Praksis Dergisi 39. sayısını ‘Büyük felaket, büyük suç: 100 yıl sonra Ermenilerin 1915’i’ başlığıyla Ermeni soykırımına ayırdı. Atilla Aytekin derginin bu sayısı için ‘Ermeni Devrimci Paramaz’ kitabının yazarı Kadir Akın ile bir röportaj gerçekleştirdi.
Tarihsel ve toplumsal olaylar üstü örtüldüğü ve yok sayıldıkları ölçüde her dönemeçte hatırlanır ve hatırlandıkları koşullara uyumlu olarak da yeniden güncellenirler. Çözüme kavuşturulmamış, yüzleşilmemiş her mesele böyledir. Aradan yıllar, on yıllar geçer ama o sorun arkanızda gölgeniz gibi sizi takip eder. Ermeni soykırımı da tam böyle bir şeydir.
Ermeni meselesinin Türk devleti ve önemli ölçüde Türk halkı için günümüzdeki en önemli boyutu tarih bilincinde ortaya çıkar. Ermeni meselesini bir ihanet ve cezalandırma çerçevesinde kavrayan devlet ve toplum, o gün yapılanı onaylamakla kalmaz aynı zamanda bu gün de gerekirse aynısını yaparız demiş olur. Bu demektedir ki Jenosid bir toplum bilinci ve devlet politikası olarak bugün de benimsenir durumdadır.
Ermeni halkının da, özellikle Diasporada yaşayanlarının, bu konu hiç akıllarından çıkmamaktadır. Yaşanan acılar kuşaktan kuşağa aktarılmakta ve her gün yeniden üretilmektedir.
Bu sorunu geçmişte kalmış bir mesele olarak değerlendirmek isteyenler, resmi devlet ideolojisini bu alanda yeniden üretenlerdir. Türkiye halkları geleceklerini kurarlarken bu meseleyi teğet geçerek yeni bir gelecek kuramazlar, eğer kurmaya kalkarlarsa eskinin basit bir tekrarını inşa etmiş olurlar. Çünkü bir ulus, kendi devletini o günün siyasi koşullarında bir coğrafya üzerinde kurarken, bir başka ulusu o topraklardan soylarını bitirmek kastıyla söküp atmışsa ve bu suçla yüzleşmekten kaçınmış, bu suçun yarattığı sonuçları tazmin yoluna gitmemişse, mesele güncelliğini koruyor demektir. Sorun sadece soykırım suçu ile de sınırlı değildir. Demokrasi anlayışını temelden ilgilendiren bu sorun çözülmediği sürece, bir demokratikleşmeden de bahsedilemez.
Toplu katliama katılmış olanların kurbanlarını “kötüleyerek”, onlarında bunları hak ettiğini söyleyerek ya da inkâr ederek bu suçtan kurtulmaya çalışması, bir kuşağın çocukluğunda bu katliam hikâyelerini dinlediği ataları için belki olanaklıydı ama içinde bulunduğumuz çağ dönüşümünde şimdi yaşayan ve gelecek kuşaklar için bu artık pek de mümkün görünmüyor. Dolayısıyla Türkiye’de yeni doğan kuşaklar, atalarının omuzlarına yüklediği siyasal, toplumsal ve ahlaki bir suçla doğuyorlar. Elbette hatırlamak ve hatırlatmak sorunun çözümünde kapıyı aralayabilir ama bu sorunu ortadan kaldırmaz. Köklü bir özür, soykırımı yaşamış ulusun evlatlarının yüreklerindeki acıyı dindirecek kimi uygulamalar, örneğin bu coğrafyadan gönderilmiş ve tesadüfen sağ kalmış ailelerin çocuklarının geri çağrılarak vatandaşlık hakkının verilmesi, el konmuş varlıklarının tazmini, hakikatleri ortaya çıkartacak kimi girişimler ve benzeri adımların atılması, sorunun çözümü için bir başlangıç olabilir. Ne var ki bu adımları ne AKP hükümeti ne de siyasal gericilikten beslenen bir başka hükümet yapabilir. Nasıl ki Kürt meselesinin çözümü demokratik bir Türkiye’yi gerekli kılıyorsa Ermeni meselesinin çözümü ve tarihsel adaletsizliğe son verilmesi de demokratik bir iktidar sayesinde olabilir.
Ermeni soykırımı konusunda çok geç kalındığı ortada. Bu geç kalınışın bir nedeni yıllarca kurnaz biçimde anlatılan ters yüz edilmiş yalanlarla beslenip büyütülen ırkçı Türk şovenizmi ve Türk Ceza yasalarının maddeleri ise, diğer bir nedeni de Türkiyeli aydınların, akademisyenlerin ve sosyalistlerin, TC’nin kuruluş ideolojisi Kemalizm’le hesaplaşmalarını gerçekleştirememeleri ve Enternasyonalist tutuma bir türlü sahip olamamalarıydı. İlkini geriletecek olansa ikincisinde yaşanacak zihniyet değişimiydi. Ne yazık ki Türkiye sosyalist hareketinin bir bölümü, Lenin’in anlattığı emperyalizmi bağlamından kopartarak ve onun arkasına saklanarak, açıktan ya da örtük bir biçimde hala sosyal şoven görüşlere sahip. Bu bakımdan özür kampanyası kuşkusuz yeterli değildi ama bunu bir eleştiri konusundan öte yetersizliğine vurgu yapıp, daha ileri bir noktaya taşımak gerekiyor. Bunun içinde öncelikli olarak sosyalistlerin bu konuda bir zihin açıklığına kavuşması gerekiyor.
“Muhayyel milli özneleri yeniden üretme” konusunda eleştiri yapanların pek de demokratik bir yerde durmadıkları aşikâr. Anadolu topraklarında yok edilmiş bir milletten söz etmenin verdiği rahatsızlığın kendisi şovenizmden besleniyordur. Ne katledilen ne de Diasporada ve Ermenistan’da yaşayan Ermeniler hayal ürünü falan değildi!
Ermeni soykırımının 100. Yıl etkinliklerini 24 Nisan’a ya da Nisan ayına sıkıştırmak doğru olmaz. Böyle bakınca da yapılan etkinlikler yetersizliği ortaya çıkıyor. Türkiye siyasi hayatı için kritik önemde bir seçim süreci, soykırımı anma etkinliklerine denk geldi ama hem seçimleri yapılacak etkinliklerin önünde bir engel olarak değerlendirmek doğru değildi, hem de seçimler biteli epey bir zaman oldu. Hala aydınların bu konudaki tutukluğu geçmiş değil, hala Kemalizm ve sosyal şovenizm bu konudaki etkisini sürdürüyor. Ermeni soykırımı yerine “büyük felaket” ya da “Ermeni katliamı trajedisi” gibi kırk dereden su getiren tanımlar kullanılıyor. Hâlbuki Ermeni soykırımını kabul etmeden demokrat bile olunamaz!
Ortada devlet tarafından işlenmiş bir suç varsa bu suçun doğrudan muhatabı da devlet ve onun yetkili kurumlarıdır. Sosyalist kimi siyasi partiler, sivil inisiyatifler, vicdanlı insanların halklar arasında diyaloğu tesis etme çabaları sorunu çözmez. Onlar kendi üzerlerine düşmüş olanı yapmışlardır o kadar. Devletin devamlılığı ilkesi Türkiye Cumhuriyeti yöneticileri için pek sevilen bir tanımdır. Dolayısıyla kadrolarının büyük bölümünün T.C.nin kurucusu olduğu İttihat Terakki yönetiminin gerçekleştirdiği bu katliam, soykırım, şimdiki hükümetleri de bağlamaktadır. Bu konuda devlet adım atmadıkça sorunun çözümünde bir ilerleme yok demektir. Unutmayalım ki Ermeni soykırımı, Gâvur kültürüyle zihinleri şekillendirilmiş ve ırkçı propaganda ile kışkırtılmış geniş halk kitlelerinin katıldığı, sorumlu oldukları bir katliamdı.
Tayyip Erdoğan’ın 2014’ün 24 Nisan’ın da yaptığı konuşma, Ermeni çevrelerde soykırımın 100. yılı vesilesiyle kimi önemli adımların atabileceği beklentisi yarattı. Ama bu konuşma, algı yaratma ustası Erdoğan’ın rutin tutumlarından herhangi birisiydi. Daha aktüel ve iç siyaseti doğrudan ilgilendiren Kürt sorununda adım atmayan Erdoğan’ın Ermeni sorunu konusunda adım atmasını beklemek gerçekçi değildi. İktidarını koalisyon kurarak birlikte paylaştığı cemaatle yaşadığı gerilim ve ayrılık sonrası zor durumda kalan Erdoğan, tümüyle aslına rücu etti. Geçtiğimiz Mart ayında Harp Akademileri Komutanlığında yaptığı konuşma bunun kanıtıdır. Geniş bir komuta kademesi önünde yaptığı o konuşma “başta ben olmak üzere tüm ülke aldatıldı” sözleriyle manşetlere taşındı. Hâlbuki o konuşmasında daha önemli konulara değinmişti. “1900’lerin başına geldiğimizde, topraklarımızda, 12 milyonu Müslüman 16 milyon insan kalmıştı.1923 yılında, Cumhuriyetimizi kurduğumuzda ülkemizin nüfusu 13 milyondu ve dini inanç bakımından büyük ölçüde homojenleşmişti. Bu homojenizasyon, Cumhuriyetimizi kuranların, Balkan faciasının dersleri ışığında yaptıkları ve doğru olan bir şeydi” diyen Erdoğan aslında soykırımı onaylayan bir tutum içinde olduğunu ortaya koyuyordu. Çanakkale buluşması ise soykırımın 100. yılı münasebetiyle uluslararası alandan gelebilecek baskılara karşı bir savunma siperi olmasının yanı sıra iç politikada da kullandığı bir argümana dönüştü. Çanakkale savaşları bilindiği gibi 1915’in Şubatında başlar. Alman emperyalizminin yanında İngiliz emperyalizminin başını çektiği bloğa karşı savaşa giren İttihat ve Terakki hükümeti, bir emperyalist paylaşım savaşının ortağıdır. Çanakkale savaşında en önemli tarih ise 18 Mart’tır. El çabukluğuyla birden bunu 24 Nisan’a taşımak ve ayrıca Çanakkale savaşlarını Mustafa Kemal önderliğinde anti-emperyalist bir vatan savunmasının başlangıcı diye lanse etmek, sadece Erdoğan’ın marifeti değildir. Askeri vesayetin kaynağı olarak gördüğü ve suçladığı ama yolsuzluk ve rüşvet soruşturması sonrasında ittifak kurduğu ordunun da becerisidir. Sonuçta yıllar önce devletin resmi ideolojisi olan görüştür bu.
Sosyalist hareketin Ermeni meselesine bakışının Enternasyonalist perspektiften uzak bir bakış olduğunu belirtmiştim. 71 silahlı direnişi sonrası kendisini yeniden günün koşullarına göre kuran sosyalist harekette Tikko, Kurtuluş ve Kürt özgürlük hareketinin daha özgün bir yaklaşımından bahsedebiliriz. Ama Ermeni meselesini gündeme taşıyanların sol liberal aydınlar olduğu gerçeği de doğrudur. Bu arada Taner Akçam’ın bu konudaki çabalarının çok değerli olduğunu da belirtmeliyim. Sosyalist hareket bir bütün olarak Ermeni sorunu konusunda hala yetersizdir. Üstelik Kürt özgürlük hareketinin sürdürdüğü mücadele sonrasında Kürtlerin hak taleplerini anlayan ve onlarla Enternasyonalist dayanışma içine giren kimi sosyalist hareketler bile Ermeni sorunu konusunda sınıfta kalıyorlar. Tek başına Kürt özgürlük hareketi üzerinden Enternasyonalist olunmuyor açıkçası. Bunu Ermeni sorununda, Rum ve Süryanilerin Seyfo diye bilinen soykırımında, Kıbrıs sorununda ve benzer konularda tutarlı bir duruşla göstermek gerekiyor. Dolayısıyla Solu-sosyalist hareketi Ermeni meselesi üzerinden sorgulamak lazım aslında. Ben “Ermeni Devrimci Paramaz” kitabımda sosyalist bir perspektifle konuyu ele aldığımı ve mütevazı bir kapı araladığımı düşünüyorum. Çünkü Paramaz ve arkadaşlarının mücadelesini Türkiye sosyalist hareketi “onlar Ermeni” diye görmezden geldi, yok saydı.
Ermeni soykırımı meselesi bir yanıyla da sermayenin el değiştirmesi sorunudur. Osmanlı’nın bağrında gelişen ticaret burjuvazisinin neredeyse tamamına yakını gayri Müslimlerin elindeydi. 1913-14 Rum tehciri sonrası İttihat Terakki etrafında toplanan sınırlı sermayeye sahip Müslüman orijinli ticaret burjuvazisi palazlanarak çıkmıştı. Aslında Ermeni soykırımının provası, Rum Tehciri ve soykırımı ile yapılmıştı zaten. Giderek İttihatçıların sosyal tabanı yeni gelişen Türk burjuvazisi oluyordu. Eğer Anadolu savunulacak son kaleyse, Ermeni ve Rumların elinde olan sermaye el değiştirmeliydi. Savunulan ve hızla gelişen “Türkçülük” özellikle Anadolu’da karşılığını Türk ticaret burjuvazisi içinde bulacaktı.
Şimdi gelinen noktada sorunun çözümündeki en kritik konu budur. El konulan Ermeni malları ne olacak? Bu soruya yanıt, el konulan mal ve mülklerin tazmin edilmesi ve hak kayıplarının karşılanması olmalıdır. Bu talebin nasıl gerçekleşeceği bir müzakere ve mutabakat meselesidir. Sosyalist bir devlette yaşamadığımıza göre, burjuva eşitlik hukukunun geçerli olduğu koşullarda o eşitlik neyi gerektiriyorsa gereği yapılmalıdır. Gaspçı burjuvalarda günahlarının kefaretini kendi hukuklarının bir zorunluluğu olarak ödemek durumundadırlar.
Türk tarih bilinci, “gâvurlar” tarafından yok edilme tehdidi üzerine kuruludur. Osmanlıdan devralınan en önemli mirasın başında bu geliyor. Türklüğün henüz yeterli birleştiricilik görevini göremediği süreçlerde bu bir temel sağlamıştır. Kemalizm’in laiklik konusundaki bunca vurgusuna rağmen İslam’ı kendisi için bir din haline getirme çabası da Osmanlıdan hiçte aşağı kalır değildir. Savaş halinde “gâvurun canı da, malı da helaldir ve ganimettir” lafı ile hiçbir vicdan sızıntısı duymadan gayri Müslim servetin, malın, mülkün rahatlıkla el konulmasını sağlamıştır. İttihatçılar Anadolu’nun Hristiyanlardan arındırılarak bir Türk yurdu haline getirilmesinde bu anlayışa yaslanmışlar ve bu katliama, soykırıma Anadolu’daki tüm Müslümanları; Türk, Kürt, Arap, Çerkez, tümünü ortak etmişlerdir. Abdülhamid’in 1900’lü yıllarda Kürtlerden oluşturduğu Hamidiye alayları zaten Ermenileri canından bezdiriyordu. 1905 yılında 24 Nisan’da İstanbul’da ki aydınların sürgünü ile başlayan ve aynı yılın Eylül ayına gelindiğinde önemli ölçüde tamamlanan Ermeni soykırımında Kürtlerin geniş bir katılımı söz konusudur.
Kürt özgürlük hareketi sözcülerinin bu konuda kamuoyu ile paylaşılmış sözleri vardır. Bir yüzleşme ve özür çabasından bahsedebiliriz. Geçtiğimiz dönem meclis kürsüsünden bunu Sebahat Tuncel dile getirmişti.