22. Rosa Luxemburg Konferansı’na tutuklu olduğu için davetli olduğu halde katılamayan Selahattin Demirtaş’ın yerine HDP Onursal Genel Başkanı ve İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü katıldı. Kürkçü burada Demirtaş’ın mesajını okudu ve Türkiye’deki siyasi durum hakkında bilgi verdi.
İsa Artar
22. Rosa Luxemburg Konferansı pek çok ülkeden katılımcıların da yer aldığı Berlin Mercure Hotel'de gerçekleştirildi. Junge Welt Gazetesi öncülüğünde gerçekleştirilen konferansa katılım yoğun olurken, konferansta sağ yükselişe karşı neler yapılması gerektiği konuşuldu.
Konferans Almanca, Türkçe, İngilizce ve İspanyolca simültane çeviri gerçekleştirilerek yapıldı. Konferansa daha önce davetli olan ve katılacağını belirten HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş Edirne F Tipi Cezaevi'nde tutsak bulunması nedeniyle katılamadı. Demirtaş'ın yerine HDP Onursal Genel Başkanı ve İzmir Milletvekili Ertuğrul Kürkçü katıldı. Kürkçü Türkiye'deki politik durumu özetleyen bir konuşma gerçekleştirdikten sonra, Demirtaş'ın mesajını da okudu. Kürkçü'nün konuşması ve Demirtaş'ın mektubu katılımcılar tarafından uzun süre alkışlandı.
Öte yandan ABD'de hükümlü olan Mumia Abu-Jamal konferansa sesli bir mesaj gönderebilirken, Demirtaş'ın sadece yazılı bir mektup ulaştırabildiği de cezaevi yaptırımlarını göstermiş oldu.
Ertuğrul Kürkçü'nün konuşması bir kısmı şöyle:
Türkiye ve Kürdistan'da 21. yüzyılın en büyük mücadelelerinden birini yaşıyoruz. Bu sadece yerel bir mücadele değil. Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, etkileri bölge çapında, kıta çapında ve dünya çapında olacak. Ya Avrupa'nın eteklerinde, eski dünyanın orta yerinde “Osmanlı Sultanlığı”na özenen alaturka bir faşist diktatörlük doğacak. Ya bu faşist diktatörlük girişimi, sınırları aşan ve on yıllar boyunca bir sonuca bağlanamayan müzmin bir iç savaşa yol açacak. Ya da Türkler ve Kürtler “yeni yaşam” için, yani demokratik cumhuriyet ve Kürdistan'ın demokratik özerkliği için güçlerini birleştirip Tayyip Erdoğan'ın amok koşusunu durduracaklar. Bu ihtimallerin hangisi gerçekleşirse gerçekleşsin Türkiye'nin iç işi olarak kalamaz. Şimdiden Avrupa'nın kurulu düzeninin gündemindedir, Avrupa'nın solunun da gündeminde olacaktır, olmalıdır.
Halkların Demokratik Partisi, yukarıda andığım üçüncü seçeneğin inşası için kuruldu. Partimiz, Kürdistan Özgürlük Hareketi ile Türkiye ve Kürdistan'ın toplumsal ve demokratik muhalefet güçlerinin stratejik ortaklığı üzerinde yükseliyor. On yıllar boyunca süren başarısızlıklara bakanlar başında böyle bir ortaklığın gerçekleşebileceğine çok ihtimal vermediler. Ama özellikle hapisteki PKK önderi Abdullah Öcalan'ın manevi otoritesini ısrarla bu yönde kullanması, Kürt mücadelesini demokrasi ve sosyalizm güçleriyle ittifaka yönlendirmesi ortaklık önündeki pek çok güçlüğün aşılmasını sağladı. Önce 2011 genel seçimlerinde oluşan Emek, Demokrasi ve Özgürlük bloku Kürt halkının partisi olan Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) desteğiyle 36 bağımsız milletvekilini parlamentoya sokmayı başardı. DBP'nin parlamentodaki görünürlüğü ve performansı ortaklık fikrini besledi. Öcalan'ın Mart 2013'te Erdoğan hükümetiyle başlattığı Kürt Sorunu'na barışçı çözüm için müzakere döneminde, ortaklığın alanı daha da genişledi. HDP kuruldu. BDP milletvekilleri HDP'ye geçtiler. HDP 2011'de yüzde 5 olan seçmen desteğini, 2014 yerel seçimlerinde yüzde 7'ye, 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde yüzde 9,8'e ve 7 Haziran 2015 Genel seçimlerinde yüzde 10 barajını geçip yüzde 13,2'ye çıkardı. Seçmenlerin yüzde 23'ünün HDP'yi ikinci seçeneği olarak gördüğünün ortaya çıkması HDP'nin barajı geçmesi kadar önemliydi.
"Liberal İslamcı nasıl faşist kesildi şaşıyorlar"
Bugün Türkiye'ye dışarıdan ve yüzeysel bakanlar Avrupa Birliği üyeliği için çaba gösteren, orduyu siyaset dışına çıkartan, Kürt sorununa barışçı çözüm arayan “liberal İslamcı” Tayyip Erdoğan'ın bir anda nasıl faşist kesildiğine şaşıyorlar. Ancak Türkiye ve Kürdistan'ın toplumsal muhalefeti açısından şaşılacak birşey yok. Erdoğan “demokrasi”yi İslami rejime giden yolda bir istasyon olarak gördüğünü açıkça ifade etmişti. Kendisini laiklikle bağlamadığını saklamamıştı. Osmanlı Sultanlarına hayranlığını hep ifade etmişti. Kürtlerin kolektif hak iddialarını geri çevirmişti. Kürt meselesinin çözümünü “İslam kardeşliği”nde görmüştü. Gene de bu kadarı Cumhuriyetin 90 yılı boyunca kimlikleri inkar edilen muhafazakar Kürtler'in desteğini sağlamaya yetmiş AKP Kürdistan'da birinci parti olmayı başarmıştı. Çözüm görüşmelerine girişirken de “İslam kardeşliği”nin Kürtlerin taleplerini sınırlamaya yeteceğini ummuştu.
Tayyip Erdoğan paradoksunun sırrı işte burada: HDP'nin Tayyip Erdoğan'ın ayağı altından sihirli halıyı çekip almasında. Kürtler, dört devlet arasında bölünmüş olsalar da ortak bir kültür ve tarihe ve ortak bir onur duygusuna sahipti. Suriye'nin Kuzeyinde Rojava Kürdistan ve Irak'ın Kuzeybatısında Şengal'de yaşayan Ezidiler ve Kürtler AKP'nin desteklediği, silah ve cephane verdiği IŞİD'in vahşetiyle karşı karşıya kaldıkları zaman Erdoğan onlara arkasını döndü. Türkiye'de Kürtler HDP'nin çağrısıyla 6-7 Ekim 2014'te ayağa kalktılar. 45 Kürt barış görüşmelerinin orta yerinde linç edilip kurşuna dizildi. Muhafazakar Kürtler de onur ve haysiyetlerinin sadece HDP tarafından savunulduğunu deneyerek gördüler. Kitleler halinde AKP saflarını terk ettiler. Erdoğan kendisine tek başına iktidar için Kürtlerin desteğini sağlayacağını düşündüğü barış müzakerelerini askıya aldı. Bu şartlar altında girilen 7 Haziran 2015 seçimlerinde HDP 80 milletvekiliyle barajı yıkarken AKP 13 yıl sonra ilk kez tek başına hükümet kuracak milletvekili kazanamadı.
"Terörizmle savaş adı altında"
Erdoğan'ın HDP'ye Kürtler'e ve Türkiye'nin HDP etrafında kümelenen demokratik ve toplumsal muhalefetine savaş ilanının nedeni budur. Bu savaşın henüz barış müzakereleri sürerken Eylül 2014'te “Sri Lanka örneğine göre” planlandığı da ortaya çıktı. “Çöktürme Harekat Planı” adı verilen plan çerçevesinde Kürt özgürlük mücadelesine destek veren yerleşimlerin yerle bir edilmesi, en az 300 bin insanın yerinden edilmesi, 15 bin insanın hayatının sona ermesi, bütün legal siyasal kurumların kapatılmasını öngören bu vahşi tablo bugün “terörizmle savaş” adı altında süre gidiyor.
15 Temmuz 2015'te gerçekleşen başarısız darbe girişimi kendi tabiriyle Erdoğan için “Allahın bir lütfu oldu.” Fettullah Gülen taraftarlarının ordudaki isyanının başından beri Erdoğan tarafından izlendiğine kuşku yok. Erdoğan bu girişimi bastırma zorunluluğunu kendi darbesinin gerekçesi haline getirdi. Bütün demokratik hakları askıya aldı. 40 binden fazla insan hapse atıldı. Hapishaneler işkence merkezlerine döndü. Şu ana kadar en az 150 bin insan kamu görevlerinden kovuldu. Binlerce akademisyen, yargıç, hekim, öğretmen işsiz bırakıldı. Gazetelere, televizyonlara, el kondu. Binlerce dernek ve birlik kapatıldı. Erdoğan yarattığı bu dehşet dalgasının üzerinde toplumu iç savaş ve istikrarsızlıkla tehdit ediyor. Bu istikrarsızlık korkusunu da başkanlık rejimine geçiş için istismar ederek diktatörlüğünü ilana hazırlanıyor.
Buna karşın Türkiye ve Kürdistan hala direniyor. Hergün sokakta, meydanda, okulda, iş yerinde insanlar Erdoğan'ın faşist diktatörlük dayatmasına karşı seslerini yükseltiyorlar. Erdoğan'ın neden 2015 7 Haziran seçimlerinden sonra bir koalisyona kapı açmadığını bugün çok daha iyi görebiliriz. Eğer Türkiye bugün bir koalisyon hükümetiyle yönetiliyor olsa Erdoğan asla şimdi sahip olduğu güce sahip olamazdı. Ona göre HDP egemenlik denklemini bozmuştur ve ortadan kaldırılmalıdır.
"Tıpkı Rosa Luxembourg ve Karl Liebckneth gibi…"
Avrupa'nın demokratik mirası yanında bir faşizm mirası da var. Bu mirasın bize öğrettiği şey şu: Faşizme karşı yarım zaferlerle yetinilemez, aslında yarım zafer diye bir şey de yoktur! HDP 7 Haziran zaferini yarı yolda bırakmayacak. Erdoğan'ın faşizme yürüyüşünü durdurmak için içeride geniş ve çoğulcu bir demokrasi ortaklığının inşası için çaba göstereceğiz. Erdoğan'ın faşist siyasetinin Uluslar arası alanda tecrit edilmesi ve Türkiye halklarıyla demokratik ve enternasyonalist dayanışmanın genişletilmesi için elimizden geleni yapacağız.
Sadece kendimiz için değil, uygarlık için, insanlık için, evrensel dayanışma ve özgürlük için mücadele ediyoruz, tıpkı Rosa Luxembourg ve Karl Liebckneth'in de Almanya'da mücadele ederken, Türkler için, Osmanlı Ermenileri için, Rusya'nın demokrat ve sosyalistleri için de mücadele ettikleri gibi.
Avrupa'nın eteklerinde bir faşist diktatörlüğün doğmaması için, Suriye ve Irak halklarının Türk militarizminin postalları altında ezilmemesi için, Yunanistan halklarıyla barış içinde yaşamaya devam etmek için, Kıbrıs'ta işgale son vermek için mücadele ediyoruz. Buna en iyi biçimde Türkiye'de bir Demokratik Cumhuriyeti kurarak, Kürt halkına ve bütün halklara kendi kaderini tayin hakkını sunarak yanıt verebileceğimizi biliyoruz. Avrupa'da yaşayan Türkiyeli göçmenleri Avrupa'nın demokratik, özgürlükçü, sol, sosyalist partilerine katkı vermeye anti-faşist mücadelelerde yer almaya çağırıyoruz. Demokratik, sosyal çoğulcu ve özgürlükçü bir Avrupa'nın inşasına verdikleri katkı doğdukları ülkenin özgürlüğüne de verilmiş bir katkı olacaktır.
Buradan ülkelerimizde ve dünyadaki dostlarımıza ve yoldaşlarımıza bir kere daha söz veriyoruz: Kurtuluş yok tek başına, ya hep beraber ya hiçbirimiz. Yaşasın enternasyonalist dayanışma.
Ertuğrul Kürkçü'nün okuduğu Demirtaş'ın mesajı ise şöyle:
Çok değerli dostlar, ortak enternasyonalist mücadelemizin emektar yoldaşları
Öncelikle Rosa Luxemburg Vakfı’nın 22.Uluslararası Konferansı’nda HDP Eş Genel Başkanı olarak şahsımı konuşmacı olarak davet etmenizden onur duyduğumu belirtmek isterim.
Bildiğiniz gibi 4 Kasım 2016’dan bu yana eş genel başkanımız Figen Yüksekdağ ve 10 parlamenter arkadaşımız ile birlikte özgürlüğümüze mahkum bırakılmış durumdayız. Olağanüstü hal uygulamaları çerçevesinde siyasi iktidarın üzerimizde uyguladığı kapsamlı izolasyon politikası sebebiyle de size bu mesajımı avukatım aracılığıyla sözlü olarak iletiyorum.
Değerli dostlar, Türkiye’deki Kürt, Alevi, Arap, Hıristiyan ve daha birçok dinsel ve etnik kimlikten, sol sosyalist, ekolojist özgürlükçü görüşlere sahip insanların bir araya gelerek oluşturduğu partimiz HDP’nin kısa süre de kaydettiği gelişmenin sadece Türkiye için değil Ortadoğu ve Avrupa hakları için de bir umut kaynağı olduğunun bilincindeyiz. Bu bilinçle de tutsak edilen binlerce partili yoldaşımızla birlikte cezaevinden de Türkiye’deki siyasal iktidarın aşılan gidişatına karşı mücadele içinde olduğumuzdan emin olmalısınız. Evet, Türkiye’deki siyasal iktidarın Kürt sorununda barışçıl çözüm arayışları yerine askeri sonu tercih etmesiyle birlikte ülkemiz bir şiddet sarmalına sürüklendi. Bu baskıcı ortam Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sınırsız yetkilerle donatılmasına imkan sağlayan parlamentoyu binevi fes eden bir anayasal değişikliğin de dayatılmasıyla bir dikta rejimine doğru kaymaktadır. İşte böylesi bir ortamda yürüttüğümüz demokratik mücadele her açıdan saldırıyla karşı karşıyadır. Türkiye medyasının iktidar talimatıyla partimize karşı ambargo uygulaması, hükümet politikalarına yönelik protesto gösterilerimizin polis güçleri tarafından orantısız şiddetle bastırılması, parti üyelerimizin tutuklanmaları ve benzeri birçok devlet odaklı baskı uygulamaları sistemli bir şekilde yürütülmektedir.
Öte yandan AKP iktidarının kendi içinde gelişen Fethullahçı yapılanmanın 15 Temmuz da 2016’da gerçekleştirdiği darbe girişiminin ardından ilan edilen Olağanüstü Hal süreci de Türkiye’deki tüm demokratik muhalif kesimleri hedef almıştır. Kanun Hükmünde Kararnamelerle parlamentonun bypass edildiği bu süreçte sol sosyalist kamu sendikalarının üyelerinden on binlercesi meslekten ihraç edildiler. Sadece sosyal medya paylaşımları bile vatandaşların mesleklerinden çıkarılmasına ve cezaevlerinde tutulmalarına yetmektedir. Bir başka deyişle Türkiye’de hiçbir muhalifin kendisini güvende hissetmediği kapsamlı bir devlet terörüyle karşı karşıyayız. İşte böylesi koşullar altında giderek daha derin sonuçlar açacak olan devlet terörüne karşı oluşturduğumuz demokratik güç birliğinin meşru direnişi enternasyonalist bir perspektifle sınırlandırılmaksızın genişletmek zorundadır. Ne Türkiye ne de Kürdistan’daki direnişçiler başka coğrafyalarda ki sorunlara ve mücadelelere sırtını dönmemeli ne de Türkiye’deki ve Kürdistan’daki devlet terörüne uluslararası toplum sessiz kalmamalıdır. Hem Avrupa da yükselen ırkçılığa karşı hem de çok dilli ve kimlikli Ortadoğuda kök salmaya çalışan köktenciliğe karşı mücadelemizi ortaklaştırmaktan başka çaremiz yoktur. Mücadelemizi ortaklaştırırsak mutlaka kazanacağız, umut ediyorum ki Türkiye’deki faşizme ve devlet terörüne karşı kazanacağımız zafer başta Suriye olmak üzere çevre ülkelere tüm Avrupa’ya ilham kaynağı olacaktır. Türkiye’deki ilerici güçlerle tabi ki HDP ile her zaman dayanışmasını kararlılıkla ortaya koyan Rosa Luxembourg Vakfına, Almanya sol partili yoldaşlarımıza ve değerli dostum sol parti liderleri Bernd Riexinger ve Katja Kipping Edirne’den selam ve sevgilerimi iletiyorum. En yakın zamanda özgürce görüşmek dileğiyle konferansa katılan tüm değerli dostlara sevgilerimi sunuyorum. Rosa Luxembourg’un dediği gibi hareket etmeyen zincirlerini fark edemez gelin hep beraber harekete geçelim ve zincirlerimizi parçalayalım.
(Mobilden giren ziyaretçilerimiz, video görünmüyorsa sağ üst sekmeden "Paylaş" butonuna ardından "Tarayıcıda aç" butonuna tıklayarak videoya erişebilirler)
Brezilya, Küba, ABD, İspanya ve Kolombiya'dan katılımcılar
Katılımcıların konuşmalarını gerçekleştirdiği konferansta Kürkçü, Sol Parti Eş Başkanı, DKP Genel Başkanı'nın katılacağı panel öncesi son konuşmayı gerçekleştirdi. Kürkçü'nün ardından panel/açık oturum gerçekleşti. Konferansta sabahtan ilk konuşmayı ise Brezilya Milli Kongre üyesi, Socialismo e Liberdade Partisi'nden Jean Wyllys yaptı. Wyllys yaptığı konuşmada Brezilya'nın değiştiğini, sosyal demokrat adımlarla hiç beklenmedik insanların-yaklaşık 40 milyonun- artık et yiyebildiği ve üniversiteye gidebildiğinden bahsederken, Aristokrasinin varlıklı insanlarının bunu istemediğini belirtti. Eski Cumhurbaşkanı Dilma'nın bu nedenle iftiralara maruz kaldığını ve yolsuzluk iddiasıyla düşürüldüğünü belirten Wyllys, ardından sağcıların sol kesime sert saldırılar yaptığını anlattı. Wyllys ayrıca Cumhurbaşkanı düştüğünde başkanlık binası önündeki gösterilerde sağcı bir milletvekilinin kendilerine faşist sözlerle saldırdığını ve onun yüzüne tükürdüğünü, bu nedenle ahlak komisyonunun kendisini çağırdığını söyledi. Wylls bu sürecin vekilliğinin elinden alınabileceğine sebep olabileceğinden bahsetti.
İspanya'da bağımsızlık yanlısı Bask bölgesinden Arnaldo Otegi ise solun her zaman gerçeği söylemek zorunda olduğunu ifade ederek dünyada büyük bir kriz olduğuna işaret etti. Petrolün yerine dünyanın pek çok yerinde suyun geçeceğini ifade eden Otegi, zorunlu göçlerin önümüzdeki yıllarda 20 katına çıkacağını belirtti. Bask bölgesinin bağımsızlığını savunanlar olarak bazı kesimlerin kendilerini milliyetçi diye nitelemesine karşı çıkan Otegi "Biz bağımsızlık savaşçısıyız. Biz Bask için yeni bir devlet isteyen insanlar değiliz, Tıpkı Katalanlar gibi onurumuzla yaşamak istiyoruz" dedi.
Otegi'nin ardından ABD'den gelen aktivist Marylin Zuniga kendi hayatında yaşadığı baskılı dönemleri anlattı. Siyah olduğu için maruz kaldığı ayrımcılıkları anlatan Zuniga, ABD'de hükümlü bulunan ve bir polisi öldüren Mumia Abu-Jamal'a mektup gönderdikleri gerekçesiyle hakkında soruşturma açıldığını ve öğretmenliğine ara verildiğini anlattı.
Zuniga'nın ardından Mumia Abu-Jamal'ın sesli mesajı salona verildi.
Ardından FARC-EP'nin Kolombiya'da önemli bir toplantıda oldukları için konferansa bir katılımcının gelemediği, ancak video mesaj yoluyla konferansı selamladığı bildirildi. FARC'ın gönderdiği video yansıtıldı.
Küba'dan gelen katılımcılar, Fidel Castro'nun resmiyle podyumda tur attı ve katılımcıları selamladılar. Ardından Küba Granma (gazete) Internacional Başkanı Arlín Alberty Loforte Küba Devrimi'nden ve Castro'nun mirasına sahip çıktıklarından bahsetti.
3 bin kişinin katıldığı ifade edilen konferans ilk kez farklı bir otelde yapıldı.