“Hukuksal ya da siyasal biçimler kendi kendilerine anlaşılamazlar, insan aklının genel bir gelişiminin bir ürünü olarak da oluşmazlar. Tam tersine hayatın maddi koşullarınca biçimlenirler. Ekonomik alt yapı, devlet, hukuk ve ideoloji gibi üst yapıyı zorunlu olarak belirler. Üst yapıya ait her olgunun alt yapıya uygun bir nedeni olmalıdır”(Marx, “Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı” Önsöz’).
İş bulma ümidini yitirenler işsiz sayılmıyor!
Yukarıdaki sözü, ekonominin önceliğinin uzun dönem ve değişimin genel yönelimi için, devletin ekonomi üzerindeki etkisinin ve denetiminin ise çoğu kez kısa dönemdeki belirli değişim örnekleri için geçerli olduğu biçiminde anlamak gerekir. Yani bunu bir ekonomik gerekircilik olarak değil, siyasal ve iktisadi gelişim arasındaki asimetrik (bakışımsız) etkileşim olarak görmek daha doğrudur.
Bu bağlamda, iktisadi büyüme ya da durgunluk veya iktisadi krizler kadar istihdam, işsizlik, yeni istihdam biçimleri ve işçi sınıfı profilinde yaşanmakta olan değişim orta ve uzun vadede gelişmiş az gelişmiş tüm kapitalist ülkelerde belirleyici olacaktır. Bu nedenle de istihdama ilişkin verilerin bilimsel olarak değerlendirilmesi çok önemli.
TÜİK, büyüme verilerinin ardından, bu hafta başında istihdam verilerini de yayınladı. AB, OECD ve diğer uluslararası kuruluşların istihdam anketleri ile uyumlu hale getirdiğini ileri sürdüğü yeni düzenleme ile yaptığı “hane halkı işgücü anketleri” sonucunda; Mart 2104 itibariyle, işsizlik oranının, yüzde 9,7 (erkeklerde yüzde 9,1, kadınlarda ise yüzde 11, 0), tarım dışında yüzde 11,6 ve 15-24 yaş grubundaki gençler arasında yüzde 16,7 olduğunu açıkladı[1]. Resmi verilere göre Türkiye’deki işsiz sayısı 2 milyon 747 bin oldu.
Aynı bültene göre istihdam oranı yüzde 45,1 düzeyinde (çalışan sayısı 25,6 milyon). Erkeklerde bu oran yüzde 64,2 iken, kadınlarda yüzde 26,5 olarak gerçekleşti. İstihdam edilenlerin yaklaşık yüzde 21’i tarımda, yüzde 21’i sanayide, yüzde 7’si inşaat sektöründe ve geriye kalan büyük çoğunluk olan yüzde 51’inden fazlası ise hizmetler sektöründe yer alıyor.
İşgücüne (emekgücü) katılma oranının yüzde 49,9 olarak gerçekleştiği (kadınlarda yüzde 29,8 ve erkeklerde yüzde 70,6) bu dönemde yine resmi verilere göre kayıt dışı çalışanların oranı yüzde 34,4 oldu.
Bir an için bu verilerin gerçeği tam olarak yansıttığını ve örneğin yeni hesaplama yönteminin ileri sürüldüğü gibi gerçek işsizliği ve istihdamı ortaya çıkardığını varsayalım ve şu soruyu soralım:
Bu veriler bize neyi anlatıyor, ya da anlatmıyor?
Öncelikle, bu veriler ana akım yazarlarca son bir yılda istihdam-işsizlik cephesinde önemli bir değişiklik olmadığı, tarım dışı istihdamın ve işsizliğin yatay seyrettiği, yönünde değerlendirilse de öyle değil. Çünkü şeytan ayrıntıda gizli.
Yıllardır, resmi hesaplamayla dahi, yüzde 10’un üzerindeki bir işsizlik oranı[2], bugünün derin resesyonu içindeki bazı Avrupa ekonomilerindeki orana yakın olduğundan hareketle, hiç de hafife alınacak bir oran değil. Burjuva iktisadına göre, ideal kapitalist bir ekonomideki ideal işsizlik oranının yüzde1-3 arasında olması gerektiğinden hareketle, bunun üç dört katı bir işsizlik oranına sahip bir ülkedeki hem sistemi hem de ekonomi yönetimini sorgulamak gerekir. Yıllardır Bu yükseklikteki ve kalıcı hale gelmiş bir işsizlik oranı, geleceğin emekçilerine işsizlikten ya da en iyisinden, çok niteliksiz ve güvencesiz, kısmi zamanlı istihdamdan başka bir imkân vadetmiyor.
Nitekim ayrıntıya girdiğimizde 2013 Mart’ına göre, bu yılın Mart ayında 15-64 yaş grubundan oluşan tarım dışı emekgücünün 1 milyon 390 bin (yüzde 6,5) arttığı görülüyor. Yani yılda 1,5 milyona yakın insan çalışabilecek konuma geldi. Buna karşılık bu dönemde yaratılmış olan istihdam imkânı ise 1 milyon 143 bin kişi (yüzde 6) oldu.
Yani tarım dışı kesimlerdeki işsiz sayısı bir yılda 247 bin artış gösterdi ve işsizler ordusu büyüdü.
İstihdam ve işsizlik alanındaki araştırmaları ile bilinen Betam’ın Kariyer.net verilerine göre yaptığı tahmine göre önümüzdeki dönemde işsizlik az da olsa artabilir[3].
Aynı bağlamda, TEPAV İstihdam İzleme Bülteni’ne göre[4], Türkiye genelinde esnaf sayısı son bir yılda yüzde 3,4 oranında, 64 bin azalarak, 1 milyon 849 bine geriledi. Ekim 2012’den Ocak 2014’e kadar esnaf sayısındaki azalma 118 bin oldu. 81 ilin 48’inde bu azalma gerçekleşti.
İstihdam artışı hangi sektörlerde gerçekleşti?
Beklendiği gibi istihdamdaki artışın ana kaynağı hizmet sektörü oldu. Buna karşılık sanayide neredeyse yeni iş alanı yaratılamazken, inşaat sektöründeki istihdamda bir azalma görülüyor.
Öyle ki hizmetlerde istihdam Şubat 2014- Mart 2014 döneminde 102 bin kişi arttı. Son iki yıldır bu sektörde ortalama aylık artışın 45 bin kişi olduğu göz önüne alındığında bu sektörün giderek temel istihdam alanı haline geldiği görülüyor. Sanayide son iki dönemdir gözlemlenen kuvvetli artışların tersine, bu dönemde aylık istihdam sadece 6 bin kişi arttı. İnşaatta 38 binlik bir istihdam kaybı söz konusu iken tarımda istihdam 79 bin kişi arttı[5].
Bu veriler Türkiye’de toplam istihdam edilenlerin neredeyse üçte ikisini oluşturan işçi sınıfı profilinin yaşamakta olduğu değişimi sürdürdüğünü gösteriyor. Yani Türkiye’de hızla, nispeten daha örgütlü ve yüksek ücretli sanayi istihdamının payı azalırken, daha düşük ücretli ve güvencesiz nitelikteki hizmetler sektörü istihdamının payı artıyor.
TÜİK’in işsizlik verileri gerçeği tam olarak yansıtıyor mu?
Yukarıda TÜİK’in yeni bir hesaplama yöntemine başvurduğunu belirtmiştik. Bu noktada Kurum bu yeni yöntem ile hem işsiz sayısını hem de işsizlik oranını düşük gösterebildi.
Öyle ki önceki uygulamada, referans dönemi içinde “son üç ay” içerisinde iş arama kanallarından en az birini kullanmış ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler işsiz olarak değerlendiriliyordu. Yeni uygulamada ise yalnızca “son dört hafta” içerisinde iş arama kanallarından en az birini kullanan ve iki hafta içinde işbaşı yapabilecek durumda olan kişiler “işsiz” olarak ele alınıyor. Yani 1,5-2 ay önce iş başvurusu yapmış olan ve işe başlamaya hazır kişiler işsiz kategorisi dışına çıkartıldı. Bunun sonuçları doğrudan verilere yansıdı ve yaklaşık 300 bin kişi bu yöntem değişikliği ile artık işsiz sayılmıyor. Oysa bu insanlar Ocak 2014 verilerine göre işsiz sayılıyorlardı[6].
Keza başta umutsuzluk olmak üzere çeşitli nedenlerle iş arama kanallarını kullanmayanlar, çaresizlik nedeniyle yeterli gelir sağlamayan işlerde çalışmak zorunda kalanlar, niteliklerine uygun olarak iş bulamadıkları için başka işleri kabul etmeyenler (örneğin atama yapılmasını bekleyen on binlerce öğretmen) ve haftada iki saat bile olsa iş bulabilenler işsiz tanımı içinde yer almıyorlar.
Bu geniş kesim de gerçek işsizliğin içine dâhil edildiğinde işsizlik oranı yüzde 20’yi, işsiz sayısı ise 6 milyonu aşıyor[7].
Nitekim TÜİK bülteninde belirtildiği gibi emekgücüne katılım oranının yüzde 50’nin altında kalması gerçek işsizlik oranının açıklanandan çok daha fazla olması gerektiğini ortaya koyuyor. Yani Türkiye çalışabilir nüfusuna oranla, insanlarının çok düşük oranda emek gücü piyasasına girebildiği ya da iş aradığı bir ülke konumunda.
Keza, görünmeyen ve değersiz kılınan emekleriyle ev içi işlere mahkûm edilmiş kadınlar işsiz sayılmıyorlar. Bu nedenlerden dolayı gerçekte işsizlik oranının resmi oranın çok daha üstünde olması beklenmelidir.
Daha önceki bir yazımızda, ekonomik krizlerin, yoksulluk ve gelir dağılımı adaletsizliğinin, çevre tahribatının, iş cinayetlerinin ve işsizliğin kapitalist sisteme içkin konular olduğunun altını çizmiştik. Bu tespit aslında işsizlik sorunu ile ilgili olarak anti- kapitalist perspektifimize dayalı teşhisi de, çözümü de yansıtıyor.
Ancak öncelikle, şu sorunun yanıtını arayarak işe başlayalım. İşsizlik ya da istihdam sorunu, ana akım burjuva yazarların yaptıkları gibi, sadece verilere, istatistiklere, hesaplama yöntemlerine indirgenebilecek kadar basit bir konu mudur? Ya da bugün işsizlik oranı yüzde 1’e kadar çekilebilseydi, bu emekçilerin mutlu-mesut ve insan onuruna yakışır bir biçimde yaşayabilecekleri anlamına gelir miydi?
İstihdam, ama nasıl?
Bugün istihdam ya da işsizlik sorununun birçok temel boyutu var.
İlk olarak, işsizlik azalsa dahi yeni gelen nüfusu karşılayabilecek ölçüde istihdam artışı yok. Bunun temel göstergeleri ise nüfusun ne kadarının istihdam edildiğini gösteren istihdam / nüfus rasyosu ve emekgücüne katılım oranı. Her ikisi de Türkiye’de yüzde 50’nin altında. Dünyada[8] birinci rasyo yüzde 61 ve ikincisi yüzde 65 dolayında.
Yani kapitalist ekonomiler insanlar için yeterli istihdam yaratmıyor, iş olanağı sunmuyorlar. Kriz bu koşulları emekçiler açısından daha da kötüleştiriyor. Kamu kesimini küçülten kemer sıkma önlemleri büyümeyi ve istihdamı olumsuz etkiliyor, yeni istihdam yaratılamazken, işsizlik oranları artıyor.
ILO’nun geçen yılki raporuna göre[9], küresel emek gücü piyasaları, özellikle de Avrupa’daki resesyon nedeniyle, tekrar kötüleşmeye başladı. Yeni istihdam yaratma oranları çok düşük kaldı. Özellikle kadınlar ve gençler giderek daha fazla işsiz kalıyorlar. Bu durum özel tüketimi azaltırken ve ekonomik büyümeyi yavaşlatıyor. Orta vadede bir toparlanma olsa da işsizlik oranları düşmeyecek. Emekgücüne katılım oranları düşmeye devam ediyor. Uzun dönemli işsizlik oranları yüksek ve giderek de artıyor, yapısal işsizlik giderek belirgin hale geliyor. Bu durum kalifiye iş imkânlarının azalması anlamına geliyor.
İkinci olarak, mevcut istihdam ve yaratılan yeni istihdam ne tür istihdamdır ya da insan onuruna yakışır nitelikte bir istihdam mıdır?
Araştırmalar kadar yaşamın bizzat kendisi de iyi nitelikte (kalitede) istihdamın son otuz yıldan bu yana artık iş döngülerinden, krizlerden bağımsız olarak iyice zorlaştığını ortaya koyuyor.
Ana akım iktisatçılar buna neden olarak küreselleşme güçleri ve teknolojik değişiklikleri gösterse de, göre teknolojik değişmelerin önceki dönemlerden hızlı geliştiğini gösteren kanıtlar mevcut değil, keza bunlar alelade istihdamı etkileyecek çapta değil[10].
İşin iyiliği ya da kötülüğü aslında biraz işin doğası ile ilgili. İmalat sanayi işleri zamana ve yere bağlı olarak iyi işlerdir, zira sendikalaşma güçlüdür, tam istihdam politikası gerektirir ve işgücü piyasalarının düzenlenmesini içerir. Sendikaların gücüne göre hizmetler sektöründe ise işler iyi de olabilir, kötüde.
Kapitalist sistemin en gelişmiş örneği olan ABD’de, Devlet İstatistik Bürosu’na (BLS) göre[11], “Büyük Resesyon” boyunca ABD’de kaybedilen işlerin yüzde 68’i orta ve üst düzey ücretli işlerdi. Sonrasında yaratılan yeni istihdamın beşte üçü ise kısmi zamanlı ve düşük ücretli işler oldu. Bu dönemde rasyonalizasyon hızla devam ederken, istihdam içinde aslan payına sahip olan perakende sektöründe çalışan işçi yaşı hızla gençleştirildi. Ortanca yaş 24 ve bu işçiler ortalama beş yıldır buralarda tam zamanlı ve uzun dönemli sözleşmelerle çalışıyorlar.
“İstihdam Kalite Endeksi” adı verilen bir endeks, istihdamın niteliğini (kalitesini) ölçmek amacıyla uluslararası düzeyde tutuluyor. Bu endeksin değeri 0 (niteliği en düşük) ile 1 (niteliği en yüksek) arasında değişiyor. Endeks; ücret düzeyi ve ücret dağılımı, standart dışı uygulamalar, çalışılan- evde geçen zaman, çalışma koşulları ve iş güvenliği, iş becerisi ve kariyeri geliştirebilme olanağı ve kolektif çıkarların temsil edilebilme olanağı gibi 6 bileşenden oluşuyor.
Bir araştırmaya göre[12] 29 gelişmiş ülkenin 12’sinde endeksin değeri 0,5 ve altında seyrediyor ve araştırmanın kapsadığı 2005 – 2010 döneminde endeksin değerinde genelde bir kötüleşme var. Son iktisadi kriz istihdam kalitesini farklı düzeylerde ve farklı biçimlerde etkilemiş olsa da, bu ilişkinin çok kuvvetli bir ilişki olmadığı sonucu çalışmadan elde edilen bir diğer sonuç.
Üçüncü olarak, işyerlerinde artık, eskisiyle kıyaslanamayacak ölçüde ücret gasplarının yaygınlaştığı bir gerçek.
Son dönemde küresel çapta aşağıdaki biçimlerde yaygın ücret gaspı biçimleri görülebiliyor: Asgari ücretten çalışmaya zorlamak, normal sürenin ötesinde çalıştırmak, işveren ayrımcılığı, bahşişlere el koymak, yasal olmayan bir biçimde sigortasını ödememek ya da az ödemek, bordro üzerinde sahtekârlık yapmak, mesai ücreti ödememek, mesai ücretinin eksik hesaplanması, mesai ücreti yerine telafi ücreti adında ödeme yapmak, işçilerin 40 saatten fazla çalışmalarının bildirilmemesi, işçilerin muaf işçiler olarak sınıflandırılması, sözleşmeli işçilerin ücretlerinde yasal olmayan kesintiler yapılması, muhasebe kayıtlarının eksik tutulması, asgari ücret kurallarına uyulmaması, ücret ödenmemesi, isteğe aykırı biçimde ücreti içerde tutmak, ücreti ceza olarak içerde tutmak, ücreti zamanında ödememek, işçileri işyerinde kullanılan ekipmanı satın almaya zorlamak, çalışma saatlerini eksik hesaplamak, yemek arası ve istirahat saatleri için ödemede bulunmamak, çalışılan tüm saatler için ödeme yapmamak, stajda çalışılan süre için ödemede bulunmamak, işe geliş ve gidiş zamanı için ödemede bulunmamak, ücreti nakit olarak ödememek, düzenli miktar ya da orandan ödeme yapmamak ve cep harcamalarını ücretin içinde saymak[13].
Dördüncü olarak, toplam istihdam içinde ücretli istihdamının payı yüksek düzeyde ve bu giderek artıyor.
TÜİK’e göre ücretli ve yevmiyeli olarak çalışan emekçilerin istihdam içindeki payı yüzde 66’nın üzerinde. İşveren konumundakiler yüzde 5’in biraz altında ve kendi hesabına çalışanlar yüzde 18’e yakın[14].
Yani ücretli işçi konumunda çalışmak birçoğumuz için artık tek seçenek durumunda. Evlerinden çalışarak zengin olan bireylerin hikâyeleri ise gerçekte birer şehir efsanesi. Gerçek hayatta küçük işletmeler dev çokuluslu şirketlerin altında eziliyor ve giderek yok oluyorlar. Türkiye’de küçük dükkânlar, bakkallar, Migros, Kipa, BİM gibi devlerle ve büyük alışveriş merkezleriyle rekabet edemedikleri için birer birer ortadan kalkıyorlar.
Kapitalizm bir yandan az sayıda servet zengini yaratırken, diğer yandan, öncesinde işçi olmayan bazı insanlar giderek artan bir şekilde mülksüzleşiyor ve potansiyel olarak proleterleşiyor. Yani, işçilerin “orta sınıflaşmasının” tam tersine, “orta sınıflar” giderek işçileşiyor. Bu süreç dünyanın her yerinde yaşanıyor. Geçmişte kendilerini nispeten ayrıcalıklı ve “orta sınıf” olarak gören öğretmenler, memurlar ve üniversite hocaları artık daha az ücret alıyor, daha fazla çalışıyor ve kendilerini git gide daha fazla işçi sınıfının bir parçası olarak görmeye başlıyorlar.
Buna karşılık OECD’ye göre[15] son 30 yıldır ücretlilerin milli gelir içindeki payı hemen tüm OECD ülkelerinde azaldı. Bunun nedenleri verimlilik artışları, sermaye yoğunluğu, artan yerli ve uluslararası rekabet, işçilerin toplu pazarlık güçlerinin azalması, kolektif pazarlık kurumlarının dönüşümü gibi faktörler. Bu durum gelir dağılımını daha da kötüleştiriyor, toplumsal uyumu azaltıyor ve iktisadi toparlanmayı zorlaştırıyor.
Beşinci olarak, istihdam giderek güvencesiz, geçici, kısmi zamanlı, örgütsüz-sendikasız, düşük ücretli bir biçime dönüşürken, işçi sınıfı içinde prekarya katmanı belirginleşmeye başladı.
ILO’ya göre[16], küresel çapta 3 milyar çalışan işçinin yarısı (1,5 milyar işçi) esnek, güvencesiz, her an işten çıkartılabilir konumda, kötü çalışma koşulları altında ve çok düşük ücretlerle çalışıyor. Öyle ki günde 1.25 ABD doları ve altında bir ücretle yetinmek durumunda kalan “çalışan yoksul istihdamı” toplam istihdamın yüzde 21’ini oluşturuyor. Ebeveynleri ile birlikte toplamda günlük 2 ABD doları ile geçinmek zorunda kalan işçilerin oranı ise yüzde 39 (1,2 milyar işçi).
Bu veriler, kapitalizmin bir yandan emek sömürüsü sürdürürken, diğer yandan milyonlarca insanı işsiz bırakarak ve onları eksik istihdam ve kötü istihdam koşullarında çalışmaya zorlayarak, emeği israf ve tahrip ettiğini ortaya koyuyor.
Esnek istihdamın en yaygın olduğu ülkelerin başında Hollanda, İtalya, Almanya, Portekiz, Polonya ve İspanya geliyor. Hollanda ve Almanya’da bu daha ziyade kadınların yer aldığı kısmi zamanlı istihdam, İspanya ve Portekiz’de ise sabit ücret biçiminde kendisini gösteriyor. Hollanda, Danimarka, İngiltere, Almanya, Avusturya, Belçika, İrlanda ve İsveç kısmi zamanlı çalışma da genel ortalamanın üstünde oranlara sahipler. Sabit ücretli çalışmanın ortalama değerlerin üstüne çıktığı ülkeler ise Polonya, İspanya ve Portekiz. Yunanistan’da her üç çalışandan birisi evden çalışan konumundadır[17].
Türkiye’de Prekarya: Güvencesiz ve esnek, kuralsız bir çalışma rejimi hızla örülüyor!
AKP hükümeti, 06.04.2011 Tarih ve 6223 Sayılı kanunun verdiği “yetkiye” dayanarak bugüne kadar toplam 40’a yakın Kanun Hükmünde Kararname çıkardı. Bu KHK’lerle, sağlık, eğitim, adalet, barınma, kültür ve çevre gibi hizmetlerle, kamu yönetimi alanında mali ve sosyal haklar başta olmak üzere birçok konuda önemli değişiklikler yapıldı.
Bu KHK’ler ve diğer düzenlemelerin hedefi güvencesiz, esnek, kuralsız bir çalışma rejimi oluşturmak.
Bu süreç aslında 2003’teki 4857 sayılı İş Yasası ile başlatıldı. Bu 11 yıllık sürecin ilk ayağı yaygınlaşan taşeron (alt işveren) uygulaması. Özel sektörde taşeronlaştırma hızla sürdürülürken, kamu kesiminde kadrolu güvenceli istihdam yerini giderek ‘taşeron’ işçi ve ‘dışarıdan hizmet alımına’ bıraktı.
Öyle ki Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın verilerine göre son 10 yılda taşeron işçi sayısı 350 binlerden 1 milyon 500 bine ulaştı. Tek başına Sağlık Bakanlığı bünyesinde 2011 yılında çalışan 478.000 personelin; 358.000’i kadrolu, kalan 120.000’i, yani yüzde 25’inden fazlası ise “taşeron firma personeli”. KİT’lerde “sözleşmeli personel” çok daha büyük oranda: yüzde 44. ‘Geçici işçiler ile birlikte bu oran yüzde 48’i buluyor. Bu oran 1986 yılında ise sadece yüzde 3 idi.
İkinci ayakta, 2012 yılında açıklanan Ulusal İstihdam Stratejisi (UİS) Belgesi yer alıyor. Bu belgeye göre 2023 yılına kadar çalışma hayatında yapılması hedeflenen değişikliklerin temel hedefi işsizliğin nedeni olarak gördüğü güvenceli istihdamı ortadan kaldırmak ve daha esnek emek gücü piyasaları yaratmak.
Bu strateji altında; (i) taşeron uygulaması yaygınlaştırılıp asıl işlerde de taşeron işçi çalıştırmak tamamen serbest bırakılıyor (ii) geçici işçilik yaygınlaştırılıyor (iii) istihdam büroları aracılığıyla “kiralık işçilik” oluşturulacak. Böylece esneklik kurumsallaştırılmış olacak (iv) kıdem tazminatları budanacak.
Üçüncü ayağı 6356 sayılı yeni Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Kanunu oluşturuyor. Bu kanun ile işçilerin yaklaşık yüzde 55 ‘ ini oluşturan 30’dan az işçi çalıştıran işyerlerindeki işçilerin ve 6 aydan az kıdemi olan işçilerin sendikalaşma hakkı ortadan kaldırıldı. Fiili olarak 1,4 milyon işyerinin yüzde 95’inde 30’dan az işçi çalışıyor. Yani işyerlerinin yüzde 95’inde sendikal örgütlenmenin yasal bir güvencesi kalmadı. İşçilerin sendikal nedenlerle işten atılmaları yaptırımsız kaldı. Bu işçiler tazminat hakkından da mahrum kalıyorlar.
Dördüncü ve beşinci ayaklarda yapılan düzenlemelerle kamuda güvencesizleştirme, esnek çalıştırma ve sendikal vesayet dönemi başlatıldı. 6111 sayılı ‘Torba Yasa (13.02.2011) ile 657 sayılı DMK’ de yapılan değişikliklerle memurların, kamu yararı ve hizmet gerekleri sebebiyle ihtiyaç duyulması halinde, kurumlarınca Devlet Personel Başkanlığı’nın uygun görüşü alınarak diğer kamu kurum ve kuruluşlarında 6 aya kadar geçici süreli olarak görevlendirilebileceğine” ilişkin düzenleme yapıldı.
4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanunu’nda (Nisan 2012 ) yapılan değişiklik ile de kamu çalışanlarının tümünün grev hakkı yok sayıldı. ‘Sözde toplu sözleşme hakkı’ getirildi ama özünde zorunlu tahkim rejimine geçildi (Kamu Görevlileri Hakem Kurulu – KGHK ).
Bütün bu gelişmelerin ardından Türkiye işçi sınıfının içindeki çalışan yoksul oranı, tarım sektöründe yüzde 35’in üzerine çıkarken, sanayi sektöründe yüzde 30’a ulaştı. En yoksul çalışanların yüzde 46’sını yevmiyeli işçiler ve yüzde 34’ünü ücretsiz aile işçileri (ev kadınları) oluşturuyor[18].
Ayrıca bu sınırlı istihdam olanağı bölge, cins, yaş, ırk ve etnisiteye göre de farklılık göstermektedir. Nitekim bölgeler itibariyle tarım dışı işsizliğin dağılımına bakıldığında[19], Güney Doğu ve Doğu Anadolu bölgelerinde Türkiye ortalamasının çok üstünde resmi olarak yüzde 20,4’ e varan bir işsizlik oranı ile karşı karşıya olduğumuz ortaya çıkmaktadır. Yani genel olarak Türkiye’nin doğusunda işsizlik batısına kıyasla çok daha yüksek. Bu bağlamda en yüksek işsizlik oranına sahip kentler arasında Ağrı, Kars, Iğdır, Ardahan, Van Muş, Bitlis, Hakkâri illeri ilk sıraları alıyor.
İşsizlik sosyal bir sorun!
Hem işsizlik hem de esnek istihdam koşullarında çalıştırma hem tekil olarak işçiler hem de bir sınıf olarak işçi sınıfı mücadelesi açısından çok temel bir sorun. Çünkü tekil olarak, borç batağına saplanma ve alkollü içkilere aşırı yönelim gibi davranış bozukluklarına neden olabiliyor. İşini kaybetme, ödemelerini yapamama korkusu, çoluk çocuğun perişan edilmesi korkusu yaşanıyor ve bu reel sosyalizmin çöküşünden sonra Rusya’da ve son aylarda Yunanistan[20] ve Çin’de görüldüğü gibi intiharlar, hane halkına dönük şiddet, kalp krizi, hipertansiyon, radikalleşme, hapis ve psikolojik rahatsızlıklar biçiminde sonuçlanıyor. Zira işsizlik ve güvencesiz çalışma toplumdan soyutlanmak anlamına geliyor, öyle ki piyasa ile ilişki kurulamadığında işçinin varoluşu tehlikeye giriyor.
Diğer taraftan, işsizler çalışanlar için de önemli bir tehdit oluşturuyorlar. Çünkü işsizlik, emek sömürüsü, işverene bağımlılık ve güvencesizlik durumu işçinin özgüvenini ortadan kaldırıyor, mücadele gücünü zayıflatıyor, onu kolayca manipüle edilebilir ve adeta utandırılır bir hale dönüştürüyor[21].
Ücretsiz çalışan ev kadınlarının durumu ise ayrıca bir sorun. Düşük ücretle çocuk bakıcılığı yapan kadınlar (özellikle de kendi çocuklarını ülkelerinde başkalarına bırakıp zengin Arap ülkelerine hizmetçilik ve çocuk bakıcılığı için giden göçmen Filipinliler ve bazı Balkan Ülkelerinin kadınları) kendi çocuklarını feda etmek durumunda kalıyorlar.
İşsizlik neden var?
Kapitalist sistemde işsizlik kapitalist üretim tarzına içkin bir sorun. Zira servet kendini sermaye birikimi şeklinde büyütür ve sermaye kapitalistlerin özel mülkiyetindedir, kâr etmek için kullanılır. Kapitalistler arasındaki rekabet yeni teknolojilerin kullanımının önünü açar ve emek gücünün yerini giderek sermaye malları almaya başlar. Yani sermayenin organik bileşimi (SOB) artar.
Marx’a göre sermayenin organik bileşiminin artması işçi başına daha fazla sermaye kullanılması demektir ve bu sermayenin yoğunlaşıp merkezileşmesiyle gerçekleşirken, sermaye yoğun teknolojik gelişmeler ve kapitalistler arasındaki rekabet bu eğilimi tetikler.
Bir başka anlatımla, kapitalistler, rekabet, kalite ve fiyat riskleri nedenleriyle hiçbir zaman teknolojik olarak sanayi normlarının gerisinde kalmak istemezler. Bu durum kapitalist işletmelerde düzenli olarak, emek tasarrufu sağlayan makineler gibi en yeni teknolojilerin istihdamına, dolayısıyla da aşırı kapasite yatırımlarına yönelmeye neden olur. Böylece sermayenin organik bileşimi (otomasyon ) artar. Sermayenin organik bileşiminin artışı emek gücüne olan ihtiyacı azaltır. Bu durum işsizliğe neden olur, “yedek sanayi ordusu”[22] oluşur.
Sermaye birikiminin kaçınılmaz bir sonucu olarak ortaya çıkan yedek sanayi ordusu kapitalizm için işlevseldir, çünkü toplumsal muhalefet örgütlülüğünün ve işçi sınıfının ekonomik ve politik örgütlülüğünün yeterli olmadığı bir durumda, işsizlerin varlığı işçi sınıfının ekonomik mücadelesini baltalar, sendikalaşmayı zayıflatır ve ücret artışlarını önler. Bu nedenle de aslında kapitalistler çok önemli boyutlara ulaşmadığı sürece işsizlikten çok da rahatsız olmazlar.
Marksist teoride, işçiler arasındaki rekabet sermayenin kendi arasındaki rekabetten farklıdır ve sınıf mücadelesi ile ilişkilidir. Bu rekabet sermaye tarafından yedek sanayi ordusu yaratılmasıyla gündeme gelen işçiler arasındaki bir çatışma halidir. Böyle bir böl-yönet stratejisi birbirinden ayrı, farklı emek gücü fazlalarını entegre ederek küresel yedek sanayi ordusuna yeni üyeler kazandırır ve bu ordu da güvencesiz istihdam ve sürekli işsizlik tehdidi altında direnci kırılan bir yapıyı sürekli kılar.
Fransız sosyolog P. Bourdieu’ya göre, işsizliğin bu şekilde uyguladığı yapısal şiddet bireyci mikro ekonomik modelin uyumlu işlevselliğinin bir koşuludur. Ya da yüzyıl öncesinin meşhur kapitalisti S. İnsull’un söylediği gibi ekonomik etkinliği / verimliliği arttıracak en önemli şey kapıda bekleyen işsiz kuyruğunun giderek büyümesidir[23].
Sınıf siyaseti kendini dayatıyor!
İstihdam ve işsizlik verileri şu gerçeği önümüze koymaktadır:
Ücretli emeğin sömürüsüne dayalı kapitalist sistemde tıpkı krizler, gelir dağılım adaletsizliği ve yoksulluk gibi işsizlik ya da eksik istihdam gibi sorunlar kaçınılmazdır.
Marx ve Engels’e göre, bir yandan emekten daha fazla artı değer yaratma çabası biçimindeki sömürü, diğer yandan bu sömürüye karşı direnç kapitalist toplumlarda sosyal sınıflar arasındaki çatışmaların özünü oluşturur[24]. Öznel niyetlerin ya da düşüncelerin dışında, nesnel olarak hayatın içinde mevcut bir gerçeklik olan bu mücadele bazen örtülü yürüse de, günümüz iktisadi durgunluk ve krizleri koşullarında, bugün açık bir sınıf savaşına dönüşmüştür.
Bu gelişmeler sınıf mücadelesini temel alan proleter devrimci bir sınıf siyasetinin halâ çok önemli olduğunu ve acil bir ihtiyaç olarak işçilerin ve tüm emekçi örgütlenmelerinin önünde durduğunu göstermektedir.
Yani sınıf mücadelesi ve sınıf siyasetinin, bir döneme ait, modası geçmiş kalıntılar olduğu iddiaları egemenlerin ve onların sözcülerinin kasıtlı olarak yaymaya çalıştıkları içi boş iddialardır. Günümüzde sınıfsal ayrışmanın ve çelişkilerin ortadan kalktığı; bu nedenle de sınıf siyasetine ihtiyaç olmadığı tezi gerçeği yansıtmamaktadır.
Özellikle son yirmi, otuz yıldır uygulanmakta olan neo liberal politikalar işçi sınıfının mücadelesini geriletmiş olsa da gerçekler inatçı bir biçimde kendilerini dayatmaktadır. Kapitalizmin krizlerle yürüdüğü gerçeğinin yanı sıra, emekçi sınıflar bugün sayıca her zamankinden daha kalabalık ve daha güçlüdür. Bugün işçiler, emekçiler tüm dünyada nüfusun çoğunluğunu oluşturuyorlar. Kapitalist sistem dünyanın her bir yanında egemendir ancak bu sistem 6,5 -7 milyarlık dünyada en-az 3–4 milyar çalışan sınıf ve onların bakmakla yükümlü olduğu insanları da yaratmıştır. İşçi sınıfı eskisinden daha eğitimli ve becerili bir konumdadır. Bu sadece mavi yakalı sanayi işçileri için değil, aynı zamanda bilişim sektörü işçileri, öğretmenler, memurlar, finans işçileri, teknik elemanlar gibi her tür beyaz yakalı çalışan için de geçerlidir. Ve bu kesimler, geçici işçiler, güvencesizler ve işsizlerle birlikte devrimci bir sınıf siyasetinin hala temel öznesi olma özelliğini taşımaktadırlar. Eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplum ve dünya kurmanın bugün her zamankinden daha fazla mümkün ve gerekli olduğu açıktır.
Son olarak, bu saptamalar Türkiye özelinde kendini “Kürt Sorunu” olarak ortaya çıkaran özgürlükler ve demokrasi sorununun varlığının inkârı ya da ikincilleştirilmesi anlamına da gelmez. Tam tersine emek, demokrasi ve özgürlük mücadelesi bir bütündür.
[1] TÜİK, Hanehalkı İşgücü İstatistikleri, Mart 2014, Sayı 16008, 16 Haziran 2014.
[2] Burada tarım dışı işsizlik oranını esas alıyoruz. Zira tarımın yoğun olduğu bölgelerde insanlar tarım kesiminde istihdam ediliyor gözüktüklerinden, bu bölgelerdeki genel işsizlik oranı düşük çıkmaktadır. Bu nedenle de tarım dışı işsizlik gerçek işsizliği daha iyi yansıtmaktadır.
[3] Betam, Bahçeşehir Üniversitesi Ekonomik ve Toplumsal Araştırmalar Merkezi, İşgücü Piyasası Görünümü: Haziran 2014.
[4] Tepav, “Esnaf sayısı bir yılda 64 bin azaldı”, http://www.tepav.org.tr, 19.05.2014.
[5] Betam, agr.
[6] Serkan Öngel “Sen öyle sansan da işsiz değilsin!”, Bir Gün Gazetesi, 18 Haziran 2014.
[7] Öngel, agm.
[8] ILO, Global Employment Trends, 2011.
[9] ILO, Global Employment Trends, 2013.
[10] David Rosnick ve Dean Baker, Missing the Story The OECD’s Analysis of Inequality, http://www.cepr.net, July 2012.
[11] Nicole Aschoff, “We’re Not Lovin’ It, Low-wage workers fight to make bad jobs better”, http://dollarsandsense.org/archives/2013/0913aschoff.html, September/October 2013.
[12] Global Labour Column, http://column.global-labour-university.org/, August 2012.
[13] Aschoff, agm.
[14] TÜİK, “İstihdam edilenlerin yıllara göre işteki durumu”, Mart 2014.
[15] OECD, Employment Outlook 2012.
[16] International Labour Office (ILO), Global Employment Trends 2011: The challenge of a jobs recovery, Geneva, 2011.
[17] Tanja Cesen, European labour market policy in the times of recession, 17th Workshop on Alternative Economic Policy in Europe European integration at the crossroads: Deepening or disintegration?Workshop 1 – Austerity policies at the C3-Center for International Development, Vienna/Austria from 16-18 September 2011 organised by the EuroMemo Group, www2.euromemorandum.eu.
[18] Büşra Çavuşoğlu, “Türkiye’de Çalışan Yoksulluğunun Genel Durumu”, Sosyal Güvence, (Ocak-Nisan 2012), s. 28-31.
[19] Seyfettin Gürsel, “Ezber bozan durumlar”, Radikal, (19.04.2012).
[20] Lynn Parramore, “Crisis to Suicide: How Many Have to Die Before We Kill the False Religion of Austerity?”, www.alternet.org/story, (26.04.2012).
[21] Michael D. Yates, “The Injuries of Class”, Monthly Review, Vol 59.N0.8 ( January 2008). s. 3–10
[22]Karl Marx, Capital Volume II, Chapter 16: The Turnover of Variable Capital, http://www.marxists.orgKapital 1.Cilt, Yordam Kitap, 2011, s. 615–616.
[23]John Bellamy Foster, Robert W.McChesney, R.Jamil Jonna, “The Internationalization Of Monopoly Capital”, Monthly Review, Vol 60.No 2, http://monthlyreview.org, (June 2011).
[24]Karl Marx ve Friedrich Engels, Komünist Manifesto ve Hakkında Yazılar, İkinci Basım, Yordam Kitap (Çev. N.Satlıgan, T.Ağaoğlu, O.Göçmen, Ş.Alpagut), 2008, s.28–30.