenilgilerle dolu olduğunu bilsem de hâlâ umutluyum.
Belki de hareketler genel olarak böyle işliyor; her zaman zaferden zafere koşamayız. Bazen devrimlerde kesintiler olur. Marx’ın çok sevdiğim bir benzetmesi var: Devrim bir köstebek gibidir; ara sıra yüzeye çıkar, sonra görünmez olur, yerin altında ilerlemeye devam eder. Bir sonraki sefer yüzeye çıktığında daha ileri bir noktada olur. Belki de şu anda, Gezi’nin bir sonraki ortaya çıkışına kadar yer altındaki ilerleyişine devam ettiği bir dönemdeyiz.
Türkiye’de özellikle 2015’ten sonra Kürtlere yönelen baskıyı ve devlet şiddetini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Evet, Kürtlerin neredeyse tüm liderleri ya hapiste ya da baskı altında. Ama bu da daha önce yaşanmayan bir durum değil. Bazı insanlar tutuklandığında, hapiste öldüğünde ya da sürgün edildiğinde, mücadeleyi üstlenecek başka insanlara ihtiyaç vardır. Belki de bunu bir öngörü olarak değil, bir yükümlülük olarak değerlendirmeliyiz. Liderlik edenlerin artık bulunmadığı bir durumda bile başlatılanı devam ettirmenin bir yolunu bulmalıyız. Bu tür koşullarda duygularımız bizi demoralize edebilir. İyi bir yanıt veremediğimin farkındayım. Bazen umut etmek zor, ama bir yolunu bulacağız. Gezi belirli bir arzuyu açığa çıkardı ve bu arzu kaybolmadı; başkaları bunu yeniden ele alabilir. Şu anki durum iyi değil, biliyorum. Ama Amerika’da da iyi değil; Gazze’de ise çok daha kötü. Bunu bir inanç meselesi olarak söylemiyorum; daha rasyonel bir şekilde dile getiriyorum.
Sorunuzla tam olarak ilişkili mi bilmiyorum, ama Toni ile ilgili hatırladığım bir şey var. Bizi “iyimserlikle” suçladıklarında çok sinirlenirdik, çünkü bu bize hakaret gibi gelirdi; sanki elimizde hiçbir neden yokken her şeyin iyi olacağını düşündüğümüzü imâ ediyorlardı. Ben de iyimserlikten hoşlanmıyorum. Ben daha çok insanların mücadeleye devam edeceğine inanıyorum. Bu bana tamamen mantıklı geliyor. İnsanlar ayağa kalkacak. Ne zaman? Bilmiyorum. Nerede? Bize bağlı.
“Liderlik edenlerin artık bulunmadığı bir durumda bile başlatılanı devam ettirmenin bir yolunu bulmalıyız,” dediniz. Bu ne demek?
Bazı liderlik rollerini eleştirdik ve reddettik; ancak insanlar yine de farklı roller üstleniyor. Bu durum, küçük kolektiflerde bile geçerli. Geleneksel anlamda bir liderin varlığına ihtiyaç duyduğumuzu düşünmüyorum; bir merkez tarafından belirlenen çizgiyi herkesin takip etmesi gerekmez. Ancak hem entelektüel hem de örgütsel çalışmalarda farklı rollere ihtiyacımız var.
Bir keresinde Toni ve ben şöyle bir ifade kullanmıştık: Eskiden liderlik, stratejik bir rol oynardı; yani liderler, uzun vadeli hedeflerimizi belirlerdi. Diğerleri ise taktiksel rollere sahipti; küçük çatışmaları burada gerçekleştirebilirlerdi; fakat her zaman liderliğin belirlediği çerçevede hareket ederlerdi. Belki de bugün bu durum tersine döndü. Daha büyük bir grup, uzun vadeli hedeflerimizi belirleyebilirken, liderliğin hâlâ taktiksel nedenlerle elzem olduğu durumlar olabilir. Örneğin, her eylemde polisle ilgilenen birine ihtiyaç duyarız. Bazen birinin tek başına karar vermesi gerekir: “Bu yoldan gitmeyin, herkes şu yoldan gitsin.”
Sınırlı ölçüde liderliğe ihtiyaç olabilir, ancak geleneksel anlamda bir liderden bahsetmiyorum. Son 20 yılda hareketlerin, hedeflerimizi çok daha geniş bir şekilde belirleme yeteneği kazandığını gördük. Kürt hareketinde Abdullah Öcalan önemli bir figür; yazıları prestijli bir konumda. Ancak, sanırım Kürt hareketinde strateji ve yön belirleme süreci çok daha yaygın ve bunlar kolektif bir şekilde gerçekleşiyor. Belki de buradan başlamalıydım: Liderlik gerekli olabilir, fakat artık bunu farklı bir şekilde düşünmeliyiz.
“İmparatorluk’tan hâlâ memnunum”
“İmparatorluk” kitabınızı bugün yazsaydınız, değiştirmek ya da eklemek istediğiniz bir şey olur muydu?
20 yıl önce Toni (Antonio Negri) ve ben, küresel sermayenin taleplerini karşılayabilecek yeni bir küresel düzenin ortaya çıkmakta olduğu varsayımında bulunduk. İşte bu, “İmparatorluk”tu; ancak bana göre, bugün böyle bir düzenin ortaya çıkıp çıkmadığı net değil. Küresel kurumlar çok daha kaotik ve düzensiz. Bence, söylediklerimizle ilgili “iyi” olan şeylerden biri, küresel gücü artık sadece ABD emperyalizmi veya başka bir ulus-devletin emperyalizmi açısından düşünmekle kalmayıp, “karma anayasa” dediğimiz bir çerçeve içinde anlamamız gerektiği. Bugün dünya üzerindeki hakimiyeti düşünmek faydalı olacaktır. Bu optiği ve önerdiğimiz modeli kullanarak, günümüzde bile tahakküm güçlerinin hayal ettiğimizden çok daha kaotik bir görünüm sergilediğini gözlemliyoruz.
Şu an sorunuza tam olarak cevap vermiyorum; kitap hakkında doğru olduğunu düşündüğüm şeyleri ifade ediyorum. Belki de bu, daha önce kısmen söylediğim çokluk kavramına geri dönmemle ilgili. Çokluktan ne kast ettiğimize dair önerdiğimiz özgürleşme konusuna inatla geri dönüyorum.
Kast ettiğimiz şey, karşı karşıya olduğumuz durumun tanınması. Devrimci güçlere önderlik edebilecek ve diğer herkesin onu takip edebileceği tek bir özne yok. Bunun yerine, toplumsal mücadelelerin çokluğuyla, hatta emek hareketi içinde, işçi sınıfında bile çoklukla yüzleşmek zorundayız. Sınıf dışında cinsiyet, ırk ve benzeri konularla ilgili sorularla da karşı karşıyayız.
Çokluk, güçlü bir özne ya da toplumsal güç oluşturabilecek, genellikle çatışan veya birbirini tanımayan farklı mücadeleleri bir araya getirebilecek yeni örgütlenme biçimlerini bulmak anlamında bir proje olarak düşünülmüştü. Bazı açılardan kavramın iki yönü olduğunu düşünüyorum. Birincisi, içinde bulunduğumuz durumun çokluğunun tanınması; diğeri ise, gelecek için bir proje olarak, örgütlenmeye yönelik bir talimat. Bu açıdan İmparatorluk’tan hâlâ memnunum.
Bu çok güzel bir soru; ancak cevaplamak için ben doğru kişi değilim.
“Toni, hepimiz için bir hediyeydi”
Son olarak, Antonio Negri ile uzun yıllara dayanan işbirliğiniz sadece teorik ve akademik bir temele değil, aynı zamanda derin bir dostluğa dayanıyordu. Onu nasıl hatırlıyorsunuz?
Bu zor bir soru…
Bu sorunun size keder verdiğini biliyorum, cevaplamak zorunda değilsiniz.
Birazdan yanıt verebilirim; ama önce başka bir şey denemek istiyorum. Toni’nin bana “Michael, projeleri olmayan insanları anlamıyorum,” dediğini anımsıyorum. Onun, hayatının sonuna dek projeler peşinde koşabilmiş olmasından mutluyum. Ama bunlar evini güzelleştirme gibi sıradan projeler değil, politik ve entelektüel projelerdi. 90 yaşında bile bunu yapabiliyordu.
Bence Toni, hepimiz için bir hediyeydi. Evet, dediğiniz gibi, aramızdaki iş ilişkisi olmasının yanı sıra bir dostluktu. Bazen ilişkimizde esas olanın dostluk olduğunu düşündüğümü hatırlıyorum. Dostluğumuzu sürdürebilmek için her zaman bir kitap yazmamız gerekiyordu. Her gün telefonda konuşmak için bahanemiz olmalıydı. Onunla buluşmak için sık sık seyahat etmem gerekiyordu. Bunlar dostluğumuzun yan ürünleriydi.
* Michael Hardt’la buluşmamı sağlayan Otonom Yayıncılık emekçileri Melis İnan, Sinem Özer ve Münevver Çelik’e; çevirideki desteği için arkadaşım Gül İçer’e, tüm yorgunluğuna rağmen uçaktan iner inmez bianet ofisine gelen, tüm sorularımı yanıtlayan ve kendisi de merakla bana soru soran Hardt’a çok teşekkür ederim. – TY