Fırat nehri de dâhil olmak üzere ülkenin her yanından ‘susuzluk’ feryatları yükseliyor. Hükümet yetkilileri, özellikle de Çevre ve Orman Bakanlığı sürekli olarak halkı teskin edici mahiyette açıklamalar yapıyor ve ısrarla “korkacak bir durum yok, her şey kontrolümüz altında” mesajını veriyor. Bu teskin edici mesajlara karşın geçen hafta Bakan bey “olmadı yağmur duasına çıkarız, nasıl olsa onun bir maliyeti yok” esprisini yapma noktasına kadar geldi. İstatistikler de iflas etmiş durumda, zira İstanbul civarındaki barajların su seviyesini son birkaç haftadan beri hep yüzde 30 düzeyinde gösteriyor. Öyle mucizevi bir baraj düşünün ki bir yandan sanayi üretimi, bir yandan tarımsal üretim, bir yandan da konutlardaki su tüketimi aynı hızla devam ettiği ve yeni bir su girişi olmadığı halde su seviyesi üç haftadır hiç değişmeden aynı kalabiliyor.
Kış mevsimi olmasına rağmen neden yağış olmadığı sorusuna bir dizi farklı disiplinden bir dizi farklı yanıt getirilebilir. Öncelikle ‘yağmursuzluk’ durumunu anlamaya çalışalım. Kuşkusuz doğanın kendi süreçlerine bağlı olarak da kuraklıklar söz konusu olabilir. Ancak böyle düşünebilmemiz için doğaya hiçbir dış müdahalenin söz konusu olmaması gerekir. Oysa örneğin, yağmur bulutlarının en bilinen merkezi olan ormanları ticarileştirmeye, sanayi yatırımlarına açık hale getiren Kyoto protokolü imzalanalı sadece 15 yıl oldu. Yine yağmur bulutlarının bir yerden başka bir yere taşınması için rüzgâr gereklidir. Ama temiz havanın da tıpkı su gibi alınıp satılabilen bir piyasa malına (karbon ticareti!) dönüştürülmesi ülkenin her tarafında ve hep yüksek tepelerde pıtrak gibi rüzgâr santrallerinin kurulmasına yol açmış durumda. Rüzgâr tribünleri ile metropollerdeki gökdelen yapılaşmalarının rüzgârın gücünü ve yönünü etkilemediğini söylemek -en azından- kolay görünmüyor.
Peki ya HES’ler?
Son 10 yıldan beri ülkenin her tarafında kurulan hidroelektrik santraller de nehirlerdeki su miktarını ve dolayısıyla yer altı su varlıklarının toplamını, özetle havzaların bütününü etkileyen oluşumlar değil mi? Karadeniz gibi en fazla yağış alan bölgede bile üzerine HES’ler kurulan derelerin birer birer nasıl kuruduğunu gözlemlerimizden biliyoruz.
Doğa bilimleri alanında çalışma yapan uzmanlar, sürekli olarak yer altı ve yer üstü sularının birbirini nasıl etkilediğini, nehirlere yapılan her müdahalenin yer altı sularının nasıl daha derinlere kaçmasına yol açtığını anlatıyorlar. Diğer yandan kapitalist toplumda doğaya ve su varlıklarına müdahale yalnızca HES inşaatları ve barajlarla da sınırlı değil. Hemen hemen bütün kentlerde toprağın üstü asfaltla örtülmüş durumda olduğu için, yağmur suları çoğu noktada toprakla hiç buluşamadan denize karışıyor ve tonlarca temiz su bu yolla da heba ediliyor.
Bütün bu unsurlar dikkate alındığında, yaşanan kuraklığı kaderci bir yaklaşımla tek başına doğanın kendi dönemsel çevrimine bağlamak pek mümkün görünmüyor. Bu nedenle olayın ekonomi-politiğine, yani temiz havanın ve su varlıklarının ticarileştirilme sürecine bakmamız gerekiyor.
On yıllardır kent su şebekelerinden evlerimize ulaşan su için de az veya çok bir bedel ödüyorduk. Ancak bu suyun çıkarımı, depolanması, arıtılması ve konutlara, işyerlerine dağıtılmasından tamamen devlet sorumluydu. Başka bir deyişle devlet, toplumun ihtiyaç duyduğu kadar suyu temin edip, ulaştırıyor ama bu işi kâr amacı gütmeden yapıyordu. Ödediğimiz bedeller ise su çıkarımı, arıtması ve iletimi için devlet tarafından yapılan harcamalara küçük katkılardan ibaretti. Kâr amacı gütmediği için devlet sadece ihtiyaç duyulan miktarda suyu servis ediyor, dolayısıyla su kaynakları rekabete açık olmadığı için su varlıklarının kuruması, çölleşme vb. riskler de söz konusu olmuyordu.
Kısır bir döngü
Fakat kapitalizm her bunalımının ardından ancak daha geniş alanları piyasaya dâhil ederek kendini sürdürebildiği için 1970’lerdeki derin bunalımın ardından su varlıklarının ve soluduğumuz havanın da piyasa malları kervanına katılması gündeme geldi. Böylece su çıkarımı, arıtması ve iletiminde kullanım değerlerinden değişim değerlerine geçiş süreci başlamış oldu. Değişim değerlerinin en ayırt edici özelliği ürünlerin kalite ve niteliklerinin değil ne kadar fazla miktarda üretildiklerinin önemli olmasıdır. Dolayısıyla eskiden kullanım değeri olarak topluma temin edilen su yalnızca ihtiyaçlara eşit miktarlarda olurken ve tükettiğimiz sularda bir sağlık riski, bir kalite sorunu yaşanmazken; bugün mevcut bütün su varlıkları farklı kapitalistlerin emrine tahsis edilmiş, kâr üretimine konu haline getirilmiş ve hijyen önlemleri maliyetleri arttırdığı için su ve havza kirliliği kritik aşamalara ulaşmıştır. Bu yüzden dereler birer HES mezarlığına dönüşmüş, bu yüzden yer altı sularına bile kontörlü sayaç takılması konuşulmaya başlanmış, bu yüzden, örneğin, Alevi toplumunun inanç merkezleri olmasına bile aldırmayarak başta Munzur olmak üzere bütün dereler üzerine HES’ler ve baraj konuşlandırılmaya başlanmıştır.
İster HES, baraj ya da isterse damacana su üretimi olsun su pazarına giren her şirket büyük miktarlarda ve olabilecek en düşük maliyetlerle üretim yapmak istediği için doğadan çekilen temiz su miktarları hızla artmakta, bu da yer altı su kaynaklarının sürekli daha derinlere kaçmasına yol açmaktadır. Yer altı suları azaldıkça nehir ve çayların kuruma süreci de hızlanmaktadır. Kısaca suyun metalaşması, bir piyasa malına dönüşmesi sonucunda doğanın kendi çevrimi yerini kısır bir döngüye bırakmıştır.
Bugün yaşanan kuraklıktan şikâyet etmeye hakkı olmayanların başında devletler ve şirketler gelmektedir. Çünkü temiz suyun en fazla kullanıldığı alan sanayi üretimidir. Diğer yandan suyun metalaşması, toplumsal artı değeri büyüten bir durum olarak sadece su ve enerji şirketlerinin değil tüm sermaye sınıfının çıkarına olan bir durumdur. Bu nedenle su hakkı için yapılacak her mücadele kendi doğası itibarıyla anti-kapitalist olmak zorundadır.
Bu yazı Evrensel’den alınmıştır.