Fatoş Osmanağaoğlu yazdı
Siyasi Haber’de 15 Mart tarihinde yayımlanan haber “devletten ve sermayeden bağımsız” bir yayın organına yakışmamıştır. Kuşkusuz bu haberi yayımlayan arkadaşların bir kötü niyeti yoktur fakat yayımlanan haberin içeriğini daha dikkatli inceleyerek kimlere ve neye hizmet ettiğini görmeleri gerekirdi.
Haberde, yapılan bir araştırmadan bahsediliyor ve sonuçları paylaşılıyor. Öncelikle bu tip araştırmaların kapitalist sistemin içinde çözüm arayan “çevreci” yada “yeşil” diye tanımladığımız çevreler tarafından, veya fiilen devlet ve sermaye eliyle para verilerek yaptırıldığını biliyoruz. Sistem her on yılda bir kendini korumak için “yeni” çözümler bulur ve bunları tartıştırır, “usul”den “esas”a geçemiyelim diye oyalar. Bunun adı kimi zaman, slow food, kimi zaman yenilenebilir enerji veya organik tarım olur, tümünü de işte böyle “sürdürülebilirlik” diye bir kavram bulur ve bunun altında toplar.
Endüstriyel tarıma karşılık organik tarım yazısının son paragrafını alıntıladığımızda konuyu da özetlemiş oluyoruz, yazının ana fikridir;
“Şu andaki tarımsal sistemin Dünya’da ki herkese fazlasıyla yetecek olandan çok daha fazla besin ürettiği hatırlanmalıdır. Dünya’da ki açlığın yok edilmesi, besinlere olan erişimin arttırılmasıyla mümkün olacaktır; daha fazla üreterek değil. Ayrıca sürdürülebilir, organik tarım bir tercih değildir, bir zorunluluktur. Toprağımızı, suyumuzu, biyoçeşitliliğimizi korumaksızın uzak geleceğe kadar besin üretmeyi sürdüremeyiz.”
Şimdi yazının içeriğine bir bakalım. Endüstriyel tarımın, tarım topraklarını yok ettiği doğrudur. GDO’lu ve hibrit tohumlarla yapılan bu tarım daha fazla ürün vermediği gibi toprakların, yeraltı ve yerüstü sularının da yokolmasına neden olmaktadır. Endüstriyel tarım dediğimiz şey şirket tarımıdır. Şirketler hem tarım topraklarını ele geçirmekte ayrıca ürün çeşitliliğini yok ederek her ülkeye farklı ve az sayıda çeşitli ürün ürettirerek tüm tarım ve gıda hareketini de ellerinde tutmaktadırlar. ABD için baktığımızda neredeyse tümden şirket tarımı yapılmaktadır. Şimdi yok ettikleri arazilerin kalanında da “organik” tarım yapacaklardır, peki kim yine şirketler. Tohumda patentleme ile nasıl üretimi ellerinde tutuyorlarsa organik tarımda da “sertifika” sistemi ile denetimi ellerinde tutmaktadırlar.
Gelelim ülkemize, tarım topraklarımızın büyük bölümünü enerji ihtiyacı bahanesi ile şirketlere devretmektedirler, kalan kısmını da endüstriyel yani şirket tarımına. Nasıl oluyor bu? Dünyada nasıl oluyorsa bizde de öyle. Önce geçimlik tarım yapan köylüye tohum satıp, o tohumlarla yapılan tarım maliyetleri artırdığından borçlanan ve borçlarını ödeyemez duruma gelen köylünün elinden alıyorlar. Tıpkı Hindistan’da, Meksika’da, A.B.D’de olduğu gibi. Köylü sonunda ya o tarlada işçi oluyor ya da Soma’da olduğu gibi madende işçi veya Hindistan’da olduğu gibi intihar ediyor topluca (25000 çiftçi).
Tüm bunların sonunda yoksulların gıdaya ulaşması her geçen gün zorlaşmaktadır, sadece Afrika’da yada diğer yoksul ülkelerde değil ülkemizde de durum aynıdır. Dünyada gıda fiyatları son 55 ayın en düşük seviyesindeyken bizde yüzdesel olarak 3-5 değil 50-100 gibi oranlarda fiyatlar artmaktadır. Yoksul halkın, işçilerin her geçen gün temiz ve çeşitli gıdaya ulaşması zorlaşmaktadır. Zaten sistem de bunun üzerine kuruludur bu sisteme daha fazla bağımlılık anlamına gelmektedir.
Peki biz neyi savunuyoruz? Her türden şirket tarımına karşı mücadele etmeliyiz. Geleneksel tarımımızı, geçimlik tarım yapan çiftçimizi savunmalıyız. Tarım topraklarımızı ve suyumuzu koşulsuz korumalıyız, enerji, maden veya şirket tarımına karşı mücadele etmeliyiz. Yerellerde verilen ekolojik mücadele de bunun üzerine kuruludur. Sisteme karşı mücadele etmezsek kapitalizmin çözümleri ile doğa ve insan için yaşam “sürdürülemez”.