Çeviri: Serap Güneş
Ahmet Fadıl, babası 1984’te öldüğünde 18 yaşındaydı. Fotoğraflar kısa ve toplu olduğunu ve numaralı gözlükler taktığını gösteriyor. Çok yoksul bir öğrenci değildi, ortaokulda dersleri de iyiydi ama okulu bırakmaya karar verdi. Memleketi Ürdün’ün Zerka şehrinde tekstil ve deri fabrikaları vardı. Ama o bir video dükkânında çalışmayı tercih etti ve kendisine dövme yaptırabilecek kadar para kazandı. Alkol içiyordu, uyuşturucu kullanıyor ve polisle başını derde sokuyordu. Bu yüzden annesi onu İslamcı bir kursa gönderdi. Bu onun alkol ve uyuşturucuyu bırakıp farklı bir yola girmesini sağladı. Ahmet Fadıl 2006’da öldüğünde, Ürdün’den daha büyük bir alanda, 8 milyon insanın yaşadığı bağımsız bir İslam devletinin temellerini atmıştı.
Ahmet Fadıl’ın veya daha sonra bilineceği cihat adıyla Ebu Musab el Zerkavi’nin ve kurucusu olduğu IŞİD hareketinin yükselişi, bugüne kadar muammasını korudu. Irak’taki operasyonlarına başladığı 2003, internet çağının başlangıcı ve küresel ticaret sisteminin yavaş yavaş genişlediği bir dönemdi. O yıl Irak’ın ABD öncülüğünde işgal edilmesine rağmen, Suriye ile Irak’ın sınırları stabildi. Seküler Arap milliyetçiliği eski aşiret ve din güçlerine üstün gelmiş gibi görünüyordu. Farklı dini topluluklar, Ezidiler, Şabaklar, Hıristiyanlar, Kakailer, Şiiler ve Sünniler, bin yıldır olduğu gibi yan yana birlikte yaşamaya devam ediyorlardı. Iraklılar ve Suriyeliler, gelişmekte olan dünyadaki birçok vatandaştan daha iyi gelirlere, eğitim ve sağlık sistemlerine, altyapıya ve görünen o ki daha iyi bir geleceğe sahiplerdi. Ürdün’ün bir kentindeki video dükkânında bir hareketin temellerini atan adamın, Suriye ve Irak’ın üçte birini ele geçirip tüm bu tarihsel kurumları paramparça edebileceğini ve mini bir imparatorluk kurmak üzere dünyadaki bir düzine en gelişmiş ülkenin birleşik ordu gücünü yenilgiye uğratabileceğini kim hayal edebilirdi ki?
Hikayeyi anlatmak kolay ama anlaşılması zor. Her şey 1989’da, İslamcı kurstan etkilenen Zerkavi’nin Ürdün’den Afganistan’a cihada gitmesi ile başlıyor. Sonraki on yıl boyunca, Afgan iç savaşında savaştı, Ürdün’de terör saldırıları düzenledi, Ürdün hapishanelerinde yıllarını geçirdi ve el Kaide’nin yardımı ile batı Afganistan’ın Herat kentinde bir eğitim kampı kurmak için geri döndü. 2001’de ABD öncülüğündeki işgalle Afganistan’dan sürüldü fakat İran hükümetinin yardımı ile yeniden ayakları üzerine kalktı. Ardından, 2003’te, Saddam’a bağlı grupların yardımı ile, Irak’ta bir isyan ağı örgütledi. Şiileri ve en temel dini merkezlerini hedef alarak, ABD askerlerine karşı bir ayaklanmayı Şii-Sünni iç savaşına dönüştürmeyi başardı.
Zerkavi 2006’da bir ABD hava saldırısında öldürüldü. Ancak hareketi ABD’nin 170 bin kişilik, yılda 100 milyar dolar harcanan askeri dalgasına karşı imkânsızı başararak ayakta kalabildi. 2011’de ABD geri çekildikten sonra yeni lider Ebu Bekir el Bağdadi hareketi Suriye’ye yaydı ve Irak’ın kuzeybatısındaki varlığını yeniden tesis etti. Haziran 2014’te hareket Irak’ın ikinci en büyük kenti Musul’u ve Mayıs 2015’te Irak’ın Ramadi kenti ile Suriye’nin Palmira kentini ele geçirdi. Örgütün uzantıları Libya’nın Sirte havaalanını aldı. Bugün Nijerya, Libya ve Filipinler dâhil otuz ülkede hareketin parçası olduğunu iddia eden gruplar var.
Hareket yedi kez adını, dört kez liderini değiştirmesine rağmen, Zerkavi’yi kurucusu olarak görmeye ve onun orijinal inançlarının ve terör tekniklerinin çoğunu sürdürmeye devam ediyor. The New York Times, “ISIS veya ISIL olarak da bilinen İslam Devleti” diyor. Zerkavi de “Levant Ordusu,” “Tek Tanrıcılık ve Cihat,” “Irak’taki el Kaide” ve “Mücahit Şura Konseyi” diyordu. (Pazarlamada tutarlı bir marka adına sahip olmayı pek önemsemeyen bir hareket.) 15 yıllık geçmişinde elbette evrim geçirmiş olmasına rağmen ona IŞİD demek, birçok ad ve liderlik değişimini basitleştirmeye yardımcı olacaktır.
Ancak sorun, hareketin başarısının tarihini yazarken çıkmıyor, böylesine imkânsız bir başarının nasıl mümkün hale geldiğini açıklarken çıkıyor. Hareketin yükselişine dair en yaygın açıklamalar (Sünni toplumların öfkesi, diğer devletler ve gruplarca sağlanan lojistik destek, hareketin sosyal medya kampanyaları, liderliği, taktikleri, yönetimi, gelir akışı ve on binlerce yabancı savaşçıyı kendine çekebilmesi), hareketin başarısına dair ikna edici bir teori üretme konusunda başarısız oluyor.
Örneğin Emma Sky’ın 2003 ile 2010 arasında Irak’ta sivil bir görevli olarak geçirdiği yılları ustaca, ayrıntılı ve sık sık eğlenceli bir tarzda aktardığı The Unraveling: High Hopes and Missed Opportunities in Iraq1 kitabı, Irak’ta Sünni öfkesinin nasıl ortaya çıktığını gösteriyor. ABD’nin 2003’te BAAS karşıtı politikalarının Sünnilerin ötekileştirilmesini nasıl başlattığını ve bunun Şii milislerin 2006’daki zulmü ile (kafaları matkapla delinmiş 50 ceset Bağdat caddelerine bırakılmıştı) nasıl katmerlendiğini anlatıyor. 2007 ayaklanmasında Sünni toplulukların güvenini geri kazanmak için sık sık boş adımlar atıldığını ve Başbakan Nuri el Maliki’nin ABD’nin 2011’de çekilmesi ardından Sünni liderleri hapse atarak, ayrımcılık ve zulümle ve Sünni milisleri dağıtarak bu toplulukları yeniden nasıl ötekileştirdiğini anlatıyor.
Ancak IŞİD’den son derece farklı olan birçok diğer isyancı grup, “Sünni öfkesinin” ana temsilcisi haline gelecek şekilde sık sık çok daha güçlü konumlar elde etmiş görünüyor. Irak’taki Sünniler başlangıçta Zerkavi’nin ölüm kültüne ve onun hareketinin ortaçağa mahsus sosyal kurallar dayatmasına çok az sempati besliyordu. Birçoğu Zerkavi Bağdat’taki BM merkezini havaya uçurduğunda, Amerikalı bir sivilin kafasını şahsen kestiğini gösteren bir video yayınladığında, Samarra’daki Şii türbesini havaya uçurup yüzlerce Iraklı çocuğu öldürdüğünde dehşete düştü. Ürdün otellerine eşzamanlı üç bombalı saldırı düzenleyip bir düğündeki altmış sivili öldürdükten sonra, Ürdün’deki aşiretinin önde gelenleri ve kendi kardeşi, onu lanetleyen bir açık mektup yazdılar. The Guardian, Zerkavi’nin ölüm haberini bitirirken sadece aklıselimden dem vuruyordu: “En sonunda, gaddarlığı dünya çapında Müslümanlar için tüm atmosferi zehirledi, nihilizm ve geri püskürtülmeden başka hiçbir şey vermedi.”
Başka isyancı gruplar da sık sık daha etkili gibi görünüyorlardı. Örneğin 2003’te, seküler BAAS’çılar sayıca daha üstündü, daha iyi donatılmışlardı, daha organize ve daha deneyimli askeri komutanları vardı. 2009’da, “Sünni Uyanışı” milisleri çok daha iyi kaynaklara sahipti ve silahlı kolu yerelde daha köklüydü. 2011’de, Özgür Suriye Ordusu, Esad rejiminin eski görevlileri de dâhil, Suriye’deki direnişin çok daha makul bir öncüsü konumundaydı. 2013’te daha aşırılıkçı olan Nusra Cephesi milisleri de öyle. Örneğin ISIS: Inside the Army of Terror kitaplarında Hassan Hassan ve Michael Weiss, Nusra’nın Doğu Suriye’deki aşiret grupları ile çok daha yakın ilişkiler kurduğunu söylüyorlar. O kadar ki savaşçıları aşiretlerden kadınlarla evleniyordu.
Böylesi gruplar bazen kendi çöküş ve başarısızlıklarını ve IŞİD’in yükselişini, kaynak yetersizliğine bağlıyorlar. Örneğin Özgür Suriye Ordusu, liderleri yabancı devletlerden daha fazla para ve silah almış olsaydı, IŞİD’in yerinde kendilerinin olacağını uzun süredir söylüyorlar. Ve Irak’taki Sünni Uyanışı hareketinin liderleri, Bağdat hükümeti maaşlarını ödemeyi kestiği için topluluklarının kontrolünü kaybettiklerini öne sürüyorlar. Ancak IŞİD’in başlangıçta bu gruplardan daha fazla nakit veya silah aldığına dair bir kanıt yok.
Hassan Hassan ve Michael Weiss’ın aktarımları, ilk başta IŞİD’e yönelik desteğin çoğunlukla sınırlı olduğunu, çünkü bu hareketin ilham aldığı ideologlarının bile, Zerkavi’yi ve onun takipçilerini hakir gördüğünü gösteriyor. 1999’da Zerkavi’nin işe koyulmasını sağlayan el Kaide parası, dediklerine göre “el Kaide’nin finansal olarak sağlayabileceği miktarla karşılaştırıldığında çok azdı.” Bu paranın azlığı, bin Ladin’in Zerkavi’nin Şii katliamlarına yönelik korkusunun (bin Ladin’in annesi Şii idi) ve Zerkavi’nin dövmelerini sevmemesinin yansıması.
İranlılar 2002’de kaçağa düştüğünde Zerkavi’ye tıbbi yardım ve güvenli bölge sağlamış olmasına rağmen, Zerkavi kısa süre sonra kendi kayın babasını, İran’ın Irak’taki üst düzey siyasi temsilcisi Ayetullah Muhammed Bekir el Hakim’e yönelik bir intihar saldırısı düzenlemeye göndererek ve en kutsal Şii türbelerinden birini havaya uçurarak onların sempatisini kaybetti. IŞİD on yıldan uzun bir süre BAAS’çıların ve Saddam’ın düşüşünden sonra yeraltındaki BAAS’çı milisleri kontrol eden Sufi Iraklı General İzzet el Duri’nin teknik becerilerine dayanmasına rağmen, bu ilişki de gergindi. (Hareket Sufizm’e yönelik küçümsemesini, Sufi türbelerini yıkmasını veya BAAS’çı seküler Arap milliyetçilerinin benimsediği her şeye yönelik nefretini gizlemiyor.)
Biyografi yazarlarının onları anlatırken anlaşılır nedenlere bağlı tiksintisi bir kenarda tutulsa bile, IŞİD liderliği pek cazip, alicenap veya ehil insanlar değildi. 2006’daki bir Atlantic makalesinde Mary-Anne Weaver, Zerkavi’yi “ancak okuması yazması olan bir kabadayı ve cani, bir içki kaçakçısı ve ağır içici ve hatta iddiaya göre bir pezevenk” olarak tarif ediyor. Weiss ve Hassan ona “entelektüel açıdan zayıf” diyorlar. ISIS: The State of Terror kitaplarında Jessica Stern ve J.M. Berger, bu “teröriste dönüşmüş caninin” ve “vasat öğrencinin… Afganistan’a bir hiç olarak geldiğini” söylüyorlar. Weaver, onun Ürdün’deki “acemice operasyonlarından” ve “bahtsızları bombacı olarak kullanmasından” söz ediyor. Stern ve Berger, bin Ladin ile takipçilerinin onu sevmediğini, çünkü kendileri “çoğunlukla entelektüel eğitimli elitken, Zerkavi’nin sadece poz yapan eğitimli bir hödük olduğunu düşündüklerini” söylüyor.
Yazarlar şu anki lider el Bağdadi ile ilgili daha az şey söylüyorlarsa, Weiss ve Hassan’ın söylediği gibi, bunun tek sebebi biyografisinin “halen söylenti ve spekülasyon seviyesinde kalması ve bir kısmının cihatçı propagandaya dayanması.”
IŞİD’in ayaklanma konusundaki ayırt edici yaklaşımı da (bölge tutmadan düzenli ordularla savaşmaya dek) ciddi bir avantaj teşkil etmiyor. Arabistanlı Lawrence, isyancıların sis gibi hem her yerde hem de hiçbir yerde olması, asla mevzi tutmaya çalışmaması veya düzenli ordularla savaşta boş yere kayıp vermemesi gerektiğini söylemiş. Başkan Mao, gerillaların yerel nüfus arasında yüzen balıklar gibi olması gerektiğini söylemiş. Bu gibi görüşler, IŞİD gibi daha küçük, daha zayıf bir grubun ABD ve Irak orduları gibi güçlü düşmanlarla karşı karşıya olduğu “asimetrik savaş”ın mantıksal sonuçları. Bu ABD ordusunun kırktan fazla tarihi ayaklanma üzerinde yaptığı çalışmalarında da doğrulanmış bir durum. Bu çalışmalar tekrar ve tekrar gösteriyor ki, mevzi tutmak, meydan muharebelerine girmek ve yerel nüfusun kültürel ve dini hassasiyetlerini dikkate almamak ölümcül hatalar.
Ancak bu ölümcül taktikler tam da IŞİD’in aşikâr stratejisinin parçalarını oluşturuyor. Zerkavi 2004’te Felluce’yi elinde tutmaya çalışırken binlerce savaşçısını kaybetti. Kesintisiz küçük saldırılarda intihar bombacılarını harcadı ve en gaddar cezaları ve en gerici toplumsal kuralları dayatarak, temsil ettiğini iddia ettiği Sünni topluluklarının öfkesine neden oldu. Yalda Hakim’in yakın zamanda çektiği Mosul: Living with Islamic State adındaki BBC belgeselindeki bir röportajın da gösterdiği üzere, IŞİD savaşçıları artık net şekilde hareketin Musul gibi bölgeleri kontrol edebilme becerisinin çekiciliğine kapılıyorlar. Ancak bu taktiğin, çekici olmasına ve şu anki başarıyla ilişkilendirilmesine rağmen, daha az riskli hale geldiği kesin değil.
Ancak hareketin davranışı, Zerkavi’nin ölümünden bu yana daha az pervasız veya taktiksel açıdan daha az tuhaf hale gelmiş değil. Larry Schweikart tarafından yapılan bir ABD çalışmasına göre, 40.000 isyancının öldürüldüğü, 200.000’inin yaralandığı ve 20.000’inin, daha ABD 2006 dalgasını başlatmadan önce ele geçirildiğini tahmin ediyor. Haziran 2010 itibariyle, General Ray Odierno, hareketin üst düzey 42 liderinin %80’inin öldürüldüğünü veya ele geçirildiğini ve en fazla 8’inin hayatta kaldığını iddia ediyor. Ancak ABD 2011’de çekildiğinden bu yana, Irak’ta ağlarını yeniden inşa etmek yerine, hareketin yıpranmış kalıntıları, Suriye’de bir istila başlatmayı ve yalnızca rejime değil, iyi durumdaki Özgür Suriye Ordusu’na da yüklenmeyi tercih ettiler. Kendilerinden ayrılan Suriye kolu Nusra Cephesi’ne saldırdılar. 2014’te el Kaide’nin bölgedeki üst düzey emirini öldürerek el Kaide’nin öfkesini kazandılar. On binlerce Şii milisin Suriye rejiminden yana savaşa katılmasına neden olan bilinçli provokasyonlar yaptılar. Sonra da Bağdat’a yürüyerek İran’ın Kudüs Gücü’ne meydan okudular.
Bunun ardından, zaten bu yeni düşmanlarla savaş halindeyken, hareket Ağustos 2014’te Kürdistan’a saldırarak ve o zamana dek çatışmanın dışında durmuş Kürt güçlerini misillemeye sevk ederek başka bir cephe daha açtı. Amerikalı gazeteci James Foley’in ve İngiliz yardım çalışanı David Haines’in kafalarını kesti, böylece ABD ve İngiltere’yi işin içine soktu. Japonya’yı zaten ölmüş bir rehine için milyonlarca dolar fidye isteyerek kızdırdı. Bu süreci, 2014’te Suriye’nin Kobane kasabasına, 600’ün üzerinde ABD hava saldırısı ile karşı karşıya kalacakları ve binlerce IŞİD savaşçısını kaybedip hiçbir şey elde edemeyecekleri intiharımsı bir saldırı başlatarak tamamladılar. Nisan’da hareket Tikrit’i kaybettiğinde ve inişe geçtiğinde, bunun bariz bir açıklaması varmış gibi görünüyordu. Analistler IŞİD’in pervasız, nefret uyandırıcı, aşırı yayılmış olduğu, hiçbir gerçek yerel destek olmadan aynı anda bir sürü cephede savaştığı, terörü popüler bir programa dönüştüremediği, düzenli ordularla dengesiz bir eşleşmeye girdiği için kaybettiği sonucunu çıkarmak üzereydi.
Bazı analistler bu nedenle açıklamalarını, hareketin sıkça bariz şekilde kendi yenilgisine neden olan askeri stratejisine değil, onun yönetim tarzına ve gelirlerine, yerel halktan aldığı/alamadığı desteğe ve on binlerce yabancı savaşçıya bel bağlamasına dayandırdılar. Ortadoğu Forumu’ndan Aymenn Jawad al-Tamimi, yakın tarihli bir blog gönderisinde, Suriye’deki Rakka gibi ele geçirilen bazı kentlerde hareketin, yerel atık idarelerinin bile denetimini ele alarak nasıl karmaşık kamu hizmeti yapıları oluşturduğunu anlatıyor. Yerel gelirlerden ve gayrimenkul vergilerinden ve eski Iraklı ve Suriyeli devlet memurlarını çalıştırarak elde ettiği geliri anlatıyor. Bunun, tek geliri petrol kaçakçılığından ve tarihi eser talanından gelen (Nicolas Pelham bu sayfalarda çok iyi anlatıyor2) IŞİD’e kapsamlı ve sağlam bir gelir zemini nasıl sağladığını gösteriyor.
Şu anda IŞİD’in gücü, tanklar, Humvee cipler ve ağır silahlar dâhil, kaçan Irak ve Suriye ordusundan aldığı muazzam ölçülerdeki askeri mühimmatla pekişmiş durumda. Son on iki ayki The New York Times, The Wall Street Journal, Reuters ve Vice News haberleri, Irak ve Suriye’deki Sünnilerin, artık iç savaşta düzen ve güvenliklerinin tek olası garantörü ve Şam ve Bağdat hükümetlerinin gaddar cezalandırmalarına karşı tek savunmaları olarak IŞİD’i gördüklerini gösteriyor.
Ancak burada da kanıtlar kafa karıştırıcı ve çelişkili. Yalda Hakim’in Musul üzerine BBC belgeseli, IŞİD’in hakimiyetinin sırrının vahşetinde yattığını söylüyor. Ancak Abdel Bari Atwan, The Digital Caliphate kitabında, Malise Ruthven’in sözleriyle, IŞİD’i “bürokratik yetkinlik ile askeri uzmanlığı bilgi teknolojisinin sofistike kullanımı ile birleştiren iyi idare edilen bir örgüt” 3 olarak tarif ediyor. Zaid el Ali, Tikrit’e dair mükemmel aktarımında, IŞİD’in “yönetim yetersizliği”nden ve su tedarikinin, elektriğin ve okulların, nihayetinde de yönetimi altındaki nüfusun toptan nasıl çöktüğünden bahsediyor.4 Kaynaklara ve güce atıfta bulunan “açıklamalar” en nihayetinde yine dönüp kendi kendini kanıt gösteriyor. Hareketin yerel nüfusun görünür desteğini veya kabulünü kazanabilmesi ve bölgeyi, yerel yönetim gelirlerini, petrolü, tarihi yerleri ve askeri üsleri kontrol edebilmesi, hareketin başarısının ve ayaklanmadaki tekel konumunun bir sonucu oldu. Bunun bir sebebi değil.
ISIS: The State of Terror kitaplarında Stern ve Berger, hareketin video ve sosyal medyayı kullanımına dair muazzam bir analiz sunuyorlar. Tek tek Twitter hesaplarını incelemişler ve kullanıcıların Twitter kullanımlarını nasıl değiştirip durduklarını, futbol sohbetine kafa kesme görüntülerini sokarak Dünya Kupası’na nasıl bedava erişim sunduklarını ve sayılarını artırmak için yeni uygulamaları ve otomatik robotları nasıl yarattıklarını göstermişler. Stern ve Berger, 2014 sonunda en az 45.000 hareket sempatizanı hesabın online olduğunu gösteriyorlar ve bunların kullanıcılarının, profil fotolarını hareketin bayrağından kedi yavrusuna çevirerek Twitter yöneticilerini nasıl atlattıklarını anlatıyorlar. Ancak bu, her şeyden önce, hareketin ideolojisinin ve eylemlerinin, ne kadar kurnazca üretilmiş ve iletilmiş olursa olsun, neden böylesine popüler ilgiye mazhar olduğuna dair yakıcı soruyu ortada bırakıyor.
20.000 yabancı savaşçıyı harekete katılmaya neyin çektiğine dair de tatmin edici açıklamalar yapılabilmiş değil. Başlangıçta, İngiltere’den gelenlerin yüksek sayısı, İngiliz hükümetinin göçmen topluluklarını asimile etmeye dönük çabalarının başarısızlığına bağlandı. Ardından Fransa tam tersine asimilasyon konusunda fazlaca baskı uygulamakla suçlandı. Ancak gerçekte, bu yeni yabancı savaşçılar akla gelen her politik veya ekonomik sistemde filizlenmiş gibi görünüyor. Dünyanın çok yoksul ülkelerinden (Yemen ve Afganistan) ve en zengin ülkelerinden (Norveç ve Katar) geliyorlar. Yabancı savaşçıları toplumsal dışlanma, yoksulluk veya eşitsizliğin yarattığını öne süren analistler, monarşiler (Fas’tan bin kadar), militarist devletler (Mısır), otoriter demokrasiler (Türkiye) ve liberal demokrasiler (Kanada) kadar İskandinav sosyal demokrasilerinden de ortaya çıktıklarını kabul etmek zorunda. Bir hükümetin binlerce İslamcıyı serbest bırakması (Irak) veya hapse atması (Mısır), İslamcı bir partinin seçim kazanmasına izin vermemiş (Cezayir) veya vermiş olması fark etmiyormuş gibi görünüyor. Arap baharından İslamcı bir hükümetin seçilmesine en başarılı geçişi yaşayan Tunus, her şeye rağmen diğer tüm ülkelerden fazla yabancı savaşçı üretti.
Yabancı savaşçı dalgasının sebebi, iç politikadaki veya İslam’daki bazı yakın tarihli değişimler de değil. Irak’ta bu yabancı savaşçılardan neredeyse hiç bulunmadığı 2012 ile 20.000’inin bulunduğu 2014 arasında, kültür veya dini inanç arka planında hiçbir temel değişim yaşanmadı. Tek değişim, aniden, onları kendine çeken ve barındırabilecek bir bölgenin ortaya çıkması. Hareket Rakka ve Musul’u ele geçirmeseydi, bu adamların birçoğu, Normandiya mandıra çiftçileri veya Cardiff konsey çalışanları olarak, farklı sıkıntılarla hayatlarını yaşayıp gidiyor olacaktı. Bir kez daha elimizde totolojiden başka bir şey yok: IŞİD var çünkü var olabiliyor, oradalar çünkü oradalar.
Son olarak, bir yıl önce, hareketin yükselişinin suçu büyük oranda eski Irak Başbakanı el Maliki’nin Irak’taki yıkıcı yönetimine bağlanabilirmiş gibi görünüyordu. Artık değil. Bir yıldır yeni, daha yapıcı, ılımlı ve katılımcı bir lider olan Haydar el Abadi başbakan olarak atanmış durumda; eski generaller görevden alındı ve yabancı hükümetler ekipman ve eğitim sağlamak için adeta sıraya girdi. Üç bin kadar ABD’li danışman ve eğitimci Irak’ta. ABD, İngiltere ve diğer ülkeler tarafından göz korkutucu hava saldırıları ve ayrıntılı gözetim ile destek sağlandı. İran Kudüs Gücü, Körfez ülkeleri ve Kürt peşmergeler sahada savaşa katıldı.
Tüm bu sebeplerle hareketin 2015’te geri çekilip Musul’u kaybedeceği bekleniyordu. Bunun yerine Mayıs’ta Suriye’de Palmira’yı ve neredeyse eşzamanlı olarak üç yüz mil uzakta Irak’ın Ramadi kentini ele geçirdi. Ramadi’de üç yüz IŞİD savaşçısı binlerce kişilik eğitimli ve ağır silahlı Irak askerini püskürttü. ABD Savunma Bakanı Ashton Carter gözlemlerini şöyle aktarıyor:
Irak kuvvetleri savaşma isteği göstermiyordu. Sayıları az değildi. Gerçekte, karşılarındaki güçten kat kat fazlaydılar, yine de savaşmadılar.
Hareket artık George W. Bush’un “Teröre Karşı Küresel Savaş”ın zirvesinde sözünü ettiğinden çok daha kapsamlı ve çok daha gelişmiş bir “terör devletini” kontrol etmekte. O zaman, Sünni aşırılıkçıların Irak’ın Anbar kentini ele geçirme olasılığı, 170.000 kişilik ABD askeri dalgasını ve yıllık 100 milyar dolarlık harcamayı meşrulaştırmak için kullanılmıştı. Şimdi, bu askeri dalganın ardından yıllar geçtikten sonra, IŞİD yalnızca Anbar’ı kontrol etmekle kalmıyor, Musul’u ve Suriye’nin yarısını da kontrol ediyor. Uzantıları kuzey Nijerya’nın geniş bir şeridini ve Libya’nın önemli alanlarını kontrol ediyor. Yüz binlerce kişi öldürüldü ve milyonlarca kişi yerinden edildi; Taliban için bile hayal edilemez seviyede bir dehşet (çocuk tecavüzleri ve kölelik de dâhil) meşrulaştırılmış durumda. Bu felaket, yalnızca Suriye ve Irak arasındaki sınırları tasfiye etmekle kalmadı, Suudi Arabistan ile İran arasında Yemen’de süren vekil savaşta savaşan güçleri de provoke etti.
Bu fenomeni anlamadığımızın en net kanıtı, bu gelişmeleri öngörme konusundaki – ve kontrol etmeye geldiğinde ise daha beter – sürekli başarısızlığımız. Zerkavi’nin ABD 2001’de eğitim kamplarını yok ettikten sonra daha da güçleneceğini kim tahmin edebilirdi? Hareketin, Zerkavi’nin 2006’da ölmesi veya 2007 dalgasının ardından böylesine hızlı biçimde toparlanması hiç kimse için mümkün görünmüyordu. Hareket ve üyeleri hakkında sürekli yeni şeyler öğreniyoruz ama bu durum birçok analistin iki ay öncesi gibi yakın bir zamana dek Kobane ve Tikrit yenilgilerinin hareket açısından dengeleri değiştirdiğine ve Ramadi’yi almasının mümkün olmadığına inanmasının önüne geçemedi. Bir şeyleri kaçırıyor gibiyiz.
Sorun kısmen yorumcuların halen Sünni karşıtı ayrımcılık, yozlaşma, ele geçirilen bölgelerdeki idari hizmetlerin yetersizliği ve IŞİD’in şiddet kullanımı gibi politik, mali ve somut açıklamalara odaklanmayı tercih etmesi olabilir. Batı kamuoyu bu nedenle IŞİD’in hayret verici ideolojik cazibesine odaklanmaya nadiren yönlendiriliyor. Suriyeli bir IŞİD karşıtının bile, IŞİD’in 1916’da çizilen Irak ve Suriye arasındaki “Sykes-Picot sınırlarını” nasıl yok ettiğini ve bölünen aşiretleri nasıl birleştirdiğini gösteren bir videodan derinden etkilendiğini gördüğümde şaşırmıştım. Dünyadaki en saygıdeğer Sünni din adamlarından biri olan el Ezher’in baş imamı Ahmet el Tayyip tarafından yayınlanan bir kınama ilgimi çekmişti: “Bu grup Satanisttir, uzuvları kesilmeli veya çarmıha gerilmelidirler.” Bin Ladin’in Zerkavi’ye ağıtı beni şaşırtmıştı: “Onun hikâyesi sonsuza dek asillerin hikâyeleri ile birlikte anlatılacak… En büyük savaşçılarımızdan ve prenslerimizden birini kaybetmiş olsak bile, bir sembol bulduğumuz için mutluyuz…”
Ancak IŞİD’in “ideolojisi” de yetersiz bir açıklama. El Kaide, Kuran ayetlerinin, Arap milliyetçiliğinin, haçlı tarihinin, şairane referansın, duygusallığın ve dehşetin, böylesine hareketleri canlandırabilecek ve sürdürebilecek olan özel karışımını, herkesten daha iyi anlamıştı. Ancak onun liderleri bile Zerkavi’nin bu özel yaklaşımının mantıksız, kültürel olarak namünasip ve nahoş olduğunu düşünüyorlardı. Örneğin 2005’te, el Kaide liderleri Zerkavi’ye bu dehşetengiz görüntüleri kamuoyuna yaymayı bırakmasını öğütleyen mesajlar gönderdiler. Modern strateji jargonunu kullanıyorlardı: “Bu mücadelenin yarıdan fazlası medya alanında yürüyor.” Ve ona Afganistan’dan çıkarılan dersin, Taliban’ın kaybetmesine Zerkavi gibi çok dar bir mezhep temeline dayanmak olduğunu söylediler. Ve çekirdek destekçilerinin ciddi dini öğretileri katliam videolarına tercih ettiğini sanan tek Selefi cihatçı kesim el Kaide liderleri değildi (tıpkı el Tayyip’in İslamcı bir hareketin Sünni Arap bir pilotu bir kafes içinde diri diri yakmayacağını sanması gibi).
IŞİD’in yaptıklarının çoğu, destekçilerinin birçoğunun ahlaki sezgileri ve ilkeleri ile açıkça çelişiyor. Ve Hassan Hassan ve Michael Weiss’ın dikkatli gözlemleri üzerinden, destekçilerinin bu çelişkinin en azından kısmen farkında olduklarını algılayabiliyoruz. Yine, IŞİD’e finansman ve destek sağlayan farklı dış gruplar sıralayabiliriz. Ancak ideoloji, kimlik veya çıkarların, İran, Taliban ve BAAS’çıları birbiriyle veya IŞİD ile ilişkilendirecek mantıklı hiçbir bağlantısı yok. Bunun yerine, her bir durum gösteriyor ki teoloji, politika ve kültür açısından büsbütün bölünmüş olan kurumlar, sürekli olarak ölümcül ve hatta kendi yenilgisine sebep olan çıkar ortaklıkları doğuruyor.
IŞİD olarak bildiğimiz hareketin düşünürleri, taktisyenleri, askerleri ve liderleri, büyük stratejistler değiller; politikaları çoğunlukla tesadüfi, pervasız, hatta saçma; yönetimleri, bazılarının iddia ettiği gibi yetenekli veya başkalarının ima ettiği gibi bahtsız olmalarından bağımsız olarak, özgün bir ekonomik büyüme veya sürdürülebilir bir sosyal adalet sağlamıyor. IŞİD liderleri teoloji, ilkeler ve etik açısından ne sağlam ne de savunulabilir durumda. Analizlerimiz çok çabuk dibe vuruyor.
Sık sık daha fazla ve daha iyi bilgiye ihtiyacımız olduğunu söyleyesim geliyor. Ama bu, bu fenomenin yabancı ve şaşırtıcı doğasını hafife almak demek. Tek bir örnek vermek gerekirse, en katı Selefi teorisyenler bile köleliğin geri getirilmesini savunmuyordu; fakat IŞİD bunu dayattı. Roma Kuzey Afrika’sında Vandalların zaferinden bu yana IŞİD’in yükselişi kadar ani, akıl almaz ve engellenemez bir şey olmadı. Hiçbir analist, asker, diplomat, istihbarat görevlisi, politikacı veya gazeteci – geriye dönüp baktığında bile – hareketin yükselişini öngörebilecek zenginlikte bir açıklama üretebilmiş değil.
Bunu, derin açıklamalar sunmayan teorilerle ve kavramlarla kendimizden sakladık. Ve bunu basitçe daha fazla gerçeği biriktirmek suretiyle telafi edemeyiz. Kültürümüzün, IŞİD fenomenini kavramak için yeterli bilgiyi, özeni, tahayyül ve tevazuu geliştirip geliştiremeyeceği belirsiz. Ancak şu an için, yalnızca dehşete düşmekle kalmayıp afalladığımızı da kabul etmemiz gerekiyor.
Bkz. “ ISIS and the Shia Revival in Iraq,” The New York Review, 4 Haziran 2015.
Bkz. “ Inside the Islamic State,” The New York Review, 9 Temmuz 2015.
Bkz. “ Tikrit: Iraq’s Abandoned City,” NYRblog, 4 Mayıs 2015.
* Yazar Ortadoğu konusunda geniş bir deneyime sahip eski bir NATO ülkesi görevlisidir. Anonim kalma isteğine saygı gösteriyoruz – Editörler
Bu yazı ” https://dunyadanceviri.wordpress.com ” da yayınlanmıştır.