Hatırlıyorum, ilk Körfez Savaşı’yla başlamıştı bu yeni moda. Star televizyonunun ilk zamanlarıydı yanılmıyorsam, Amerika öncülüğünde koalisyon güçleri, Kuveyt’te patlayan bombalar, Saddam’ın saat başı Tel Aviv’e gönderdiği scud füzeleri, İsrail’i ısrarla ‘İzrael’ diye telaffuz eden simultane çevirmenler… Canlı yayında, oturma odanızdan izleyebildiğiniz bir savaş.
Aslında daha öncesi var. I. Dünya Savaşı’nda da afişler ve kısa sinema filmleri kullanılmıştı. İkinci savaşta da milyonlarca insan radyo başına kilitlenmiş, ordu bildirileri ne anlatıyorsa onu dinliyordu. Televizyon, işin içine asıl Vietnam Savaşı’nda girdi ama ilginç bir şekilde Pentagon teorisyenlerinin istediği etkiyi yapmadı. ‘Vahşi Vietnamlıları’ gösterip yaptığı kirli işi temize çekmek isteyen Amerikan ordusu, Amerikalı ebeveynleri öyle bir korkuttu ki, çocukları bir an önce o cehennemden geri gelsin istediler.
Körfez savaşları CNN’in parladığı zamanlardı ama bir süre sonra karşı cepheden El Cezire gibi seçenekler de çıktı ve artık ‘naklen savaş’ bir askeri klasik haline geldi.
İnternet ufukta belirdiğinde ise karşımızda artık bambaşka bir tablo vardı.
Live-Map’a oradan geldik işte. Canlı Harita! Interactive Map da deniliyor. Artık televizyon stüdyolarında elinde paspas sopasıyla birtakım tuhaf hareketler yaparak üzerimize analiz püskürten emekli generallere ihtiyaç yok. Siteler var. Çok kolay. Açıyorsun internetten, Gazze, Ukrayna, Suriye… Kim nerede ne yapıyor, dakikası dakikasına! Beş dakika önce Şehba’da görünen insanlar şimdi Minbic’te mi? Ah, durun, orada da değiller şimdi, Kobanê’ye doğru mu gidiyorlar? Tişrin’de ne oluyor peki? Kim duruma hâkim? Batı Şeria’da durum nedir? İsrail Golan tepelerinin ne kadarını ele geçirdi? Donetsk hâlâ Rusların elinde mi? Yorganın altından bile bütün bunları izleyebiliyorsunuz; cips ve sıcak çikolata da ekleyebilirsiniz menüye hatta. Yerinden yurdundan edilen binlerce insanı, kurşuna dizilenleri izlemek için ayrıca sanal medya videoları var tabii ki ama onlar haritanın lezzetini vermiyor; hem çok kanlı ve can sıkıcı, hem de yeterince eğlenceli değil.
‘Map’ deniyor ama harita da değil aslında. Akışkan, adeta sıvılaştırılmış bir şey. Saat başı değişen sınırlar ve hâkimiyet alanlarından söz ediyoruz, ortaokulda hocaların zorla aldırdığı ‘Orta Atlas’ haritalarından değil. Ne kadar geliştik değil mi? O eski zamanların sosyalist sistem-kapitalist sistem dengesiyle karakterize olan statik ortamından oynak ve akışkan bir dünyaya geldik. Varsa elinizin altında 1970’lerin bir dünya haritasıyla bugünkünü bir karşılaştırın, gezegenimizin ne kadar renklenip ‘şenlendiğini’ (!) göreceksiniz. Şimdi daha hızlı ama! O değişiklik yaklaşık bir otuz yılı almıştı, artık gün gün, saat saat değişiyor haritalar.
‘Tarihin sonu’ da geldi zaten, değil mi? ‘Büyük anlatılar’ çöktü, ‘kurtuluş reçeteleri’ iflas etti… Ne güzel işte! Canlı haritalarımız var şimdi. Daha şunun şurasında kırk yıl önce herkes bir ülkeye saldırırken kırk tane hesap yapardı, şimdi her şey serbest. Faul yok, ofsayt yok, kural yok! Uluslararası İlişkiler fakültelerinde 4 yılda çocuklara öğretilen şeyler tek bir cümleye sığıyor artık: Gücü yeten yetene! İktisat fakülteleri desen mıy mıy da mıy mıy! Kocaman bir rulet masasına çevrilmiş dünya ekonomisi de tek bir cümleye sığıyor çünkü: Altta kalanın canı çıksın! Yine de köpeksiz köyde değnekle dolaşılıyor, çünkü sürüleri ağıllara sokmak için bir alete ihtiyaç var, vs. vs…
Haritaların değişmesinden mi şikâyetçiyiz peki? Vallahi de umurumuzda değil. Yüz-yüz elli yıl önce cetvellerle çizip diktiğiniz elbiseler şimdi dikişlerinden patlamış da, yerine sarhoşbacağı attığınız dikişler yine tutmuyorsa, tutmasın. İşin orası sizin probleminiz. Bize nesi bawê min? Baştan düşünseydiniz.
Biz devrimciler sınırların hiç meraklısı olmadık, bugün de değiliz. Madem live-map, eyvallah, tamam. ‘Hudut namustur’ filan, yok öyle muhabbetler. Hudut ‘namus’ filan değildir, hudut rezilliktir, pisliktir, sınır taşları ahlaksızlık abideleridir. Pasaport denilen vesika dünyanın en tiksinti verici belgesidir; bizim komünist dünyamızda tuvalet kâğıdı olarak bile kullanılmayacaktır.
Akışkan mı olsun her şey? Peki olsun. Gücü yeten yeteneyse, başkasının gücü de size yetince zırıldamayacaksınız ama. Attığınız taşın sıçrattığı suyla ıslanınca şikâyet etmeyeceksiniz. Sıra sizin sınırlarınıza geldiğinde mızıkçılık etmeyeceksiniz. Daha geçenlerde açıklandı, 120 milyon insan evinden yurdundan ayrı yaşıyor dünyada. 120 milyon! Bizdeki salak ırkçıların zannettiği gibi mevzu sadece bizim mevzumuz değil. Öyle “beni atla nerede patlarsan patla” deyip savuşturabileceğiniz bir şey değil bu. Her şeyin bedeli var. Ağlamak yok! Çok değil, üç-beş yıl, en çok on yıl sonra rengi, dili, dini birbirini tutan iki komşu kalmayacak dünyada. Suriyeli komşudan mı rahatsızsınız, Madagaskarlı ayakkabıcı taşınacak dükkânınızın yanına; Pakistanlılar kötü mü kokuyor, yanınızdaki evden Meksika baharatları saçılacak sokağınıza, Afrikalıların rengini mi beğenmiyorsunuz, çekik gözlü Asyalılar dolduracak caddelerinizi. Yok öyle steril hayatlar, yok öyle ‘eskiden buralar ne güzeldi’ masalları. Bitecek, hepsi bitecek. Kirli parmaklarınızı soktunuz bu insanların ülkelerine çünkü, topraklarına, evlerinin içine, yatak odalarına girdiniz. İnsanını, doğasını kuruttunuz, bitirdiniz; yetmedi, birbirine kırdırıp çocuk cesetleriyle doldurdunuz sokaklarını. Madenlerinizden elmas çalmasın diye ellerini kestiniz siz Kongolu çocukların, üç kuruş daha az maliyet olsun diye fason üretim yaptırdığınız fabrikalarda cayır cayır yaktığınız Bengladeşli kadınları, nehirleri kuruttunuz, denizleri kararttınız. Ağlamak yok! Cetvelle çizip tanklarla bozduğunuz o oynak sınırlardan püsküren milyonlarla yüzleşeceksiniz. Dünyanın iki-üç derece ısınması ne ki, siz sıcaklık görmemişsiniz, siz yangın görmemişsiniz. Gidin bakın, daha şimdiden Rio de Janeiro’nun zenginleri evden işe işten eve helikopterle gidiyorlar, trafik ışıklarında durmak tehlikeli çünkü, gırtlağını kesiyorlar adamın üç kuruş için.
Dünya, bütün bu rezilliğin ardından bizim istediğimiz güzel günlere ulaşacak mı? Bilmiyoruz. Şundan sonra kaçınılmaz olarak şu gelecek şeklindeki o kaba determinizm hükmünü yitireli çok oldu. Biz, dünyanın lanetlileri ayağa kalkıp yeniden irademizi ortaya koymazsak gezegenimizin bir enkaza dönüşmesi de pekâlâ mümkün. Ama o bizim derdimiz olsun. “Karanlık zamanlarda şarkı da söylenecek mi?” diye soruyor Brecht ve yanıtlıyor: “Elbette, şarkı da söylenecek, karanlık zamanları anlatan.” Biz söyleriz şarkımızı yine; siz kendi derdinize yanın.
Live-Map, öyle mi? Peki. Hadi bakalım. Devam.
Trafik ışıklarına dikkat edin ama.
Kan, akışkan bir şeydir. Sınırlar gibi…