AKP % 45 oy aldı. Bu, rakibi olan partilerle kıyaslanınca çok büyük bir farka tekabül eder. Ancak bu % 45 artık bir önceki seçimlerde aldığı % 34, 44, 49’dan çok ciddi bir farka sahiptir. Çünkü bu oyun niteliği, önceki seçimlerde olduğu gibi ucu yukarı bakan, taraftarına moral aşılayan ve daha bir cüretle ileriye atılmasına imkan veren karakterde değil, tersine ucu aşağıya bakan, taraftarının moralini bozan, bir adım sonra ne olacak acaba diye endişeye sokan, atılacak adımları tereddütlü hale getiren bir niteliğe sahiptir. Aynı bir şirketin bilanço grafiğinin yükselmesi yerine aşağıya doğru gittiğini göstermesinin şirket sahiplerinde yarattığı endişeli durum gibi. Artık bir sonraki seçimde % 45 olma umudunun verdiği heyecan değil, % 35 ve daha aşağılara düşme korkusunun verdiği iç sıkışması yaşanacaktır.
Bu kanaate varmak için karşılaştırmanın genel seçimlerle yapılması gerekir. RTE bunun engelleyebilmek için önce, dünyanın kriz etkileri altında bunaldığı, işsizliğin % 14’ü bulduğu koşullarda cereyan eden 2009 yerel seçimleriyle karşılaştırma yolana gitmiş ve onun bile riskli olduğunu düşünerek “birinci parti olmayı” asıl kriter haline getirmeye çalışmıştır. Ama RTE bu seçimleri, yerel yönetimleri kimin kazanacağı ölçütüne göre ele almamış, bunu hem bir güvenoyu hem de mahkeme yerine geçirerek iktidarının aklanmasının aracı haline getirmiştir. Özünde yerel yönetimler açısından iktidardan hiç bir farkı olmayan CHP ve MHP de bu oyunu kendileri için çok avantajlı bularak benimsemişler ve yerel seçimler tam anlamıyla bir genel seçim havasına girmiştir. Bu nedenle de karşılaştırmada referans olarak 2011 genel seçimlerinin % 50’sini aldığımızda AKP’nin % 5 bir kayba uğradığını kabul etmek gerekir. Mesele AKP’nin işleri berbat etmesi sonucu kayba uğramasıyla sınırlı kalmamıştır.
Karşısındaki muhalefet de artık iktidarın yükselişi karşısında, “ne olacak bunun sonu, şeriat geliyor” endişesiyle ne yapacağını şaşırmış, reaksiyonlarla tutumunu ortaya koymaya çalışan bir konumda değil, tersine Gezi direnişinden beri, değişen zamanın ruhuyla, sağlıklı bir formülasyona kavuşamamış olsa bile kendisini artık tez olarak gören, hayata kendi istediği doğrultuda müdahale edip sonuç alacağına güven duyan, kendini alternatif olarak gören bir ruh hali içerisine girmiş ve o doğrultuda ilerlemektedir. Siyasal İslam’ın fonksiyonunu yitirdiği, destekçilerinin başına dert saran bir mahiyete ulaştığı, sonuç olarak da yükselişinin zirvesinden geriye doğru yuvarlanmaya başladığı bir noktaya çoktan gelmiş bulunuyoruz.
Herkesin ortak olduğu nokta siyasal İslam’ın bu kadar yükselmesinin en önemli itici gücünün ABD emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi olduğudur. Bu proje sayesindedir ki, TC emperyalizm açısından özel bir önem kazanmış ve bu nedenle de bölgeye rol model olarak sunulmuş olan iktidara “yürü ya kulum!” denilmiştir. Şimdi herkes emperyalizmin “hele bir dur bakalım!” dediğini duymaktadır. Ama kul da dur deyince rap diye durmamaktadır. Hala % 45’de ve “ben bu işi daha yürütür ve kendimi onlara dayatırım” demektedir. İşte burada en ciddi yanılgısı içine sürüklenmektedir. Çünkü bu yükselişin toplumsal faktörünün değişime uğramakta olduğunu görmemekte, görmek istememektedir. Şehir, geçmişte olduğu gibi bir kez daha kendisine iltica edenleri 60’lı 70’li yıllarda olduğu gibi asimile etmeye, dönüştürmeye, yeni bir kalıba dökmeye girişmiş bulunmaktadır. Bu yeni ilişki ve çelişkilerin gerçek mahiyetini kavrayamayanların uzun ömürlü olmaları imkanı yoktur. 2015’den sonrası 1965 sonrası gibi olursa bu bir sürpriz değil tarihsel determinizmin zorunlu bir sonucu olacaktır. Gezi direnişinin, 68 isyanıyla benzerlikleri sadece bir tesadüf değildir.
TC kurulduğunda, nüfusun % 20’si kentte yaşamaktadır. Bugün ise % 80’i kentte yaşıyor ve Büyük Şehir Yasası ile 16 bin köyün büyük şehirlerin mahallesi haline gelmesiyle 11 milyon köylü de şehirli diye kayda geçirilerek, kent nüfusunun yanlış bir biçimde % 91 görünmesine yol açmıştır. İlk nüfus sayımının yapıldığı 1927’den 1950’ye kadar kent nüfusu % 24,2’den ancak % 25’e çıkmıştır. Yani 23 yılda bir değişim yoktur.
Buna karşılık 1950’den 1980’e kent nüfusu % 25’den % 43,9’a, giderek azalan oranlarla yükselmiştir. 1980’den itibaren hayata geçen neoliberal politikalardan sonra ise geleneksel tarımın yıkılmaya başlamasıyla kent nüfusu 1990’da % 15,1 gibi akıl almaz büyük bir göç oranıyla % 59’a ulaşmış, 1990-2000 arası göç oranı % 5,9’a gerileyerek 2000’de kent nüfusu % 64’ü bulmuş ve nihayet 2000-2008 arası birden % 75’e sıçramıştır.
Bunun en bariz sonucu olarak, neoliberalizmin gerekleri doğrultusunda 12 Eylül’le birlikte azgın bir gericilik içerisine sürüklenmiş olan Türkiye, bir de kırsal alanların tutuculuğunun şehirlere taşınıp, onları orada örgütleyerek Türkiye’nin sosyal dokusunu gericilik doğrultusunda yeniden şekillendirilmiş ve geçmiş on yıllarda verilen mücadelelerin kazanımlarının birer birer sökülüp alınmasıyla sermaye için bir cennet haline getirilmiştir.
AKP’nin iktidar oluşunu haklılaştıran en önemli argüman bu temele dayanmaktadır. Bu muazzam gericilik zeminine dayanarak iktidar olan AKP, Cumhuriyet tarafından itilmiş kakılmış olan alt çoğunluğu sözde iktidara taşımıştır. Onun için de bu iktidar demokrasiden yanadır. Bir başka demokrasiden yanalık nedeni de temsil ettiği sermaye kesiminin devletten bağımsız olarak gelişmiş olması ve dolaysıyla devlet müdahalelerine kendi nedenleriyle karşı olması yalanıdır.
Yolsuzluk soruşturmaları devlet imkanlarını nasıl kullandıklarını en açık biçimler içinde ortaya koymaktadır. Bunların nasıl büyük yalanlar olduğunu görmek için tek ölçüt yeter: 1950’den beri Türkiye’yi aynı zemine dayanan partiler sürekli olarak yönetmektedir. Ve bu gerici-muhafazakar partiler, kendilerine yakın olan sermaye kesimlerini devlet eliyle tekel düzeyine yükseltirken göçle gelen alt kesimlere de belli kent rantları sunarak yandaşlıklarını korumuştur. 1980’den sonraki süreçte de olan bunun tam tamına aynısıdır. Bir farklılık, askeriyenin etkinliğinin geriye çekilmesidir; Ama iktidar olan güç onları MGK aracılığıyla eskisi gibi iktidar erkine ortak etmeyi ihmal etmemiştir. Değişen, sadece acil darbe tehdidinin ortaya çıkmamış olmasıdır. Sınıf mücadelesi gerekli hale getirmeden darbe niye olacaktı ki? Deneyenlerin başına Talat Aydemir darbesinde olduğu gibi idam halkasının geçtiğini herkes biliyor.
Esasında Türkiye 1950’lerle başlayan sürece benzer bir süreçten, 21. Yüzyıl koşullarında geçmektedir. O süreçte sınıfsal tepkiler, belli ölçülerde sürekli değişim yaşayan dünya konjonktürüne de bağlı olarak bugüne göre daha hızlı gelişmiş ve muhafazakarlığın yükselişine son vermiştir. 60-70’li yıllar son derece güçlü muhalefet biçimleriyle şekillenmiş olması egemen sınıfları eskisi gibi yönetemez konumlara sürüklemiş ve darbelerle sermaye iktidarını kurtarma yollarını denemişlerdir.
Bugün de 80’lerden itibaren başlayan yeniden şekillenme 2014 yerel seçimlerine kadar sürekli yükselen muhafazakar-gerici iktidarlar üretmiş ve ABD emperyalizminin bölge politikalarına bağlı olarak siyasal İslam kisvesine bürünerek % 50’ye kadar yükselen bir toplumsal temel edinme şansını kazanmıştır. Bütün bu yükseliş döneminde Kürt özgürlük mücadelesinin yükselişinin yanında geriye kalan toplumsal kesimlerin üzerine sanki ölü toprağı serpilmiş gibi bir manzara oluşmuştur.
Aslında neoliberalizme olan tepkiler 90’lı yıllarda yükselme eğilimi gösterirken, özünde yeni bir darbe olan 1994 “özel savaş” harekatıyla yeniden bastırılmış ve oluşan tepkiler de emperyalizmin bölgedeki yeni projesinin ihtiyacı olan ılımlı İslam’ın temsilcisi AKP’ye başarıyla akıtılabilmiştir.
Kimi “sosyalistlerin, demokratların” ve liberallerin de desteğini sağlayabilen (aynı durum 1950’de Demokrat Parti ile de yaşanmıştı) bu İslamcı hareket sonu gelmez yükselişini esasında 2011 seçimlerinin ardından tüketmeye başlamıştı. Bu aşağıya gidişin dışa vurumu Gezi direnişi olarak ortaya çıktı. Neoliberalizmin dünya çapındaki iflası, ABD emperyalizminin bölgesel politikalarının değişmesi ve kapitalizmin yaşadığı krizin Türkiye’ye olan yansımaları, iktidar içi ittifakların da zedelenmesine yol açınca, Türkiye toplumunda Gezi direnişi kadar sarsıcı etkileri olan 17 Aralık soruşturmalarına kapı açtı.
Eninde sonunda yıpranacağını ve toplumsal rızayı kaybedeceğini iyi bilen RTE aşağıya gidişe karşı durabilmek için başkanlık sistemi peşinde koşuyordu; bunu gerçekleştiremeyince son derece basit ama etkili bir taktikle muhalefetin karşısına dikildi: Muhalefete hiçbir taviz vermeden, dış düşmanların Türkiye’ye bir oyun oynamakta olduklarını ve kendilerinin gitmesiyle birlikte, onlarla belli rantlara ve imkanlara kavuşmuş olanların da tepetaklak gideceğini anlatarak destekçileri arasında yarattığı korkuyla muhalefetle yandaşları arasındaki sınırların keskin çizgilerle çizilmesini sağlamaya çalıştı. Bunun için her türlü yalana, hukuksuzluğa ve devlet terörüne başvurmaktan çekinmedi.
Daralan imkanların yönetiminde doğan sıkıntılar önce liberallerle, ardında da Cemaatçilerle olan ortaklıkların bozulmasını getirdi. Krizler kimi kader ortaklarıyla yolların ayrılmasına yol açarken, kimi yeni kader ortakları da ortaya çıkarır. RTE de şimdi, daha önce çatıştığı güçlerin enerjisini çarpıştığı güçlerin üzerine akıtmak için onlara şirin görünecek manevralara girişiyor ve kısmen başarılı olduğunu söylemek de mümkün. Yolsuzlukları ortaya çıkaranları, dış güçlerin uzantısı (hepsi birden emperyalizmin uzantısı olduklarından birbirlerini iyi bilirler), casusluk yapan gayri milli unsurlar diye damgalayarak, milliyetçilerin, yurtseverlerin, hatta solcuların Cemaat’le çatışmaya girmesinin yollarını döşeyerek dolaylı bir ittifak gerçekleştirmeye çalışıyor. Kürt Özgürlük Hareketini çözüm ekseninde esir almayı on yıllardır zaten denemekte idi. Ama Özgürlük Hareketi de bu sahte manevralardan meşruiyetini içerde ve dışarıda geliştirmek, Rojava’yı başarıya ilerletmek ve Türkiye muhalefet hareketleriyle bir araya gelmenin imkanlarını yaratmak için değerlendirmeyi bildi.
BDP ve HDP’nin oylarının toplamına bakıldığında (% 6-7 gibi) çok önemli bir başarı yokmuş gibi görünebilir. Zira 2002 yılındaki seçimlerde alınan oy miktarı da % 6,2 kadardır. Ne var ki, o günden bugüne, Kürdistan’da kazanılan beş ille birlikte yerel yönetimlerde azımsanmayacak bir artış yaşanmış bulunmaktadır. Ulaşılan düzeyin yerel özerkliklerin tanınması ve zorunlu olarak Türkiye demokrasisinin gelişmesi açısından bir referandum yerine geçeceğini kabul etmek gerekir. Hükümetin bu başarı karşısında oyalama manevralarına eskisi gibi devam etmesi o kadar kolay olmayacaktır.
Beklentilerin daha yüksek olmasına karşın HDP’nin Batı’da kazanmış olduğu % 2 civarındaki oy da düzen partilerinin karşısında yeni bir seçeneğin yaratılması adımı olarak son derece önemlidir. Bu HDP’nin alabileceği oyların asla sınırını oluşturmaz. Sadece bir başlangıç noktasıdır. Gezi direnişinin ortaya çıkardığı imkanlara daha fazla yoğunlaşabilseydik, onun verdiği dersleri özümseyecek ve buradan da özgür kent projesi için fark edilir bir alternatif projeyi yığınların karşısına koyabilseydik çok daha yüksek oranlara ulaşabileceğimize hiç kuşku yoktu. Ne var ki, birleşik bir yapının nihayet ortaya çıkarılması ve ortak bir kampanyanın sürdürülmüş olması bundan sonraki süreçte tayin edici bir rol oynayacaktır. Önümüzdeki Cumhurbaşkanlığı seçimi ve genel seçimler, dikkatleri bu kadar üzerinde toplamış olan bir seçeneğin edeceği laflara çok daha fazla dikkat gösterilmesini getirecektir.
Anda olana saplanıp kalmak değil, onun hangi gelişim olanaklarını içinde taşıdığını iyi kavrayarak, onların gelişiminin önünün açmayı bilmek gerekiyor. HDP bu imkanın partisi olmaya aday olduğunu ortaya koydu; onu 2015’in reel alternatif partisi haline getirmek de bizim çabalarımıza bağlı.
RTE, ininden çıkarıp balkon konuşmasında topluma yeniden takdim ettiği oğlu Bilal ve Egemen’iyle seçimleri mahkeme yerine koyup kendisine yolsuzluk ve hukuksuzluk ruhsatı verildiğini sanırken, nasıl büyük bir endişe içerisinde olduğunu da ortaya koydu. Kazanmış bir liderin rahatlığı değil, sırat köprüsünden geçen bir günahkarın korkusu içerisinde konuşmaktaydı; savurduğu tehditlerle, safları sıklaştırmak, kemikleştirmek için bizzat kendisinin dehşet içine sürüklemiş olduğu yığınlara yeniden güven vermeye çalışıyordu. Onun korkusu bizim başarımızın kanıtını oluştururken, iktidardan gidemeyecek kadar cürüm işlemiş bir Başbakanın ne kadar zalim olabileceğini de bize hatırlatmalı. Berkin’in cenazesi Gezi’nin toplumun dokularını gittikçe daha fazla doldurduğunu gösterirken 30 Mart seçimleri de sınıf kavgasının artık Gezi direnişi hattında ilerleyeceğinin kanıtlanması oldu.
Hat belli; mücadele tarzı belli; onu ilerletecek örgütlülüğü geliştirmek de Gezi ruhunda…