Bir halk düşünün etniği ve ülkesi müphem bir yön mefhumuyla tanımlandı/tanımlanıyor. Müphem çünkü nereden baktığına bağlıdır yönün tayini. Batıdan(coğrafi yön olarak batı) bakınca Kürdistan doğuda kalır. Batılı bir gözle baktığınızda ise Kürdistanlı “doğuludur”, iptidaidir yani, ayrıca bir tanımlamayı hak etmez, tüm “doğulular” birbirine benzer çünkü. Bu batılı göze bir de hegemonik Türk ulus çerçevesi eklerseniz şöyle bir tanım çıkar Kürt için; Kürt aslında yoktur, varsa bile Kürt olduğunun bilincinde değildir, bilincinde olsa bile bu bilinç köreltilmeli mümkünse yok edilmelidir. Hegemonik Türk ulus devleti de tam olarak bunu yaptı. Kürt yoktu, onun yerine “doğulu vatandaş”(doğulu vatandaş tanımlaması iptidai olana gönderme yaptığından ayrıca aşağılayıcı bir tanımlamadır) tanımı vardı(kısmen hala var), Kürdistan zaten olmazdı, dolayısıyla “doğuluların” yaşadığı yer için en makul tanımlama da “doğu” olabilirdi. Etniği ve ülkesi olmayan bir halkın dilinin mevcudiyet tartışması ise zaten söz konusu olmazdı.
Türklüğün ve Türkçenin hegemonik olarak inşa edilmesi erken cumhuriyet dönemi boyunca bir dizi komik ama ırkçı çabayı beraberinde getirdi. Sarf edilen çaba salt erken cumhuriyet dönemi ile sınırlı kalmadı, örneğin 1930’lar ve 40’lar boyunca Türk’ü ve Türkçeyi tek kılma çabaları bir yanda zor, diğer yandan “bilimsel” çalışmalarla sürdürülürken 1960’lardan itibaren fiziksel mekânın da Türk ve Türkçeleştirilmesi çalışmaları başlatıldı. Birçoklarının askeri darbe demekten bile imtina ettikleri 27 Mayıs darbesinden sonra binlerce Kürtçe mekan ismi Türkçe olarak değiştirildi, eş zamanlı olarak da Kürtlerin aslında Türk olduğunu kanıtlamaya dönük “bilimsel” çalışmalar da sürüyordu. 1980’lerle birlikte ise Kürt, Kürtçe ya da Kürdistan sözcüklerinden herhangi birinin telaffuzu rahatlıkla ölüm nedeni olabilirdi. 21.yy Türkiye’sinde Kürt demek resmi olarak yasak değil artık ve neyse ki devlet de “Kürdün aslında olmadığını” ispatlama girişimleri bıraktı. Kürtçe için aynı şeyleri söylemek na mümkün,2008 gibi oldukça yakın bir tarihe kadar Kürt dili okullarda ve üniversitelerde öğretilemiyor, kamu kuruluşlarında konuşulamıyordu. 2009’da bazı pilot uygulamalarla bazı üniversitelerde Kürt diline yönelik bazı bölümler açıldı ve etiğim verilmeye başlandı ancak temel eğitimin Kürtçe olarak alınması anayasal olarak hala yasak. Bunun yerine özel kurslarda (ilgili bakanlık onayıyla açılan) ve devlet okullarında seçmeli ders olarak Kürtçe öğrenilebilir, öğretilebilinir. Özetle anayasanın (yasakların sıralandığı kitapçık!) konuya ilişkin 42.maddesi “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına ana dilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” derken bir yandan Kürtçe eğitimi yasaklarken diğer yandan Türklük vurgusu ile Kürdü vatandaş olarak da tanımıyor aslında. Özetle 2023 yılında bir asrı dolduracak olan “modern Türkiye” de Kurd, Kurdi, Kurdistan denklemin sadece ilk bileşeni anayasal olarak olmasa da resmi söylemin kıskacından kurtulmuş görünüyor. İkinci bileşen olan Kurdi yani Kürt dili ise anayasal olarak yasak. Bu demek oluyor ki, ülke nüfusunun çeyreğinden fazlasını oluşturan bir halkın kendi anadilinde eğitim görmesi anayasa, yasa ve kolluk tarafından engelleniyor hala.
Ontolojik Bölünmüşlük ve Anadil
Türkiye’de anadilde eğitim tartışmaları ne zaman gündeme gelse (ki genelde okulların eğitim-öğretime başladığı Eylül ayının başı oluyor bu tarih) malum konunun tartışıldığı bağlama hemen “ülkenin bölünme tehdidi” ekleniyor. Bölünmeden kasıt şu, Kürtler kendi anadilleri ile eğitim ve öğretim yaparlarsa bir süre sonra da ayrı bir devlet kurmak isteyecekler. Evet, tartışmanın bağlamı tam da bu sığlıkta. Peki nedir bu “bölünme” korkusu, haddizatında çok mu birleşiğiz de bölüneceğiz, ya da birleşik olmak zorunda mıyız ve dahi bölünmek kötü bir şey mi? “Bölünme” korkusu hegemonik Türk ulusçuluğunun kendini üzerine bina ettiği modern bir mit, yani homojen bir toplum olarak tasarlanan Türk ulusu ancak kendisini bölmek isteyenlere karşı sürekli teyakkuz halinde olarak ve bölmek isteyenleri yok ederek ayakta kalabilir. Dahası ontolojik olarak bütünlük arz eden bir toplumsal yapımız mı var, zorla dayatılan “birlik” farklı olanın yok sayılması ve yok edilmesi üzerine kurulmadı mı? Sahi bütün olduğumuzu nerden çıkardınız?
Anadilde eğitim tartışmalarına eşlik eden bir başka konu da “Kürtçenin eğitim ve bilim dili olarak kullanılması konusunda yeterli yetkinliğe sahip değildir” gibi oldukça iddialı bir ve iyi niyetli olmayan bir yaklaşım. Bu yaklaşım devletin resmi söyleminin evrimleşmiş halidir ve dilbilimciler ya da pedagoglar tarafından değil, resmi devlet aklına hizmet eden organik siyasetçiler tarafından dile getirilir.
21.asırda milyonlarca Kürt yurttaşın kendi anadillerinde eğitim görme taleplerinin anayasal yasaklarla karşılaşması ve zor yöntemleriyle engellenmesi yüzünden böyle bir yazıyı kaleme almanın kendisi dahi züldür.
Birçok uluslararası sözleşmede ve belgede anadil hakkı açık bir biçimde kabul edilmektedir. “Eğitimde Ayrımcılığa Karşı Sözleşme” 1960 yılında UNESCO tarafından kabul edilmiş ve 1962 yılında da yürürlüğe girmiştir. Bunun dışında “Birleşmiş Milletler, Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi” , “Ulusal veya Etnik, Dilsel veya Dinsel Azınlıklara Mensup Olan Kişilerin Haklarına Dair Bildiri”, “Avrupa Bölgesel veya Azınlık Dilleri Şartı” gibi birçok uluslararası antlaşmada bireyin en temel hakkı olan anadili teminat altına alınmıştır. Uluslararası sözleşmeleri imzalayan birçok Avrupa ülkesi ve ABD anadil konusundaki sorunları önemli ölçüde çözüme kavuşturmuştur. Anadil sorunu çözen, Belçika, Norveç, İspanya, Fransa, Avusturya, Kanada gibi ülkelerin bölünüp çoğaldıklarına tanıklık eden var mı?
Kürtlerin anadil taleplerine Türk devletinin yaklaşımı, başlıkta kullandığım Kurd, Kurdi ve Kurdistan denkleminden bağımsız değildir. Çünkü üç bileşenli bu denklemin çözümü demek Kürdü demokratik usullerin gereğince tanımak anlamına gelir.
Çözüm Süreci ve Anadil
Başlıktaki denkleme içkin herhangi bir tartışma beraberinde hâlihazırda devam eden çözüm süreci ve onu süreci nasıl etkileyeceği endişelerini de beraberinde getiriyor. Öncelikle bu tartışma yersiz değildir ancak endişenin tartışıldığı bağlam oldukça önemlidir. Kürt Dili Araştırma ve Geliştirme Derneği, Demokratik Toplum Kongresi ve Eğitim-Sen, bu sene anadilde eğitim yapmak amacıyla Diyarbakır’ın Bağlar, Şırnak’ın Cizre ve Hakkâri’nin Yüksekova ilçelerini pilot şehirler olarak belirledi. Bu üç merkezde okulların açıldığı gün Kürtçe eğitim vermek üzere hazırlanan binaların açılışı yapıldı ancak ilçe kaymakamları, yapılanların yasaya aykırı olduğu gerekçesiyle kolluğu açılan eğitim kurumlarını mühürlemek üzere görevlendirdi. Mühürlenen kapılar dün halk tarafından söküldü, yarın muhtemelen tekrar mühürlenecek ve tekrar sökülecek mühürler halk tarafından.
Çözüm sürecinin taraflarından biri olan hükümet kanadından yapılan açıklamalarda iki nokta önemli kanımca. Birincisi, Bekir Bozdağ, Bülent Arınç ve AKP’nin ihraç ismi Numan Kurtulmuş tarafından “yasalar böyle, uymak zorundasınız” biçiminde özetlenecek ve “bu ülkede yaşıyorsanız kurallara uyacaksınız” diye okunabilecek geleneksel ceberut devlet aklı. Neredeyse her alanda ayaklar altına alınan yasalar ve anayasa, her konuşmada eleştirilen ve değiştirilmesi gerekliliği vurgulanan anayasa, söz konusu Kürt olunca bağlı kalınması gereken metin oluveriyor birden. İkincisi, yine benzer isim(ler) tarafından okul açama ve anadil eğitimi yapma girişimleri sürece yönelik “sabotaj” olarak değerlendiriliyor. Neredeyse içine bir Kürdün karıştığı sokak kavgasını dahi “sabotaj” olarak niteleme eğiliminde olan hükümet yetkililerinin çözüm perspektifi, en azından şimdilik, gerçeklikten uzak ve “her şey bizim istediğimiz ve izin verdiğimiz düzey ve zaman diliminde olacak” yaklaşımındadır. Daha önce defalarca yazdım, dünya örneklerinde barış görüşmeleri, taraflar arasında askeri çatışmasızlık hali dahi sağlanmamışken bile devam edebiliyor. Yani taraflar birbirlerine yönelik askeri saldırılar yaparken (birçoğunda masada daha güçlü görünme adına yapılır bu) diğer yandan barış görüşmeleri devam eder. Türkiye’de ise özellikle Kürt tarafının en ufak bir talebi kolaylıkla ve sorumsuzlukla “provokasyon ya sabotaj” olarak nitelendiriliyor. Bu durum hükümetin, direkt olarak çözüm sürecini içselleştirmemek ve çatıştığı tarafla görüşmesine rağmen bir taraftan da sürekli olarak kendini dayatmak ve sorumluluğunu hafifletme çabası olarak okunabilir.
Anadil talebi gibi pazarlığının dahi yapılamayacağı bir sorunu ortadan kaldırmak için adım atmak yerine, darbe yasalarına sığınarak aba altından sopa göstermek ciddiyetsizliktir ve varsa bir sabotaj girişimi o da; anadil talebinin “provokasyon” olarak görülmesidir.
Son olarak, tüm bu tartışmaların yaşandığı yer; Apê Musa’yı Kürtçe ıslık çaldığı için 5,5 ay Harbiye zindanlarında tutan ülke hala…