Maraş katliamı sırasında sokaklarda Alevi avına çıkan bir güruh, bir kadın ve yanındaki iki küçük çocukla karşılaşırlar. Mahalleyi ve önceden kapılarına işaret koydukları evleri bir bir demirden kanlı bir tırmıkla silip süpürmüş ve yakıp yıkmışlardır. Kapıları boyayla mühürlenmiş evler zaten saldırının ruhsatı olarak orada durmaktadır. Ama peki ya sokaktaki insanlar? Onların Müslüman olup olmadığı nereden bilinecek ve nasıl anlaşılacaktır? Şu halde “kimlik tespiti” gerekmektedir. Hemen sorgu başlar. Ama merak edilen adı soyadı değildir: “Fatiha’yı oku bakalım” diye sorarlar. Daha birkaç saat önce eşi ve kayınpederi üç sokak ötedeki evlerinde gözünün önünde öldürülen kadın Fatiha suresini okur. Güruh biraz ikna olur. Ama hâlâ şüpheleri vardır. Kur’an’dan bir sure daha okunmasını isterler. Onu da okur. Hâlâ küçük şüpheler vardır. Ama kadın ve iki çocuk o süreçte ölümden kurtulurlar. Çünkü kurban, hayatta kalmak için katilin dünyasının içine girmek zorunda kalmış ve katil de karşısındakini kendisine benzeterek yaşamasına izin vermiştir. Başka deyişle ancak kendisine benzeyerek yaşayabileceğini ona öğretmiştir. Nitekim kadın katliamcı güruh ile karşılaşmadan önce çocuklara da nasıl davranmaları gerektiği konusunda uyarılarda bulunmuş ve çocukları hazırlamıştır. Bu sürecin gerisi de vardır. Ama o ayrı bir hikaye şimdilik.
Biz şu yukarıdaki “karşılaşma”ya açık bir zihinle bakmaya çalışalım şimdilik. Acaba “Fatiha okutmak” ve bu yolla karşınızdakinin “kimliğini belirlemek” bir Müslümanın kendi dini ve itikadı üzerindeki yanlış anlaması mıdır? İslamda olmayan bir “hukuk” alanı mı yaratmışlardır? Üç insanın hayatını sadece kurbanlara ve onun “doğru cevaplarına” emanet eden bir ölüm kalım oyunu kurbanın kendisini de kendi cevapları ile suçlamaya götüren bir sadizm değil midir? “İslam bir sevgi dinidir” diyerek oradaki Müslümanların bir an yanlış yola saptıklarını söylemeye mi hazırlanıyorsunuz şimdi bize? Peki ya Alevi kadının Fatiha okursa hayatta kalacağına dair bilgisi nereden geliyor? O anda ve orada ve birdenbire mi anladı Fatiha okursa hem kendisinin hem de çocukların yaşayabileceğini?
Açık konuşalım
Bu ne bir yanlış anlamadır ne de bir Müslümanın “yoldan çıkması”dır. Bu gerçekte bir “yurttaşlık bilgisi”dir. Bir Müslümanlık ve Türkiye bilgisidir. Müslümanlığın ve Türkiye’nin yaşayan gerçek hukukudur. Sandığınızın tersine yasaların, anayasanın ihlalini değil Türkiye’nin anayasal temellerini vermektedir yukarıdaki karşılaşma. Çünkü Fatiha okutmak, yasalara ve kurumlara anlamını veren “kurucu bir gelenek”tir ve kurucu kimliğin yani Sünni Müslümanlığın kudretini ilan eder. Bu karşılaşmada üç şey yapılmıştır. Birincisi kimlik tespiti yapılıyor. Yani kadının gerçek yurttaşlık kaydı tespit ediliyor. İkincisi etnik, kültürel ve inançsal sınırlar belirleniyor. Yani hangi etnik, kültürel ve sınıfsal düzeyde olduğu tayin ediliyor. Ve üçüncüsü ise ölüm ile yaşam arasındaki o çok net ve her yerden görünür çizgi gösteriliyor. Fatiha’yı bilmiyorsanız bu üçünün de ihlali gerçekleşiyor. Yurttaş olmaktan, makbul yurttaşlığa dair etnik-kültürel-inançsal topluluk içinde bulunmaktan ve yaşamayı hak eden insan sınıfından çıkmış oluyorsunuz. Ki bu durumda anında infaz da ediliyorsunuz. Maraş’taki yüzlerce insan bu sorgudan geçemediler. Mutlak hedef olan evlerinden çıkıp insan sellerinin aktığı sokaklara inebilen çok az insan ise bu “imtihan” ile karşılaştı ve onların da çok azı hayatta kalabildi. Çünkü Fatiha’yı okumak bir inancın sınırının tespiti, bir kimlik kontrolü, bir zabıta faaliyeti ve nihayet kimin yaşamayı hak edip kimin hak etmediğinin aksi düşünülemez imtihanıydı…
Fatiha’yı okumak ve Alevilik
Peki bir Alevi Fatiha’yı okuduğunda hayata nasıl dahil edilmektedir? Müslüman Alevi olarak mı? Hadi sıfatları yer değiştirelim: Alevi Müslüman olarak mı kabul edilirler. Hayır! Aleviler bu imtihandan geçtiklerinde Müslüman sayılırlar. Zaten “sorgu” karşıdakinin Alevi olup olmadığı üzerine kuruludur ve bir Alevi “Fatiha okuyamaz”. Eğer Fatiha okuyamaz ise Alevi oldukları anlaşılmış olur ve “kanları helal” hale gelir. Başka deyişle bir Alevi Fatiha okuduğunda artık Alevi değildir. Yaşamı hak etmiş bir Sünni Müslümandır. Onu Fatiha okuyan bir Alevi olarak yaşamın içine almaz. Fatiha’sız bir hayat formudur Alevi çünkü. Burada da kalmaz hikaye. Eğer Alevi Fatiha’yı okuyabiliyorsa aynı zamanda o Alevi katilin formuna bürünmeli, örneğin katile yemek hazırlamalı veya cinayet sürülerine katılmalıdır…
Bir toplumsal trajedinin nereye vardığını görebiliyor muyuz? Mağduru kendine benzetmek yetmiyor. Aynı zamanda katil sürüsünün bir parçası olmaya da itiliyor. Fatiha okumak, onu ölümden kurtarırken aynı inancın ve Fatiha’nın gerekleri nedeniyle mağdur bir katil olmaya doğru çağrılıyor. Mağdur kendi cinayetinin bir parçasına dönüştürülüyor ve Fatiha bu dönüşüm sürecinin en temel hukuki bağı haline geliyor. Fatiha bir hukuk yaratıyor. Bir yaşayan anayasa haline geliyor.
Dost ve düşman, bizden ve onlardan, yurttaş ve hain konumları işte bu sorgularda belli eder kendini. Fatiha’yı okumak neredeyse bütün katliam ve pogromlarda “kimlik belirleme” sorusudur. “Ölecek olan ile yaşayacak olan arasındaki sınır”dır Fatiha. Kitlelerin kentin belirsizlik ve kaotik ortamında “bizden” olanı tespit edip ayırmasının; onu kendi varoluşu içinde kesin ve mutlak biçimde belirlemesinin anahtarıdır.
Nihayetinde Fatiha’yı okumak Müslümanlığın sınırlarına dair bir çizgi çekmek olduğu kadar aynı zamanda Aleviliğin sınırlarını da belirlemek demektir. Sınırın iki yanındakilerin, yani Fatiha bilen ile bilmeyen tarafların sahih olup olmadığına dair bir imtihan özelliği taşımaktadır bu sorgu. İmtihan sanıldığından daha yaşamsaldır. Ölüm ile yaşam arasındaki sınıra dair en gerçek ve somut soruyu içerir. Şiddetin ve hukukun içiçe geçtiği yer tam burasıdır.
Bu ülkede insan yaşamı hâlâ Fatiha suresinin bilgisinde rehin alınmış durumda. Bundan utanç duyacak bir Sedat Yenigün’ü* de var gibi görünmüyor…
SH’nin notu: Sedat Yenigün 1980 öncesi Türkiye’deki İslami grupların tanınmış isimlerinden biridir. 12 Eylül askeri darbesinden kısa süre önce, 4 Temmuz 1980 tarihinde, İstanbul Fatih’te faili meçhul bir suikast sonucu 30 yaşındayken hayatını kaybetmiştir. Onun hakkında yazanlar, İslamcı gençlerin Ülkü Ocakları’ndan ayrışmasında, Celal Bayar, Necip Fazıl, M.Şevket Eygi gibi geleneksel milliyetçi/muhafazakâr, ve devletçi zihniyet sahiplerden az-çok uzaklaşmasında ve etkili olduğunu, “Maraş hadiselerinden sonra bölgeden dinlediği görgü tanıkları[nın] da Türkiye’de o yıllar Gladio güçlerinin oynadığı etnik, ideolojik ve mezhebî tezgâhların mahiyetini kavramasını sağlamış” olduğunu belirtiyor. Daha fazla bilgi için, oğlu ve barış akademisyeni Halil İbrahim Yenigün’ün şu yazısına bakılabilir: https://www.muharrembalci.com/ornekkisi/sedatyenigun/537.pdf