SEÇTİKLERİMİZ – Tuncay Yılmaz’ın Siyaset dergisinin Ekim-Kasım sayısında yayımlanan yazısı: “Ekim Devrimi’ni bir ‘tarihçi’ olarak değil, devrimci olarak tartışacaksak odaklanmamız gereken konuların başında ‘devrimin güncelliği’ sorunu durmaktadır.”
TUNCAY YILMAZ
“Şimdi yeni baştan başlamalıyız; adım adım, kendi bedenimiz dışında hiç bir kalkana sığınmadan. Keşfetmek, yaratmak ve hayal etmek gerekiyor. Bugün düş kurmak, kendi uyanışını görmek, her zamankinden daha fazla gerekli. İnsanlığın bencilliğine ve iğrenç bir şekilde para peşinde koşturmaya mahkûm olmadığına, sosyalizmin ölmediğine inanan birinin iddiasıdır bu. Bir dinazorun…” (Eduardo Galeano – Çöküşten Sonra Sosyalizmin Geleceği)
Düşünün… Gezi İsyanı bastırılamamış ve Taksim Meydanı’ndaki kuşatmayı yararak tüm ülkeye etkili şekilde yayılmış durumda. Toplumsal dinamiklerin hemen bütün kesimlerini hareketlendiren bu yeni tür ayaklanmaya güçlü bir sınıf hareketi eşlik ediyor ve fabrika/işyeri/iş havzası komiteleri doğrudan mahalle meclislerine dahil oluyor. Kürt halkı 40 yıllık savaşkan birikimini ve kabiliyetlerini sakınımsızca bu harekete akıtıyor ve bütün Kürdistan 6-7 Ekim Kobane eylemleri misali devleti karakollara ve kışlalara hapsediyor. Ve hatta askerlerin ve polislerin arasından (ki bunlar bahsettiğimiz çapta bir ayaklanmanın özneleri olan halk kesimlerinin çocukları, kardeşleri, eşleridir büyük çoğunlukla) önemli bir kısmı silahlarıyla, komutaları altındaki birimlerle beraber ayaklanmaya katılıyor, bulundukları alanın meclislerine temsilci gönderiyor…
Ve bu tabloya paralel olarak Erdoğan’la çelişkisi olan olmayan bütün egemen kesimler, büyük sermayenin bütün fraksiyonları, Türkiye’ye ilişkin farklı projeleri de olsa emperyalist devletler olası bir işçi ve ezilenler devrimini engellemek için devreye giriyor. İlk iş tepkiyi azaltmak için Erdoğan’ı indirip yerine Kılıçdaroğlu’na ya da bir burjuva siyaset temsilcisiyle ayaklanmanın içinden bir kesimin temsilcisine ortak “geçici hükümet” kurduruyor.
Bir tarafı sistemin temsilcisi olan “geçici hükümet” de halkın temel sorunlarına (düşük ücretler, işsizlik, pahalılık, emperyalist kotalar, birikmiş borçlar, örgütlenme özgürlüğü, kadınların evlerde karşılıksız olarak sömürülmeleri ve erkek egemenliğin bütün tahakküm biçimleri, Alevilerin, gayrimüslimlerin, inançsızların özgürlüğü, Kürt halkının demokratik özerklik talebi, Ermeni, Süryani, Rum, Ezidi soykırımlarıyla yüzleşme, Ortadoğu’da devam eden savaş politikaları, vs.) bir çözüm üret(e)miyor ve halkın isyanı artarak devam ediyor. Meclisler tüm ülkeye, tüm özgünlüklere (köy, mahalle, ilçe, il, bilişim işçileri, kamu emekçileri, işçi, kadın, lgbtiq, asker, polis, gençlik, vs.) yayılıyor ve bunlar bir üst “Meclisler Koordinasyonu”nda bir araya geliyor.
Geçici hükümet başa gelirken vaat ettiklerini hayata geçirmediği gibi halk hareketini engellemek için bütün resmi, gayri resmi devlet mekanizmalarını harekete geçiriyor; suikastlar, kaçırmalar, yargısız infazlar, sürgünler, terör eylemleri, canlı bombaları devreye sokuyor…
“Meclisler Koordinasyonu” geçici hükümeti uyarmak ve sözlerini yerine getirmesi için baskı yapmak üzere ülke genelinde hayatı felce uğratacak büyük bir eylem örgütlüyor ve geçici hükümet de bu eyleme var gücüyle saldırıyor. Ölüler, yaralılar, tutuklular, devam eden çatışmalar mevcut…
Siz de bu ayaklanmanın içerisinde ülkenin devrimci, komünist partilerinden birisiniz ve bütün bu keşmekeşi sermayenin değil, ezilenlerin ve emekçilerin lehine çözecek bir programa sahip olduğunuzu düşünüyorsunuz. Ne derdiniz?
‘Bütün İktidar Sovyetlere’
Lenin’i Lenin, Bolşevikleri de Ekim Devrimi’nin öncü partisi yapan işte böylesi bir anda “Bütün İktidar Sovyetlere/Meclislere” demiş olmalarıydı. Şayet onlar da Şubat devriminden Temmuz karşı devrim girişimine kadar ayaklanma içerisinde çoğunluğu oluşturan Menşevikler ve Sosyalist Devrimciler gibi “İktidarı almaya hazır değiliz, hâlâ burjuvazinin yapacağı işler var. İktidarı burjuvaziyle paylaşmaya devam edelim ve zamanı geldiğinde (ne zaman gelecekse!) tam olarak alırız” deselerdi muhtemelen Kerenski eliyle devrim Kornilov’a teslim edilecek ve “çalınmış devrimler” listesinin ilk sıralarına bir isim daha eklenmiş olacaktı.
Burada devrimci programın ve iradenin önemine vurgu yaparken nesnellikten azade Blanquist bir “iktidarı ele geçirme”den bahsetmediğimiz açık. Tartıştırmaya çalıştığımız, işçi sınıfının ve (bugünün devrimi için) diğer ezilenlerin, tahakküm altında olanların belirli bir örgütlülük, mücadele düzeyine ulaşması ve devrimci durumunun oluşması halinde, söz konusu ülke/bölgede “kapitalizm yeterince gelişmediği”, “henüz burjuva demokrasisi aşaması yaşanmadığı”, “gelişmiş kapitalist/emperyalist ülkelerde devrim durumu yaşanmadığı”, vs. için iktidarı almaktan imtina edip etmeyeceğimizdir.
Şayet Ekim Devrimi’ni bir “tarihçi” olarak değil, devrimci olarak tartışacaksak odaklanmamız gereken konuların başında “devrimin güncelliği” sorunu durmaktadır.
Devrimler Çağı bitti mi?
72 günlük Paris Komünü’nü bir fragman olarak sayarsak, 74 yıllık birinci sosyalizm denemesi, ardında büyük deneyimler bırakarak sonlandı diyebiliriz. Yeniden devrime cüret edenler bu deneyimi çok iyi irdelemek, sınıflı toplumlar tarihinin gerçekleşmiş en ileri toplum modelinden alacaklarını ve almayacaklarını, geliştireceklerini, değiştireceklerini çok iyi analiz etmek zorunda.
Ama biz şimdi işin başlangıç vuruşuna odaklanalım ve bunca yaşanmışlığın ardından aynı soruyu bir kez daha soralım: Kapitalizmden sosyalizme geçiş nasıl olacak? Devrimle mi evrimle mi?
Sosyalist hareketin bütün tarihsel gelişimine refakat eden bu “nesnelcilik – iradecilik” sorunsalına taraflardan sadece birine angaje olarak ve diğerini dışlayarak yanıt üretilemeyeceği aşikâr.
Toplumsal devrim ve siyasal devrimi ardışık bir determinizmle değil ancak birbirinin içine geçmiş helezonik bir tetikleyicilikle ele aldığımızda kavramak ve yerli yerine oturtmak mümkün olacaktır.
Toplumsal devrimin “kapitalist sömürü ve tahakkümün bütün biçimlerinin, bütün eşitsizliklerin, bütün hiyerarşik ve dışlayıcı toplumsal ilişkilerin tasfiye edildiği; işbölümünün aşıldığı, kır/kent ve kafa/kol emeği çelişkisinin çözüldüğü, cinsler arasındaki egemenlik/bağımlılık ilişkilerinin son bulduğu, bütün toplumsal ilişkilerin yanı sıra insan-doğa ilişkilerinin de sürdürülebilir bir ortaklaşa evrim ve ekolojik döngülerle uyumlu bir üretim ve tüketim perspektifi ile dönüştürüldüğü, burjuva özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı; ‘herkese emeğine göre’ normunun geçerli olduğu bir evreyi takiben bayrağında ‘herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar’ şiarı yazılı olan komünist topluma” dek sürecek uzun erimli praksisi baştan kabulümüzdür.
Ancak devrimler çağının bitiş düdüğünü çalanlar açısından söz konusu edilen bu uzun erimli ve nihai son açısından belirleyici olan “toplumsal devrimler” değildir. Toplumsal devrimlerin henüz kapitalizm içerisindeyken yaratmaya başladığı birikimler üzerinden devrimci bir vuruşla egemen siyasal iktidarı yıkan, burjuva devlet makinesini parçalayıp, yerine daha başlangıçta devlet olmayan devlet olarak sönümlenmeye başlayan proletaryanın iktidar örgütlenmesini koyan siyasal devrimci dönüşümdür”.
SSCB’nin enkazı henüz daha yeni yere serilmişken “tarihin sonunu”, “sınıflar savaşının bittiğini ve medeniyetler savaşının başladığını” ilan edenler aslında uzun zamandır sürdürdükleri ideolojik mücadelenin noktasını koyduklarına inanıyorlardı. Çok geçmeden yanıldıklarını hep birlikte gördük ve gelinen noktada kendileri de “yanılmışız” açıklamaları yapmak durumunda kaldılar. Kapitalizm hâlâ emek/artı değer sömürüsü ve sınıflar gerçeği üzerinden varlığını sürdürmekteydi ve bu durum kaçınılmaz olarak sömürenle sömürüleni karşı karşıya bırakmaktaydı.
Sınıflar mücadelesinin modern hali olan kapitalizmin gelmiş geçmiş en isabetli tahlili olan Marksizmin kapitalizmi aşmak isteyenlere hâlâ feyz olmasını sürdür(e)memesi için, ideolojik kuşatmanın en kapsamlısını Marks, Engels, Lenin’e uygulamaya çabaladı burjuva ideologları. Kapitalist üretim tarzı ve onun sonuçlarıyla sorun yaşayanları “siyasi devrimsiz” bir değişime ikna etmek en önemli cephelerinden biriydi post-marksist kuşatmanın.
Evet, sistemde iyi gitmeyen şeyler olabilirdi ama bunu değiştirmek için “devrime”, “iktidar değişikliğine”, “kapitalist devletin parçalanarak yerine proletarya iktidarı koymaya” ne gerek vardı ki! Hem iktidarı alanlar sonrasında iktidarı aldıklarına benzememişler miydi? Ne yapmalıydı o zaman, iktidara talip olmadan, mevcut üretim ve paylaşım ilişkilerinde devrimci bir altüst hedeflemeden, parça parça, herkes olduğu/tuttuğu/“ayağını bastığı” yerden sistemi “iyileştirmeye” koyulmalıydı. Büyük anlatılar devri bitmişti!
Sökülen yapı: Marksizm!
Kapitalist teze karşı geliştirilmiş “Reel Sosyalist” antitezden çıkartılacak sentezin “radikal demokrasi” paradigması olduğu fikri ne yazık ki işçi sınıfı ve ezilenler arasında da epey taraftar buldu. Chantal Mouffe ve Ernesto Laclau tarafından sistematikleştirilen bu tez, Marx’ın ve onun teorisini güncelleştirerek pratikleştiren Lenin’in paradigmalarının temel unsurlarından olan devrim ve iktidar/proletarya iktidarı fikrini hedef alıyordu.
Ekim Devrimi’nden dersler çıkartırken birinci bayrağı dikmeye çalıştığımız meseleyi biraz daha belirginleştirelim. Süper gelişmişinden az gelişmişine, nüfuslarının yüzde 5’ini dahi oluşturmayan tekelci finans kapitalin çıkarlarına göre dizayn edilmiş devlet sistemleri, geri kalan yüzde 95’in çıkarlarını kollayan bir yıkıcı hamle olmaksızın çoğunluğun çıkarlarını koruyan, kollayan bir sisteme dönüşebilir mi? Üretilen ya da satılan en ufağından en lüksüne istisnasız her üründen, sunulan her hizmetten, çıkartılan her madenden, kesilen her ağaçtan kâr elde edenler ve mevcut devlet/yönetim sistemini bu kârın güvenli, kesintisiz şekilde kendilerine akması için organize edenler bir devrimle yerlerinden edilmeksizin egemenliklerinden vazgeçerler mi?
“Devrimler çağı bitti” diyenlerin, “büyük dönüşümler”den vazgeçip “küçük kazanımlar”a odaklanmak gerektiğini salık verenlerin “son tahlilde”, bu kazanımları nasıl sonuna kadar götüreceklerine ve buna “tavizleri verecek olanları” nasıl ikna edeceklerine ilişkin daha açık, net formülasyonlar sunmaları gerekmektedir.
Haklarını yemeyelim, kulağa hoş gelen, geçmişin yanlışlarına iyi işaret eden (ama bugünün doğrusunu ıskalayan!) güzel aforizmaları var. Çok dağıtmadan konumuzla yakinen ilgili olan birkaç tanesini ele alalım.
Kökenleri Nietzsche’den Heidegger’e, Toynbee’den Charles Olsen’a kadar uzatılan postmodernizmin prenslerinden Jean François Lyotard’un “Postmodern Durum” kitabında kavramsallaştırdığı “büyük anlatıların sonu” söylemi, “elveda devrim” şarkısı söyleyen koronun en temel dayanaklarındandı. Bu ses burjuvazinin mahallesinden gelen “tarihin sonu” çığlıklarının “bizim” mahalledeki yankısıydı adeta. Özü itibarıyla Derrida, Deleuze ve Lacan’ın “söktüğü” yolda, Marksizm’i de modernizm sepetine atarak insanlığın (ve bizim açımızdan sadece insanlığın değil elbette, bütün canlılığın, doğanın) kurtuluşu için geliştirilebilecek bir “büyük paradigmanın” mümkünsüzlüğünü anlatıyordu Lyotard.
Antonio Negri ve Michael Hardt’ın “İmparatorluk” kitabının temel aforizmalarından “Direnişin merkezi ayağını bastığın yerdir” söylemi de, kapitalizm karşısında bütün çelişkileri ve özneleri eşitleyen postmarksist zevatın huşuyla kuşandığı “çokluk” brövesi de aynı “sökülmüş-parçalanmış” “büyük anlatıdan” arta kalanlardı.
Toptancı bir yaklaşımla kenara atılamayacak, içerisinde bizlerin de sorduğu, sormak zorunda olduğu pek çok soruyu barındıran bu entelektüel sorgulamalara kati şekilde çizilmesi gereken sınırlar, verilmesi gereken yanıtlar da var elbette. Bu aforizmaların ulaştığı sonuçlarla aramıza koyacağımız mesafenin iki öncelikli başlığı devrim ve kapitalizmin aşılmasında işçi sınıfının tarihsel ve güncel rolü meselesidir. “Büyük anlatılardan” ve işçi sınıfından kaçış yaklaşımının sonucu; bir süreliğine de olsa dünya tarihinin akışını değiştiren Ekim Devrimi’nin kusurlarından yola çıkarak “devrim” fikrinden ve Marksizmin ekonomist indirgemeci yorumlarından yola çıkarak emek-sermaye çelişkisinin kapitalist sistemi aşmada nesnel belirleyiciliğini, işçi sınıfın kendini özgürleştirmek için tüm kapitalist sömürü çarkını parçalamak zorunda oluşunu gözlerden kaçırmaya çalışmak oldu.
Chiapas – MST/Topraksızlar – Rojava
Devrimsiz, devletsiz, iktidarsız geçiş tezini en fazla temellük eden Meksika’daki Zapatistalara, Brezilya’daki Topraksız Köylü Hareketi (MST-Movimento dos Trabalhadores Rurais Sem Terra) ve Rojava’daki gelişmelere kısaca göz atabiliriz.
Her üç hareketin birbirinden önemli farklılıkları olsa da yukarıda tartıştığımız paradigmanın pratikleşmesinden en öne çıkartılan örnekler olma özelliğini taşımaktalar.
Zapatista Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun (Ejército Zapatista de Liberación Nacional, EZLN) 1 Ocak 1994’te 12 gün süren silahlı ayaklanmayla Meksika’nın Chiapas eyaletinde 39 belediyeyi ele geçirmesiyle başlayan devrim hâlâ devam ediyor.
Zapatista yönetimindeki Chiapas bölgesi, 5 CAROCOLES (koordinasyon merkezi) etrafında örgütlenen 39 otonom belediyeden oluşuyor. Birbirine yakın olan köyler “bölgeleri” oluşturuyor ve 3-4 bölge de birleşerek MAREZ’leri (Devrimci Zapatista Otonom Belediyesi) oluşturuyor. Genel Koordinasyon görevini ise MAREZ’leri birleştiren İyi Yönetim Konseyleri (JBG) sağlıyor.
Teknolojiyi ve sosyal medyayı oldukça etkili kullanan, zamanın ruhunu propaganda dillerine yansıtmayı başaran Zapatistalar ve Subcomandante Marcos hakkında pek çok şey biliniyor olsa da nesnel bir değerlendirme için gözlerden kaçan başka bir gerçeğe işaret etmek gerek. 1 Milyon 972 bin 550 metrekare yüz ölçümü ve 120 milyon nüfusu olan Meksika’da Zapatistalar, 25 bin kilometre karelik bir alanda yaşayan 350 bin Maya yerlisidir. Yarattıkları “kurtarılmış bölge” Merkezi hükümet açısından adeta ihmal edilebilir ölçek ve konumdadır. Bu, merkezi hükümetin orada filizlendirilmeye çalışılan yeni topluma kayıtsız kaldığı anlamına gelmiyor elbette. Ancak iktidarın işçi sınıfı (ideolojisi) tarafından fethi tezinin yanlışlanması olarak öne sürülebilecek bir örnek olduğu da söylenemez.
Kaldı ki, EZLN’nin devletsiz, hiyerarşisiz, merkezsiz toplum propagandasına, Subcomandante Marcos’un sadece gönüllerde değil aklın inceliklerinde kendine yer açan sözlerine rağmen Zapatistalar açık bir devlet-devrim-iktidar türbülansı içerisindedir. İsyanlarının başlangıcından 23 yıl, devlet sistemini total olarak reddettikleri 2006’daki “Öteki Kampanya” dan 11 yıl sonra Zapatalar 2018 yılındaki Cumhurbaşkanı seçimlerine 57 yaşındaki Maya yerlisi Maria de Jesus Patricio’yu aday olarak gösterme kararı aldılar…
Ayaklarını bastıkları yer devrimlerinin merkezi olsa da bu devrimin ulusal, bölgesel, kıtasal, evrensel bağları kurulmadıkça; Lacandon ormanlarında dahi kendilerini kuşatan kapitalizmi devrimci tarzda aşan bir küresel hareketi tetikleyip yaygınlaşmasına katkı sağlamadıkça yavaş yavaş makûs talihine mahkûm oluyor. Marksizm-Leninizm dışı yeni devrim hareketlerinin parlak bir başka örneği olarak öne çıkartılan Brezilya Topraksız Köylüler Hareketi – MTS için de durum Zapatistalardan pek farklı değil. 210 milyonluk nüfusu ve sekiz buçuk milyon metrekare yüzölçümüyle dünyanın en büyük ülkelerinden biri Brezilya. 25 milyon topraksız köylüden 1 milyon topraksız köylünün işgal edebildiği toprak ise sadece 20 bin kilometrekare. Brezilya topraklarının 1 milyon 780 bin metrekaresi 26 bin büyük toprak sahibine ait.
200 bin topraksız köylü merkezi hükümet ve kolluk güçlerince işgal ettiği toprakları terk etmek ve yol kenarlarında kurulan kamplarda yaşamını sürdürmek zorunda bırakılmış durumda.
Hiyerarşisiz, merkezsiz, başkansız bir taban hareketi olarak Leninist devrim anlayışına alternatifmiş gibi sunulan bu hareket de (tıpkı Zapatistalar gibi) olsa olsa kapitalizmden komünizme evrensel geçiş dönemini sürükleyen çok boyutlu bir toplumsal devrimin merhaleleri, öğeleri ve tezahürleri olarak ele alınabilir. Bu hareketleri, devlet bütçelerini aşkın sermayeleriyle bütün ulusal ve küresel ticaret kanunlarını belirlemeye, etkilemeye muktedir gıda tekellerini yenecek kapasitede olarak görmek yeniden ütopik sosyalizmin naifliğinden öte bir anlam taşımayacaktır.
Rojava
Daha yakından ve içerden konuşacağımız bir deneyime geçelim, Kürdistan ve Rojava gerçekliğine. Her şeyden önce belirtmek gerekir ki birinci sosyalizm denemesinin yenildiği, 12 Eylül’ün silindir gibi Türkiye sosyalist hareketinin üzerinden geçtiği günlerde devlete ve sisteme karşı direniş bayrağını yere düşürmeyen, bugünkü konjonktürde ise Ortadoğu’da Atlantik ve Asyatik emperyalist blokların, cihatçı terörizmin, otokratik bölge devletlerinin dışında halklar lehine bir olasılığı canlı tutan Kürt Özgürlük Hareketi olmuştur. Güçler dengesinin halklar aleyhine işlediği böylesi bir süreçte bu olasılığı canlı tutuyor olabilmek dahi başlı başına büyük bir başarı, toplumsal devrim yürüyüşünün Ortadoğu’daki önemli bir zuhurudur.
Rojava’da hayata geçirilmeye çalışılan paradigmanın yaratıcısı Abdullah Öcalan’dır. Kürt Özgürlük Hareketi’nin dört parça Kürdistan’daki politikasının esin kaynağı, stratejik rehberi Öcalan’ın “Demokratik Konfederalizm” tezidir. Öcalan bu tezini oluştururken Marksizm-Leninizm’in temel eksenlerinden uzaklaşmış, postmarksizmin ve liberter anarşizmin argümanlarına yaklaşmıştır.
Öcalan’ın Marksizm ve Leninizm’den uzaklaşırken öne çıkardığı noktalar; Marks’ın emek sermaye çelişkisine ve bunun sonucu olarak da işçi sınıfına haddinden fazla anlam yüklüyor oluşu, Lenin’in devlet, devrim ve iktidar perspektifindeki yanlışlıklar. Yeni paradigmasının taşıyıcı sütunları ise siyasal devrimsiz, işçi sınıfsız, iktidarsız, devletsiz, merkezsiz (ya da temsili, zayıf merkezli) geçiş…
Öcalan’ın paradigmasının taşıyıcı sütunlarıyla yukarıda uzun uzun anlattığımız postmarksist akımların üst üste düşüşünü görmek zor olmasa gerek.
Marks’ın ekonomist yorumunu Marksizm olarak kabul edip bütün Marks eleştirisini bu sapma üzerine inşa eden Öcalan, aslında Marksizmin kendisiyle değil onun ekonomist, sınıf indirgemeci çarpıtmasıyla hesaplaşmaya çalışıyor.
İş bu hadde kalsaydı ekonomist ve bütün toplumsal çelişkileri sınıf çelişkisine indirgeyen uvriyerizmle hesaplaşmakta tereddütsüzce yan yana olurduk Öcalan’la. Ancak analize buradan başlayıp işçi sınıfını artık “ayrıcalıklı sınıf” olarak tanımlayarak kapitalizm karşısında devrimci bir rolünün kalmadığı iddia edildiğinde yollarımız ister istemez ayrışıyor demektir. Evet, işçi sınıfının içerisinde azınlık bir aristokrat kesim/tabaka vardır. Ancak tüm dünya tarihinde en yüksek sayısına ulaşan işçi sınıfının ezici kısmı (ki buna işsizler, tarım işçileri, kamu emekçileri, sadece meta üretim sektörlerinde değil onun dolaşımını ve kârın realize edilmesini sağlayan bütün kanallarında çalışan işçiler, hizmet sektörü, bilişim işçileri, mevsimlik işçiler, vs.) hâlâ kapitalizmi yıkacak ana güçtür. Kaldı ki işçi sınıfını kapitalizm karşısında tarihsel özne yapan onların yoksulluğu, kötü çalışma koşulları ya da sefaleti değil, kapitalist sistemde ortaya çıkan bütün artı değerin onların el konulmuş emeğinden çıkartılıyor olmasıdır. Marks Komünist Manifesto’da “Dünyanın bütün işçileri birleşin. Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şeyiniz yok!” derken onların mal varlıklarına, banka hesaplarına değil, üretim aletlerine sahip olmamalarına, başkasının emeğine el koyarak değil, kendi emeklerini satarak geçiniyor olmalarına ve yeni bir toplumun kuruluşunu arzuya değil nesnelliğe dayandıran, kolektif üretim ve eylem sürdürme özelliğine sahip olmalarına gönderme yapmaktadır.
Hakeza Lenin’i devletçi-iktidarcı sistematikten kopamamakla eleştiren Öcalan’ın “daha çok toplum, daha az devlet” tezinin yazının en başında belirttiğimiz durum karşısında nasıl somutlaştırılacağı hala belirsiz, hatta Rojava pratiğinden baktığımızda kendini inkâr eder durumdadır. Bu pek bilimsel olmayan daha ziyade propaganda diline ait ifadeye karşın modern sosyalizm formülasyonu toplumun üzerinde yükselen devletin parçalanıp atılmasına ve onun yerine devlet olmayan devletin (Gemeinwesen), yani işçi sınıfının egemen sınıf örgütlenmesi olarak devletin aşağıya çekildiği ve bu özelliğiyle de ortaya çıkışıyla birlikte sönmeye yönelen bir devlet anlayışına sahiptir. Bu toplumun üzerinde yükselen, onu yukarıdan denetleyen olarak devletin en aza indirgenmesi hatta yok edilmesi demektir. Öcalan’ın formülasyonunda savunulan yerel iktidarların merkezi iktidarın varlığı koşullarında hayata geçmesi, eski devleti “azaltsa” da varlığını ortadan kaldırmaz. Marksizm ise eski devletin tümden ortadan kaldırılmasını, parçalanmasını savunur. Zira azınlık egemenliğini sürdürmek ve güvenceye almak üzere kurgulanan bir devlet yapılanmasının çalışanların, nüfusun kahir ekseriyetinin çıkarlarını birebir koruyabilmesi mümkün değildir. Onun için modern sosyalizm yeni devleti işçi sınıfının egemen sınıf olarak örgütlenmesi olarak tarif eder ve doğrudan demokrasi ile temsili demokrasiyi birleştirir. Demokrasinin gelişmeye devam etmesiyle doğrudan demokrasi temsililiği yutar, ortadan kaldırır ve böylece esasında baskı aracı/yönetme yönetilme ilişkisi olarak devlete de siyasete de son vermiş olur.
Devletsiz geçişten kastedilen sadece bir “ulusal devlet” kurmamaksa tez hayata geçirilmeye çalışılıyor demektir. Yok, kastedilen yerel örgütlenmeler, yani komünler üzerinde hiçbir otoritenin olmaması kastediliyorsa yaşanan durumun böyle olduğunu kimse iddia edemez. Askere alma kanunundan, yerel yönetimler yönetmeliğine, siyasi hamlelerin belirlenmesinden ittifak ilişkilerine her şey “en az Bolşevikler kadar” merkezi bir örgüt aklı tarafından belirlenmektedir. Bütün sinir uçlarının buluştuğu böylesi bir merkezi akıl olmaksızın bu coğrafyada ve konjonktürde Kürt Hareketi’nin Rojava’da bir kazanım elde etmesi mümkün olamazdı. Hukuk varsa bu hukuku uygulatacak bir cebir aracının varlığı zorunludur. Zora dayanmayan hukukun işleme şansı yoktur; kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm olur. Hukukun uygulatıcı cebri olunca, tabii mahkeme, hapishane ve bir baskı gücü (özelleşmiş olmasa bile) zaruret haline gelir. Düşman kuvvetler tarafından kuşatmanın ve hatta savaş durumunun devam ettiği koşullarda da tüm halkın bir kez de askeri olarak örgütlenmesi yani bir ordu (milis olarak) da kaçınılmaz bir zaruret olarak ortaya çıkar: Ve Rojava’da da bunların hepsi vardır ve var olması da doğrudur.
Halihazırda henüz lokal ve prototip halde olsa da askeri, ekonomik, politik, diplomatik stratejiyi belirleyen bir merkezi mekanizma çalışıyorsa, buna siz “devletsiz geçiş” dediğiniz için o “devletsiz geçiş” olmuyor. Hatta durumu böyle tanımlamak, Lenin’in öncelikli hedef olarak işaret ettiği “burjuva devlet mekanizmasını parçalamak” görevini bulanıklaştırmaktan başka bir işe de yaramıyor.
Devrimli, devletli ve iktidarlı bir geçiş mümkündür, günceldir!
Her dakika yüzlerce işçiyi iş cinayetinde, askeri ya da sivili devam etmekte olan savaşlarda, kadını erkek cinayetlerinde katlettiren, her saniye dünya nüfusunun ezici çoğunluğu daha da yoksullaşırken, bir avuç ultra zenginin servetinin sınırlarını ufuklarımızın ötesine taşıyan, hâlâ başka bir yaşam alternatifi bulunamamış, oluşturulamamışken; dünyayı geri dönülmez bir felaketin kıyısına sürükleyen kapitalizmin devamını mümkün ama devrimi mümkünatsız olarak düşünmek anlaşılabilir değil! Öğretilmiş çaresizlik kavramlaştırması dahi tanımlamıyor bu durumu.
Hadi Suriye, Irak, Türkiye, İran gibi “otokratik” ülkelerin Kürt halkına yaptıklarını geçtik, “demokrat” Avrupa’nın göbeğinde, İspanya’da bağımsızlık isteyen Katalanlara İspanyol devletinin uyguladığı şiddeti ve diğerlerinin kafalarını kuma gömüşünü görüp de tek istikamet olarak “barışçıl geçiş”leri işaret edenlere ne demeli!
Şayet burjuva özel mülkiyetin ilgasını yani “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”ni, üreticilerle üretimin maddi koşulları arasındaki kopukluğun nihayet giderilmesini, tek tek bireylerce sahiplenilmesi artık mümkün olmayan devasa üretici güçler haznesinin herkesin ortaklaşa mülkü kılınmasını ve yabancılaşmanın aşılarak, toplumsal zenginliğin bireylerin erişimine ve yararlanmasına her açıdan açık hale getirilmesini hedefliyorsanız, bütün bunları canları pahasına muhafaza etmeye hazır burjuvaziyi yenmek, onun iktidarı yerine işçi sınıfı ve ezilenlerin iktidarını inşa etmekten başka yolunuz yoktur.
Böyle bir topluma ulaşmak için bir siyasal devrimle burjuvazinin alaşağı edilmesi ve iktidarın proletarya tarafından fethedilmesinin yeterli olamayacağı açık. Ancak bunun kadar berrak olan diğer nokta ise birbirini tetikleyen bir dizi sürekli/siyasi devrimler olmaksızın toplumsal devrimin de nihai sonucuna ulaşamayacağı gerçeğidir.
Ekim devriminden bugüne bir projeksiyon yapmaya çalıştığımız yazıyı, başlangıçta bir mizansenle anlattığım “ikili iktidar”/“devrimci durum” halinde tutumumuzun ne olacağına ilişkin Sosyalist Yeniden Kuruluş sürecindeki uzun tartışmalardan süzerek SYKP programına yansıttığımız cümlelerle noktalayalım:
“Tüm bir tarihsel süreçler dizisi sadece bir siyasal devrimler silsilesinden ibaret de değildir. Birbirini izleyen kalkışmaları, direnişleri, isyanları, mevzi savaşlarını, sermayeyi reformlar yapmaya zorlayan çeşitli türden mücadeleleri de içerir. Hak kavgalarını, özgürlüklerin genişletilmesini, baskıya ve disipline karşı başkaldırıları, zamanın, mekânın ve emek süreçlerinin denetimi etrafında dönen çatışmaları, sabotajcı pratikleri, pasif ve aktif boykotları da kapsar. Yeni mücadele ve örgütlenme biçimi keşiflerini, dayanışma ve yardımlaşmanın yeni yollarının icat edilmesini, karşı-kültür hareketlerini, beden üzerinde dönen mücadeleleri, göçleri ve kaçışları, kurucu deneyimleri, yaratıcı girişimleri, özyönetim deneylerinin biriktirilmesini, mülksüzleşme ve yoksulluk karşısında geliştirilen ayakta kalma yordamlarını, toplumsal yaşamın pek çok alanında görülen dönüştürücü müdahaleleri, sermayenin beklentilerine karşıt özneleşme pratiklerini ve kapitalist toplumsal ilişkilere alternatifler yaratılmasını da içine alır. Siyasal devrimler böyle bir arka plan ve devinim üzerinde gerçekleşirler.
Bu belirlemelerden kalkarak, SYKP, Türkiye’de devrimci-demokratik bir dönüşümün ve sosyalizme yönelişin ifadesi olacak Demokratik ve Sosyal bir Cumhuriyet uğruna mücadele eder. Türkiye’de Demokratik ve Sosyal Cumhuriyet, proletaryanın siyasal iktidarı fethedişinin uğrağı, onun iktidarının özgül bir biçimi, tek ülkede devrimi dünya devrimine bağlayan en uygun hedef olarak görür. Ancak, dünya devrimine büyümediği, bu devrime itilim vermediği, küresel anti-kapitalist mücadelelerle rezonans içinde ilerlemediği müddetçe, tek bir ülkedeki proleter devrimin geriye dönüş ve restorasyon riskini kendi içinde şu veya bu ölçüde ama daima barındırdığı gerçeğini göz önünde bulundurur. İlerlemeyen devrimin gerileyeceği ve kapitalist dünya tarafından kuşatılacağı gerçeğini bilerek, bir yerel devrime enternasyonalist ve evrenselci bir nitelik kazandırmanın zorunluluğu perspektifiyle hareket eder.”
Bu yazı Siyaset dergisinin 2. (Ekim-Kasım 2017) sayısından alınmıştır.