Tayyip Erdoğan’ın unutulmaz bir konuşması var. NATO, Türkiye’nin çağrılmadığı toplantılarda, Muammer Kaddafi liderliğindeki Libya’yı işgal etmeyi tartışırken, 28 Şubat 2011’de demişti ki: “NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? NATO, mensubu olan ülkelerden birine herhangi bir müdahale yapılması halinde böyle bir şeyi gündeme getirebilir. Bunun dışında Libya’ya nasıl müdahale edilebilir? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez.”
Sonra NATO üyesi Türkiye’yi çağırmadan bu operasyon kararını alanlar, NATO’nun Libya’da ne işi olduğu konusunu Erdoğan’a çok iyi anlatmış olmalı ki üç hafta sonra Türk ordusu, Erdoğan’ın talimatıyla, Libya’ya yönelik NATO müdahalesinin emrine verildi. Daha sonra da Libya’daki cihatçı çetelerin eğitilmesi, donatılması ve uluslararası cihatçı ağıyla birlikte ABD ve Batı Avrupa’nın çıkarlarının korunması için yürütülen askeri operasyonların maliyetini Türkiye üstlendi. O maliyet içinde bir süre sonra Suriye’ye taşınacak emperyalizm güdümlü cihatçı istilasının yol açtığı büyük yıkım, Türkiye’ye de sıçrayan katliamlar, milyonlarca göçmenin ve içlerindeki on binlerce cihatçının Türkiye’ye yığılması, Kürt sorununda çatışmasızlık sürecinin bitirilip 10 yıla yakın süredir içeride ve dışarıda süren kanlı bir savaşın başlaması, bölgesel karmaşa ve etrafımızı kuşatan sonu gelmez savaşlar da var. Filistin’in en büyük destekçilerinden ve İsrail önündeki ciddi bariyerlerden biri olan Şam yönetiminin zayıflatılmasının sonuçlarını şimdi de İsrail’in dizginsiz saldırganlığı bağlamında yaşıyoruz. Erdoğan’ın o unutulmaz Libya konuşmasını unuttunuz mu yoksa? Bazıları unutmuş gibi.
Emperyalist dünya sistemi, iç çelişki ve krizleri nedeniyle, aktif taşeron Türkiye’ye bir tür hareket serbestliği sağlasa da sıra temel kararlara gelince boşluk bırakmıyor. Faturaları da aktif taşerona ödetiyor. Ortadoğu’da yeni bir çatışma düzlemi kurulurken akılda tutmalı.
Sadece dışarıya değil içeriye yönelik de unutulmaz konuşmaları var Erdoğan’ın. Seçim yenilgilerinden darbe girişimlerine, her ciddi meydan okumada yer yer “Türkiye ittifakı” gibi söylemlere de başvurarak “birlik beraberlik ruhu”nu çağıran Erdoğan, bir adım sonra “düşman” ilan ederek namlularını doğrultacağı muhalefetin gardını düşürmeyi pek çok kez başardı. Birlik oligarşinin birliğiydi ve halka karşı açtıkları savaş da bakiydi. AKP’nin tek başına iktidarı yitirdiği 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası süreç ile 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında yaşananlar ibretliktir. İbret alana tabii. Siyaseti “savaş sanatı”nın kurallarına göre icra eden Erdoğan, dışarıya esip gürleyen ama namlusunu da esas olarak Türkiye’nin içine çeviren bir “iç savaş” lideri olarak hapisleri, mezarları, sürgün yerlerini muhalifleriyle, hakkını arayanlarla ve özgürlük isteyenlerle doldurdu.
*
Meclis açılırken, muhalefetin ayağa kalkma ve el sıkma hamleleriyle sarsıldık. Bu taktik nezaketin nedeni ülkenin içinde bulunduğu yeni çatışma düzlemini görmemek gibi bir kusur değilse, halktan gizlemek gibi bir suçtur, bu da bir kenara not edilsin.
Erdoğan, Meclis açılış töreninde yaptığı konuşmada “İsrail’in sonraki hedefi Türkiye” buyurdu. Kürecik Radar Üssü’nü ABD-İsrail karşıtı Direniş Ekseni’nden gelecek füze saldırılarına karşı istihbarat toplasın diye NATO’nun emrine vermemiş gibi. Azeri petrolünü Bakü-Ceyhan üzerinden İsrail’e pompalamıyormuş gibi. Türkiye-İsrail ticaretini kağıt üstündeki Filistinli aracı şirketler aracılığıyla tam gaz sürdürmüyormuş gibi. İsrail’le diplomatik ilişkileri kesmek yönünde sembolik bir adım bile atmayan ve aramızda koca bir tampon gibi duran Suriye’yi cihatçı istilasıyla yerle bir eden kendisi değilmiş gibi…
Erdoğan’ın İsrail’e efelenip, bu söylem eşliğinde Kürtlerden başlayarak ve CHP’yi ihmal etmeyerek içerdeki muhalefeti yeni düzene eklemlemeyi ve böylece halkı ağır bir yoksullaşma, sömürü ve yağma ile karşı karşıya bırakan ekonomi programı karşısında savunmasız bırakmayı hedeflediğini öngörmemiz için yeterince deneyimimiz var. Ama çok gerilere gitmeye gerek yok. “Sonraki hedef Türkiye” söylemi, Devlet Bahçeli’nin, “Herkesi uyarıyorum, asıl hedef Türkiye’mizdir. Yakın hedef son yurdumuzdur” sözleriyle gayet uyumluydu. Bahçeli bu sözleri 11 Haziran’da Suriye Kürtlerinin referandum planlarına karşı söylemişti. ABD’ye, Avrupa’ya, İsrail’e efelenip her seferinde Kürde vurdukları, muhalefetin geri kalanını sindirdikleri, kendi tabanlarındaki ezilenlerin hoşnutsuzluklarını bastırdıkları ve yağma düzenini engelsiz sürdürebildikleri için onlar açısından çok da karmaşık bir durum yok. Karmaşa, Erdoğan’la İsrail’i gerçekten birbirlerine karşı zannedenlerin eksik olmadığı bizim saflarda.
Sağolsun 5 Ekim’de duruma biraz daha açıklık getirdi. Bölgede Türkiye’nin sınırlarının “kanla çizilmesine yönelik sinsi bir plan” ortaya konulduğunu söyleyen Erdoğan, “Hamas ve Hizbullah sadece bir bahanedir. Yemen, Suriye sadece bir bahanedir. İçimizdeki bazı İsrail dostları, bazı kalemşörler, her ne kadar gerçekleri gizlemek istese de Netanyahu ve çetesine dur denilmezse bu yayılmacı politikanın nereye varacağını bizler tahmin edebiliyoruz. Vatan topraklarında ameliyata izin vermeyiz. (…) İsrail vasıtasıyla yeni bir paylaşım savaşının planının yürütüldüğünü görüyor, tedbirlerimizi buna göre alıyoruz” dedi. Kürecik’e mühür mü vuruldu? İncirlik mi kapatıldı? Azeri petrolü mü kesildi? Türkiye’den giden malları İsrail’e taşıyan Filistinli paravan şirketlerle ticaret mi kesildi? Diplomatik ilişkiler askıya mı alındı? Zorlu’ya bir telefon açılıp İsrail’deki enerji yatırımlarını geri çekmesi mi istendi? Yok. Yine Suriye ve Irak topraklarında Kürtleri vurmaya, içeride muhalefeti suçlamaya, toplumsal muhalefete karşı sopayı ele almaya devam.
*
Emperyalist-kapitalist sistem 2008’den beri, eski düzenin ilke ve kurumlarını aşındıra aşındıra ilerleyen yeni bir savaş düzeni oluşturuyor. 2000’li yılların başında Afganistan ve Irak işgalleriyle ABD liderliğindeki emperyalist kamp, bütün dünyaya diz çöktürmek, böylece sisteme henüz tam anlamıyla entegre olmamış göreli siyasi bağımsızlığa sahip ülkeleri de kendine entegre etmek istemişti. Irak ve Afganistan direnişlerinin ABD’ye çekilme takvimleri açıklattığı, Kuzey Kore’nin atom bombası elde ederek dokunulmazlığın yolunu gösterdiği ve Lübnan Hizbullahı’nın İsrail’i 33 günlük bir direnişle topraklarından geri çekilmeye zorladığı 2006 yılı ABD liderliğindeki emperyalist kampın karşı konulmazlığı iddiasını yerle bir etmişti. Askeri dayanakları yara alan ABD emperyalizmi, daha sonra 2008 finans krizi ile birlikte ekonomik dayanaklarının da sorgulandığı bir döneme giriyordu ki aynı yıl Rusya’nın Gürcistan’a askeri müdahalesi geldi. Türkiye’nin de teşvikiyle NATO’ya üyelik peşinde koşan eski Sovyet ülkesi Gürcistan, Rusya tarafından işgal edilmiş, Rusya iki özerk cumhuriyeti ilhak etmişti. Böylece bir süre sonra Gürcistan’dan Ukrayna’ya uzanacak olan uzun NATO-Rusya savaşı başlamış, emperyalist sistem ABD dışındaki hasım bir uluslararası gücün -savunma gerekçesi ile de olsa- yayılmacı askeri müdahaleciliği ile yeni bir biçim almaya başlamıştı.
Dünyada 2008 sonrasını biçimlendiren birbiriyle bağlantılı dört temel unsurdan söz edebiliriz: 1. Neoliberal ideolojik hegemonyanın çöküşünü müteakiben “serbestleşme” ve “birlikte zenginleşme” masallarının terk edilerek sermaye lehine doğrudan devlet müdahalelerinin, emek düşmanı ekonomi politikalarının devreye sokulması; 2. Büyük ölçüde örgütsüz olan işçi sınıfının tepkisini bütün dünyayı dolaşan halk isyanları ile dile getirmesi; 3. Bu toplumsal çelişki ve çatışmaları yönetebilmek için, yeni tipte bir faşizmin açığa çıkışını tartıştıran, isyan bastırma rejimlerinin yükselişi; 4. ABD emperyalizminin hakimiyet krizi ekseninde gelişen, bu nedenle de yerel bir çatışma biçiminde başlasa da giderek bölgesel ve uluslararası bir çatışma halini alan ve neoliberal birikim modeli içinde bir kazanç kapısı haline gelen sonu gelmez savaşlar.
Karşımızdaki savaş gerçeğini, kitabi ezberlerle ya da benzetmelerle tanımlamaya çalışmak yerine, uluslararası ölçekte süren güncel sınıf savaşları bağlamında anlamaya çalıştığımızda bu savaştaki yerimizi ve bu savaşa karşı pratikte yapabileceklerimizi de görmek mümkün olacaktır. ABD-NATO ekseni dünyanın geri kalanına diz çöktürmeye çalışmakta, emperyalistler arası rekabet, ulusal direniş ve ezilen sınıfların direnişi gibi üç ayrı unsuru bir arada barındıran karmaşık bir çatışma sürmektedir. Bu sonu gelmez savaşlar, uluslararası ölçekte emperyalizmin, ulusal ölçeklerde de gerici-faşist rejimlerin halkların sistem karşıtı isyanını bastırmasının bir aracıdır. Emperyalist saldırganlığa karşı ulusal direnişin içinde bugün İran, Hizbullah, Hamas gibi ideolojik olarak farklı hatta karşıt pozisyonlarda olduğumuz aktörlerin ana özne olması tereddütlere ve kafa karışıklığına yol açsa da, bu güçler ülkeleri içindeki ideolojik pozisyonları ile değil, işgale karşı ulusal direnişin gerekleri doğrultusunda hareket ettikleri ölçüde ve esas olarak bu düzlemde, ezilenlerin sistem karşıtı mücadelesinin müttefikleridir.
*
Erdoğan’ın bir isyan bastırma rejimi olarak yeniden şekillendirdiği Türkiye faşizmi de bu yeni savaş düzenine adapte olmaktadır. Yıllardır olduğu gibi İsrail’le karşılıklı sert söylemlerde bulunulacak, böylece iç kamuoyu ajite edilecek ancak askeri ve ekonomik alandaki NATO güvenceli stratejik ortaklık kesintisiz sürecektir. Hava savunma sistemlerinden ve uçak filolarından yoksun ABD-İsrail karşıtı Direniş Ekseninin, işgalci İsrail saldırganlığı karşısında bir caydırıcı aracı vardır: Füze sistemleri. İsrail’in demir kubbesini delmeyi başararak dokunulmazlık iddiasını ortadan kaldıran Hamas, Hizbullah ve Husi saldırılarından başka İsrail’deki havaalanları dahil askeri hedefleri vurmayı başaran son İran saldırısı bu caydırıcı gücün hatırlatılması olmuştur. Füzeler yalnızca İsrail’i değil Kızıldeniz’den ve Basra Körfezi’nden geçen uluslararası ticaret yollarını da kitleme kapasitesine sahiptir. NATO’nun Kürecik Radar Üssü üzerinden sağladığı destek esas olarak bu füze sistemlerine karşı İsrail’i ve emperyalist çıkarları korumaktadır. Savaş, “vekiller” aşılarak asiller arasında bir hale evrilmektedir. Erdoğan “hedef biziz” derken, Lübnan eşiğini aşındırdığını düşünen İsrail ile İran doğrudan birbirini hedef almaya başlamıştır ve bunun sürmesi halinde çatışmanın bir İran-ABD savaşına dönüşmesi de kuvvetli bir olasılıktır. Bu durumda ABD müttefiki Türkiye’ye yine bir rol düşecektir. Erdoğan’ın ya da bir başkasının ne dediğinden bağımsız olarak TSK’nin NATO’ya, Türkiye kapitalizminin de NATO’nun belirleyici gücü olan Batılı emperyalist-kapitalist merkezlere bağımlılığı Libya işgali sürecinde olduğu gibi bir hiza verecektir. Erdoğan, bildiğimiz Erdoğan’sa, bu hizalanmanın askeri, ekonomik ve siyasi getirilerini şimdiden hesaplamaya başlamıştır. İsrail’e efelenen NATO üyesinin namlusunun ucunda Kürtler bulunmaktadır. Erdoğan’ın İsrail karşıtı söylemine ciddiyet atfedip Kürtleri İsrail’le birbirine yakıştıran dahili ve harici “kanaat oluşturucular” böylesi bir gidişata meşruiyet sağlamaktadır.
Süreç hangi somut pratik biçimleri alacak olursa olsun değişmeyen gerçek, böylesi süreçlerde devletlerin ve faşist rejimlerin birbirinden öğrendiği, cesaret ve feyz aldığıdır. Kolombiya ve Sri Lanka’da büyük gerilla hareketlerinin askeri yöntemlerle bertaraf edilebildiğini gören devlet, siyasi çözümün kaçınılmaz olmadığını not edip askeri çözüm arayışına girerek bunu uygulamak istemişti. Şimdi İsrail’in Lübnan Hizbullahı liderliğini hedef alan yeni teknolojik, istihbari, askeri yetenekleri de benzer dertlerden mustarip olanların ilgisini çekmiştir. Karşıt söylemlerle örtülen işbirliğinin bu ilgiyi karşılıksız bırakmayacağından emin olabiliriz.
*
Sonuç olarak Erdoğan yeni savaş düzenini Türkiye içinde yaklaşık çeyrek asırdır sürdürdüğü ama bir türlü nihai zaferini ilan edemediği iç savaş için değerlendirmek isteyecektir. Meclis açılışında ayağa kaldırıp el uzattığı muhalefet liderlerinin hatası lüzumsuz nezaketleri değil, “savaş sanatını” ustaca uygulayan Erdoğan karşısında, seçimden başka siyaset aracı bilmedikleri için, Erdoğan ile NATO ekseni arasındaki bir çelişkinin hayalini kuruyor ve içerideki savaşı görünmez kılıyor olmalarıdır.
İlkesel olarak doğruları dile getiren sosyalist hareket ise kitleleri seferber eden etkin pratik bir karşılık üretmekte güçlük çekmektedir. İktidarın ikiyüzlülüğünün, işbirlikçiliğinin ve mezhepçiliğinin teşhir edilmesinden, emperyalizmle ve siyonizmle işbirliğinin sonlandırılması yönündeki talepleri dile getirmekten, boykot, protesto ve dayanışma eylemlerinden elbette geri durulmamalıdır. Kürecik Üssü ve İncirlik Üssü’nün kapatılmasını talep etmek, İsrail ile kol kola girmekte beis görmeyen Türkiye silah sanayiini teşhir etmek, İsrail’le doğrudan ya da dolaylı biçimlerde sürdürülen askeri, ekonomik, diplomatik, akademik ve kültürel ilişkilerin sonlandırılmasını talep etmek ihmal edilmemelidir. Ancak etkili ve kitlesel bir anti-emperyalist, enternasyonalist hareket için sadece “ilkesel doğrulara” ve “dayanışma” duygularına başvurulamaz. Savaş, Erdoğan’ın yaptığı gibi Türkiye’nin iç savaşına, sınıf savaşlarına da tercüme edilebilmeli, sosyalist hareket kendi yeniden inşasını da bu savaşta ezilenlerin safını örgütlemenin gerekleri doğrultusunda kurgulayabilmelidir.
Esas mesele, önce ülkenin hedefte olduğunu söyleyen, sonra güya İsrail’i hedef alır gibi efelenip iç düşmanlara işaret eden ve bütün muhalefeti, hakkını arayan işçiyi, eğitim hakkını savunan öğretmeni, ormanını savunan köylüyü, barınma hakkını isteyen depremzedeyi, hayatını savunan kadını düşman ilan edebilen iktidara karşı halkın emek, hak, yaşam ve özgürlük mücadelelerini yükseltebilmektir. Savaş koşullarının her düzeyde şiddeti genelleştireceğini ve her etkili kitle mücadelesinin şiddet karşısında fikri, kadroları, araçları ve yöntemleri ile birlikte kendi özsavunmasını da oluşturmakla yükümlü olduğunu unutmadan… Bu mücadelede ezilen sınıfların, emperyalizme, işbirlikçisi sermayeye ve onların tetikçisi isyan bastırma rejimlerine karşı ezilen ve direnen uluslarla aynı safta olduğumuzu söylemekten geri durmadan…
Sermayenin emeğe, haklara ve doğaya yönelik saldırısına karşı işçi sınıfının direnişi ile emperyalizme karşı ulusun direnişi arasında nasıl bir bağ kurulacağı sorusunun yanıtı da eskisi gibi karmaşık değildir. Bugün yeni savaşa adapte olmakta olan ve “ulusal birlik” adı altında muhalefeti de yedeklemeye çalışan isyan bastırma rejimi, yani faşizm, ulusun değil oligarşinin birliğini kurmakta, ülkenin değil emperyalist çıkarların ve onun taşıyıcısı sermayenin çıkarlarını savunmaktadır. Vatanını savunmak mı? Bugün işçiler, kent ve kır yoksulları, kadınlar yaşamları pahasına emeklerini, geleceklerini, haklarını, dağlarını, ormanlarını, bu toprakları yurt yapan insanı ve onun ortak zenginliklerini Erdoğan’ın isyan bastırma rejimine karşı savunmaktadır. Vatanını savunmak bu değilse nedir?*
* Aksu Bora’nın, maden şirketlerine karşı ormanını savunan Reşit Kibar’ın, şirket tetikçileri tarafından öldürüldüğü Cankurtaran direnişi üzerine söylediği söz.