ANIL KAYA – Diğer Yazıları …
Türkiye’de kapitalist sistemin sürekliliğini sağlayan iktidar ve hegemonya sistematiği gerek reforme edilerek, gerekse de sert müdahalelerle dönüşüme uğrayarak bugünlere gelmiştir. Tüm bu tarihin ya da esasında ülkedeki kapitalist birikim süreci ve sürekliliğinin en önemli kırılma noktası 24 Ocak (1980) kararları olarak kabul edilmektedir. Dışa kapalı, devletçi, piyasayı değil merkezi planlamayı ve korumacılığı merkezine alan bir iktisadi modelden küresel sermaye hareketlerine açık, serbest piyasacılığı ilke kabul eden yeni bir modele geçişin yol haritasıdır bu kararlar. Her şeyden önemlisi kontrolcü ve özgüveni sınırlı sermaye sınıfının ulusal ve küresel rekabet koşullarında varlığını ve kârlılığını koruyabileceği bir evreye sıçradığının ilanıdır aynı zamanda. 24 Ocak kararları süreci Türkiye’de sermaye sınıfının iktisadi, politik güç ve iktidar yoğunlaşmasını hızlandırmıştır diyebiliriz.
Cumhuriyetin kuruluş süreci ve sonrasındaki gelişmeleri analiz ettiğimizde önemli bir evreyi tanımlamak için freudyen göndermelere başvurmak gerekirse şu tespitte bulunabiliriz: Sistemin kurucu öğesi ve başlangıcı itibarı ile en önemli belirleyeni konumunda olan asker-sivil bürokrasisi (devlet) ile kapitalist pazar, piyasa ilişkilerinin ‘dikey’ birlikteliğinin meyvesi olan Türkiye sermaye sınıfının geçmiş otuz yıllık ergenlik döneminde özellikle otoriteyi temsil eden devlet ile ilişkisinde yaşadıkları psikanalizin oedipus kompleksi tarifi ile simgesel bir benzerlik taşımaktadır. Büyüyüp serpildikçe baba (devlet) ile anlaşmazlık noktaları çoğalan, bu noktalarda çatışma şiddetini yoğunlaştıran, önüne çıkarılan engelleri kapitalist pazarın nihai kural ve kaideleri üzerinden aşmaya çalışan, bu çabasında son otuz yılda hızlanan kapitalist küreselleşme konseptinden sağlam destekler edinen sermaye sınıfının popüler söyleyişle bu “vesayetten kurtuluş” hikayesi başka ve daha önemli bir vektörün iç sahasında yaşanmıştır elbette. Asıl olarak kapitalizmin bağrında gelişen sınıf mücadeleleri tarihinin merkezi doğrultusu emek-sermaye çelişkisi hattı üzerinden ilerlemektedir ve bu hat üzerinde Türkiye’de son derece önemli olaylar gerçekleşmiştir. Kısaca özetlersek işçi sınıfı mücadelesi seksenlere doğru güçlenmiş, ayrı kanallarda gelişen devrimci sosyalist hareketlerle ortak frekanslar oluşturmaya başlamıştır. Ancak 12 Eylül darbesi ile bu eğilim kesintiye uğramıştır. Türkiye sermaye sınıfı bu süreçte eli kolu bağlı beklememiş, işçi sınıfı mücadelesinin ve sosyalist hareketin güçlenmesine karşı bir refleks olarak 1971 yılında TÜSİAD kurulmuştur. TÜSİAD bir karşı devrim örgütüdür. TSK ile birlikte karşı devrimin kurmay heyetini oluşturmuşlar ve başarıya ulaşmışlardır. Bu süreç sermaye sınıfının hegemonya oluşturma stratejisi doğrultusunda bunun kurumsal aygıtlarını ve ilişkilerini geliştirme eğiliminin iradi ve politik billurlaşması açısından önemli bir aşamayı içermektedir. Bu başarının ardından sermaye sınıfı dikkatini sistemin restorasyonuna, kendi sınıfsal iktidar ve hegemonyasının yeniden inşasına odaklamak istemiştir. ANAP dönemi bu yönde atılan sıradışı adımlarla doludur. Ancak belirtmekte fayda var ki bu aşamada Türkiye işçi ve emekçilerinin ve sosyalistlerinin mücadelesi yenilgi ile sonuçlanırken Kürdistan yoksul köylü ve emekçilerinin farklı mecrada ilerleyen mücadeleleri ivmelenmiş, sermaye sınıfının hedeflerinin önünde ciddi bir engel oluşturmaya başlamıştır. ANAP döneminde sınıfsal iktidar ve hegemonya hedefi ile sistemdeki kontrol dışına çıkabilen diğer güç odaklarını terbiye etme, hizaya getirme çabalarının neredeyse gerçekleşeceği hayaline kapılan sermaye sınıfı ise savaş döneminin acıtıcı gerçekleri ve ihtiyaçları yüzünden tekrar çokça şikayet ettiği “vesayetin” sevimsiz ama korunaklı gölgesine sığınmıştır diyebiliriz. Kürdistan’da süren savaş özellikle sistemin askeri bürokratik unsurlarının mutlak, kriminal unsurlarının ise göreli ağırlıkları ve etkilerinin büyüyüp güçlenmesine yol açmıştır. Ancak sermaye sınıfının kapitalist emperyal küreselleşme süreci ile birlikte veya onun motivasyonu ile ülkedeki sistemin ideolojik dar kalıpları (kemalizm) konusundaki itirazları da yoğunlaşmaya başlamıştır. Kemalizmin İslam ve Kürt sorunu konusundaki dar çerçevesi artık sermaye güdümündeki gazete, televizyon ve diğer yayın organlarında çokça eleştirilir hale gelmiştir. Susurluk süreci tam da bu evrede yukarıda sözünü ettiğimiz kriminal unsurların tasfiyesini hedeflemiş ve önemli oranda başarıya ulaşmıştır. Ardından Kürt Özgürlük Hareketi’nin mücadele ivmesinin yarattığı basınç ile beraber sorunun askeri değil sivil tarzda (çözümü değilse de) yönetilmesi eğilimi farklı yöntemlerle kamuoyunda güçlendirilmiştir. Sermaye sınıfı ve onun özgül, karşı devrimci örgütü TÜSİAD sözcülerinin 90’ların ikinci yarısından itibaren Kürt sorunu konusundaki sivil vurgulu yumuşak çıkışları bilinmektedir.
Çok detaya girmeden 2000’lerin hemen başında yaşanan iktisadi krizin sermaye sınıfının ekmeğine yağ sürdüğünü tespit edebiliriz. Sistemin iktisadi dönüşümünde yarım kalan işlerin Kemal Derviş politikaları ile tamamlanması bu sayede gerçekleşmiştir. Ve nihayetinde yüzyılın projesi olarak sermaye sınıfının övünç kaynağı denebilecek bir siyasi makine (AKP) toplumun orta yerine bırakılmıştır. Bugünlerde kullanılan popüler deyimle bir AKP büyüsü ortalığı kaplamıştır. Bir büyü, yani gözbağı veya kandırmaca olduğu açıktır ama burada da asıl sorulması gereken soru devreye girer. Büyücü kim?
Elbette gökten inmemiştir bu makine ve ülkenin sınıfsal, iktisadi, ideolojik ve politik sürekliliğinde ve hatlarında izleri vardır. Burada ülkedeki sermaye birikim sürecinin tarihine bir göz atmak gerekmektedir. Hızlı ve ani bir sıçrama ile Osmanlı dönemine gittiğimizde kapitalizmin İngiltere’den sonra diğer Avrupa ülkelerinde de gelişmeye başladığı 16. yy’dan itibaren Osmanlı’nın sınıfsal ve siyasal dönüşümünü tetiklendiğini görebiliriz. Üretici sınıfların yoksullaşması ile asker-sivil bürokrasi ve eşraf ve ayan olarak tabir edilen servet sahiplerinin zenginleşmesi iç içe yaşanmıştır. Ancak bu servet birikiminin üretici sermayeye doğru akışı, yönelimi çok zayıf kalmıştır. Bunda Osmanlı’nın ticaret ve tefecilik üzerinden yoğunlaşan servet birikiminin üretici sermayeye akışını garanti altına alabilecek bir iktisadi politikasının bulunmayışı önemli bir etkendir. Örnek verirsek, ihracatın kısıtlandığı, ithalatın ise serbest bırakıldığı bir dış ticaret politikası zanaatkarlığın idam fermanı anlamına gelmiştir. Sonuçta sanayi sermayesine dönüşümün reel taşıyıcısı olabilecek bu damarın beslenmemesi Osmanlı’da kapitalist üretim ve birikim sürecinin oluşmasını engelleyen önemli bir etken olmuştur.
Osmanlı’da servet yoğunlaşmasını temsil eden eşraf ve ayan ile devletin sivil-asker bürokrasisi ilişkisi ülkenin kaderini ve egemen sınıfın iç çelişkilerinin geleceğini belirleyen önemli bir etken olmuştur. Cumhuriyet sonrasında da önemini yitirmeyen bu ilişki ülkenin iktisadi ve politik sisteminde önemli bir unsur olmuştur. Merkezi sivil-asker bürokrasisinin gölgesinde gelişen, ülkenin kapitalist sisteminin iktisadi, ideolojik ve politik yönünün kurucu öğesi olan sermaye sınıfının dominant bölümü, ilerleyen dönemlerde daha önce vurguladığımız gibi TÜSİAD bünyesinde biraraya gelmiş ve bu örgüt sistemin tıkanıklık yaşadığı her dönemde örtülü veya açık her türlü müdahalenin karargahı haline gelmiştir. Merkezden uzakta gelişip hatırı sayılır oranda bir servet birikimine sahip olan yerel eşraf ve ayan takımı ise cumhuriyet dönemi boyunca bu birikimini üretici sermayeye yöneltmekte geç kalmış olsa da, 1980 sonrasında ama özellikle 1990’larda bunu başarabilmiş ve bu başarısını MÜSİAD’ı kurarak taçlandırmıştır. Ülkenin temel yörüngesinin kuruluşunda ve işleyişinde hakettiğini düşündüğü pozisyondan uzak tutulan bu kesimin bu süreçle beraber sesi daha gür çıkmaya başlamıştır. Sermaye sınıfının kendi iç çelişkilerinin de uzlaşma noktalarının da belirginleştiği moment bu dönemde şekillenmiştir. Büyük sermayenin “vesayet sistemi” olarak kodladığı ve mücadele etmek için bıçaklarını bilediği hedefe karşı zaten elde kılıç kalkan hazır bekleyen bu kesimi yanına çekmesi zor olmasa da başka türlü nedenlerle bazı engellerin aşılması gerekmiştir. 28 Şubat süreci bunun en önemli adımı olmuştur. Bu kesimin daha çok ulusalcı, iç pazarcı ve dindar bir formasyona sahip olan Milli Görüş geleneği ile sürdürdüğü temsiliyet ilişkisi 28 Şubat süreci ile ortadan kaldırılmış, küresel sermaye ile uyumu ön plana çıkaran, ülkenin yeni iktisadi yörüngesine uygun Kemal Derviş politikalarını uygulayacağının garantisini veren ve yine eski Milli Görüş geleneğinden kopsa da siyasal İslamcılığını gözü gibi koruyan bir politik kadroya bu temsiliyet devredilmiştir. Ardından da bu çekirdek kadronun etrafında sermaye sınıfının organik temsilcileri olan ANAP kökenli kadrolar, liberaller ve nihayetinde Cemaat’in eklemlenmesi ile AKP projesi hayata geçirilmiştir. Görüleceği üzere AKP aslında ülkenin sınıfsal, ideolojik ve politik hatları ve bağlantı noktaları içerisinde önemli bir uğrak noktası olmuş ve iktidara getirilmiştir. Sermaye sınıfının hegemon bölümünün ve geri kalan kesiminin kendi sınıfsal çıkarları doğrultusunda geliştirdikleri yeni ortak doğrultunun kodlarını incelediğimizde, daha önce belirttiğimiz gibi “vesayetten kurtulma” hedefinin birinci sıraya oturtulduğu görülecektir. Burada özel olarak ülkenin kurucu ideolojisi olan Kemalizm hedef tahtasına konulmuş ve önemli oranda itibar kaybına uğramıştır.
Diğer yandan Kürt Özgürlük Hareketi’nin yarattığı önemli meşruiyet ve basınç sayesinde askeri yöntemlerle sorunun yönetilemeyeceğinin bilincinde olan sermaye sınıfı AKP’ye, yürütülecek müzakere sürecinin politik sorumluluğunu alma görevini de yüklemiştir. Ki bu görev ilerde görüleceği gibi AKP’nin en isteksiz olduğu konu olmuştur. Özellikle belirtmemizde fayda var. Sermaye sınıfı Kürt Özgürlük Hareketi karşısında son derece pragmatiktir, ancak Kürdistan coğrafyasına yönelik ciddi stratejik hedeflerle hareket etmektedir. Bölgedeki iktisadi ve politik hegemonyasını önemsemekte, bunu korumak için çok yönlü ve karmaşık yöntemlere başvurmaktadır. Güney Kürdistan ile ilişkileri buna iyi bir örnek olarak verilebilir. Bir yandan Barzani yönetimi ile iyi ilişkiler kurulmakta, bölgede önemli yatırımlar gerçekleştirilmektedir. Ancak konu Barzani’nin gönlünde yatan aslan olan Irak’tan bağımsızlığa gelince Irak’ın toprak bütünlüğü hassasiyeti kalın harflerle ve altı çizili olarak vurgulanmaktadır. TC devleti ve sermaye sınıfı kendisine alternatif olabilecek bir politik ve iktisadi hegemonya alanına asla izin vermemekte kararlıdır. Kürt Özgürlük Hareketi ile AKP’nin yan çizmelerine rağmen yürüyen müzakere süreci, sermayenin stratejik Kürdistan politikası açısından sorunun çözümüne ve daha da önemlisi yönetiliş biçimine yönelik bu durumla bağlantılı farklılıklar barındırmaktadır. Bunda Kürt Özgürlük Hareketi’nin de konuya stratejik yaklaşımı, sermaye sınıfının hareketin teslimiyetçi bir çizgiye evrilmesi yönündeki manevralarına sağlam direnç noktaları üzerinden karşı koyabilmesi ve dikkate alınır bir bölgesel güç haline gelmesinin önemi büyüktür.
Tekrar konumuza dönecek ve bağlayacak olursak, sermaye sınıfının kendi iç katmanlarının ortak sınıfsal çıkarları doğrultusunda geliştirilen AKP projesi, 1980’lerin başlarından itibaren netleşen hedeflere ulaşmak için ANAP ile başlatılan ancak çeşitli nedenlerle kesintiye uğrayan sürecin nihayete ermesi için dizayn edilmiş ve bu yönde ciddi kalıcı sonuçlar elde edilmiştir. AKP iktidarı döneminde deyim yerindeyse yer yerinden oynamıştır diyebiliriz. Değişmez sanılan ‘statüko’ kırılmış, sermaye sınıfının önünde engel teşkil eden veya edebilecek olan kural ve değerler geri dönüşsüz biçimde alt-üst olmuştur. Hedeflenen dönüşüm, kırılması gereken direnç noktalarının sertliği nedeniyle o derece sert, acımasız, hoyrat ve nobran bir ilkesizliği gerektirmiştir ve yaşananlara baktığımızda AKP’de, daha çok da R. T. Erdoğan kişiliğinde tüm bunlar fazlasıyla mevcuttur. Bugün bazı kesimler tarafından “sessiz devrim” olarak tanımlanan bu süreç, sermaye sınıfı için ise bu retoriği dikkate aldığımızda bir restorasyonu, ayrıca sorunlu ama ihtiyaç nedeniyle müsamaha gösterilen Erdoğan’ın tasfiyesini gerektirmektedir. Erdoğan’ın, muhalefetin de bizce bilinen katkılarıyla cumhurbaşkanlığına seçilmesi, sonrasında manidar bir biçimde kendilerini restorasyon hükümeti olarak tanımlayan Davutoğlu hükümetinin göreve gelmesi ve son süreçte yaşanan çatışmalar ile Erdoğan’ın itibar kaybına uğratılması ilgi çekicidir. Görünen odur ki restorasyon sürecinde yaşanacak tasfiyelerin sert veya yumuşak yöntemlerle yapılma olasılıkları, muhataplarının buna dirençlerinin şiddeti ile doğru orantılı olarak gerçekleşecektir.