Geçtiğimiz 29 Temmuz günü, Liverpool’un kuzeyinde bir kıyı kasabası olan Southport’ta trajik bir olay yaşandı. Çocuklar için dans kampına giren 17 yaşında bir saldırgan üç kız çocuğunu bıçaklayarak öldürdü; çocuk ve yetişkin 10 kişiyi de yaraladı. Polisin olay yerine gelişiyle yakalanan saldırgan tutuklu bulunuyor. Bu vahşi katliamın ülke genelinde yarattığı üzüntü, sosyal medyada manipüle edilen bir yalan üzerinden farklı bir boyuta taşındı. Aşırı sağcı çevreler, katilin mülteci ve Müslüman olduğunu yayarak halkı protestoya davet ediyorlardı. Bunun yalan haber olduğu, reşit olmayan saldırganın İngiltere doğumlu ve Hıristiyan bir aileye mensup olduğu hemen duyurulsa da cin çoktan şişeden çıkmıştı. Britanya adasının kuzey ve orta bölgelerindeki kent ve ilçe merkezlerinde bayraklarla toplanan beyaz kitleler, “intikam” sloganları atarak beyaz olmayan toplulukların yaşadıkları mahallelere doğru yürüyüşe geçtiler. Polisin durdurma çabaları, olayların ayaklanma ve yağmaya dönmesine yol açtı.
Sosyal medyadaki nefret kampanyası durulmadı. Aşırı sağcı provokatörler, “İngiliz ulusunu” yabancı/mülteci/Müslüman istilasına karşı sokaklara çağırmayı sürdürüyor. Durum, ülkenin bütün bölgelerinde beyaz olmayan mahalle ve işyerlerinin tehdit edilmesine, camilerin ve göçmen bürolarının hedef gösterilmesine, mültecilere geçici ikamet olarak tahsis edilen konutlara, pansiyon ve otel binalarını kuşatarak yakma girişimleri derecesine kadar tırmandı.
Ama İngiltere’nin siyasal kültüründe köklü bir anti-faşist gelenek de var. Bu, önemli bir ölçüde 1940’lı yıllarda Nazi Almanya’sına karşı savaşmış bir ulusun kolektif hafızasını taşımaktan kaynaklanıyor. İşçi sendikaları, öğrenci örgütleri, merkez sağ ve sol siyasal partiler, bu anti-faşist geleneği birlikte taşıyorlar. Aşırı sağın sokaklarda terör estirme hamlesi bu çevrelerde hemen karşılığını buldu. Binlerce anti-faşist, ülkenin her yanında camilerin ve diğer hedef binaların etrafında insan zinciri oluşturdu; ırkçı güruhların toplanma çağrısı yaptığı alanlara onlardan daha kalabalık gelerek hareket etmelerini engelledi. Kent merkezlerinde anti-faşist miting ve yürüyüşler düzenledi. Mücadele sürüyor.
İşçi Partisi hükümeti de ırkçı tehlike karşısında olağanüstü tedbirlere başvuruyor. Olaylı bölgelere, toplumsal olaylara müdahale eğitimli özel polis birlikleri sevk edildi. Yağma ve ayaklanma eylemlerine katıldığı tespit edilenlere yönelik tutuklamalar çoğaldı. Yargılamalar da hızlandırılarak birbiri ardına caydırıcı hapis cezaları verilmeye başlandı. Beyaz olmayan toplulukların, göçmen ve sığınmacıların güvenliğine yönelik tedbirler de artırıldı.
Görünen o ki anti-faşist kitlelerle hükümetin birbirine paralel çabaları sonuç verecek ve ülke genelinde “İngiliz milletini” kışkırtma iddiasıyla hareket eden bu ırkçı-faşist kalkışma girişimi bastırılacak. Ama Britanya adasının “asıl sahipleri” olduğu varsayılan İngiliz ve diğer beyaz toplumlar arasında ırkçı nefretin körüklenme potansiyeli bitmeyecek. Aşırı sağcı Reform Partisi, son genel seçimlerde yüzde 14,3 oy alarak ilk kez parlamentoya girdi. Bu, bıkkın sağ seçmenin uzun yıllar süren Muhafazakar Parti iktidarına son verme taktiği olarak değerlendiriliyordu. Ama bu aşırı sağ yükselişin, kıta Avrupası’nı saran aşırı sağ dalgaya paralel anti-göçmen hissiyatın etkisiyle tırmanış gösterdiği de bir gerçek. “İngiliz milleti” aşırı sağcı söylem tarafından Britanya’nın mülteci işgali altında olduğunu hissetmeye ve buna karşı harekete geçmeye davet ediliyor.
Avrupa’da olduğu gibi Britanya’da da son dönem göçmenlerin çoğunlukla Müslüman ülkelerden olması ve dindar topluluklarda özellikle kadınların giyim tarzıyla görünür olmaları, ırkçı ve anti-göçmen söylemin çoğunlukla İslamofobi niteliği taşıması sonucunu getiriyor. Ülkenin her yanında yüz yılı aşkın süredir var olan Müslüman toplulukların sözcüleri, son haftalarda kadınların ve çocukların saldırıya uğrama endişesiyle sokağa çıkmaktan korktuklarını ifade ediyorlar.
Britanya adasının modern tarihi içinde aşırı sağ ve ırkçılık, çok katmanlı bir öyküye sahip. Bir tarafta, sömürgeci tarihin güçlü mirası olarak resmi ayrımcılık kurumsal olarak varlığını koruyor. Birleşik Krallık müesses nizamı, “ırklar hiyerarşisi” diye adlandırılabilecek bu mirası taşımayı sürdürüyor. Bu düzene karşı demokratik eşitlik mücadelesi de yüz yıldır güçlenerek devam ediyor. Popüler düzeyde 1930’lu yıllarda Avrupa’yı saran faşizm ve Nazizm modası, İngiltere’de de yansımasını bulmuştu. Ekonomik depresyonun yıkıcı etkilerini Antisemitizm söylemiyle birleştiren faşist hareketler, o yıllarda Yahudi toplumunun yaşadığı bölgeleri terörize etme girişimlerinde bulunmuşlardı. Ama aynı yıllar, güçlü ve örgütlü bir işçi hareketiyle birlikte sosyalist fikirlerin de yaygın olduğu zamanlardı. Özellikle Doğu Londra’daki Yahudi toplulukları hedef alan kitlesel saldırı girişimleri güçlü anti-faşist mücadeleyle yenilgiye uğratıldı. Ardından, zaten Britanya toplumu, belirleyici özelliklerinden biri Antisemitizm olan Nazi ve faşist devletlere karşı topyekûn bir savaşa girecekti. O savaşın hafızası, bugün de anti-faşist refleksin gücünü belirlemeyi sürdürüyor.
20. Yüzyıl’ın özellikle ikinci yarısında, geçmişte kadim İngiliz İmparatorluğu içinde yer almış ülkelerden göçün artması, bu kez özellikle Asya ve Antiller (Jamaika) yönünden gelen Hint-Asya ve Afrika kökenli siyah topluluklara yönelik nefret söylemi üzerinden aşırı sağı yeniden canlandırdı. 1967’de kurulan Milli Cephe (NF) ve 1982’de kurulan Britanya Milli Partisi (BNP), ülke genelinde örgütlendiler. Irkçı nefret, Kuzey İrlanda’da yükselen özgürlük mücadelesine paralel olarak İrlandalı-karşıtı tonlar da kazandı. Ama bu siyasal yapılar hiçbir zaman meclise seçilebilecek kadar taraftar toplayamadılar. Sokak eylemi girişimlerinde karşılarında her zaman, içinde siyah, Asyalı ve İrlandalı unsurları da barındıran güçlü anti-faşist örgütlenmeleri buldular.
2009 yılında kurulan İngiliz Savunma Birliği’yse (EDL), esas olarak 21. Yüzyıl’a özgü “mülteci istilasını” hedefine koyuyor. Bu hareket, Antisemit özünü korumakla birlikte geçen yüzyılın imparatorluk bakiyesi topluluklarından çok yeni göçmen akınını konu alan büyük oranda İslamofobik bir doktrine dayanıyor. Avrupa Birliği’nden çıkış (Brexit) sürecinde popülerleşen sağcı siyasetçi Nigel Farage önderliğindeki Reform UK partisi, son seçimlerde yüzde 14,3 oy alarak parlamentoya beş milletvekili sokmayı başardı. Bu, modern tarihte aşırı sağın ilk kez parlamenter temsil olanağı bulması anlamına geliyor. Nigel Farage, Southport katliamının ardından “gerçekler kamuoyundan gizleniyor” açıklamasıyla katilin Müslüman olduğu yalanını ilk ima eden kişiydi. Onun kışkırtması, sosyal medya üzerinden EDL’nin sabık önderi Tommy Robinson’un provokatif paylaşımlarıyla beyaz nüfusun kılcal damarlarına yayılarak genişledi ve sonunda ülke, camilerin, otellerin ve işyerlerinin kuşatılarak ateşe verilmeye çalışıldığı bir ırkçı atmosfere taşındı.
Katmanlı ırkçı tarihe paralel olarak anti-faşist geleneğin tarihi de yaşandı. 1936’da Doğu Londra’da Yahudi cemaati önünde etten duvar oluşturan sosyalistlerin torunları bugün Müslüman ve diğer göçmen toplumları korumak için alanlara inmekte tereddüt etmiyorlar.
İngilizlere özgü görünen bu katmerli ırkçılığın her katmanının izlerini Türkiye toplumu içinde de gözlemlemek mümkün. Örneğin, İngiltere’de bunlar olurken “Türk milleti” namına hareket eden bir bakkal ve adamları, Kınalıada sakinlerinden 78 yaşındaki Garo Kapriyelyan’a ırkçı hakaretler eşliğinde saldırarak hastanelik ediyorlardı. Irkçı rüzgâr, anti-faşist fırtınalarla karşılanmadıkça esmeyi sürdüreceğe benzer.