Çocukları, 80 yaşındaki insanları çalışmaya mecbur bırakan, gençleri kapkara bir geleceğe doğru bir başına bırakıp kadınları ya evlerine ya kayıt dışı işlere iten, velhasıl işçi haklarının günden güne tırpanlandığı bir saldırının ortasında buna direnenlerin arasında, önünde duranlardan o. 38 yaşındaki Neslihan Acar, depo, liman, tersane ve deniz işçilerini temsil eden bağımsız sendika DGD-SEN’in başkanı. UMUT-SEN’e bağlı diğer sendikaların çatısında filizlenen diğer grevleri, nöbetleri, eylemleri de ekleyince 24 saati bu mücadeleyle akıyor. 10 yaşında tekstilde kendi gibi çocuk işçilerin ölümüne tanık olarak biriktirmeye başladığı öfkesi var, bir de örgütlenme çalışmasında bulunduğu alanlardan ilk temasta eklenenler. Acar’la işçi hareketlerini, bir yandaki hareketsizliğin nedenlerini ve tabii böyle erkek baskın bir işkolunda “bıyıksız” bir başkan olmanın, kadın olarak öncülük etmenin neye benzediğini konuştuk.
En temel soruyu lafı dolaştırmadan sorayım, insanların bu düzen karşısında kendini güçsüz hissettiği, değiştirmeye dair inancın bulunmadığı, sağ kalma derdinden başka bir şey sığmayan böylesi günlerde sizi tersine ikna eden ne, nereden güç alıyorsunuz?
Umutsuzluk havası var ama insanların öfkesinin arttığı da bir zaman. Bu öfke akacak bir kanal bulamadığında, daha örgütlü, derli toplu davranamadığında içe kapanma oluyor. Ben 24 saatimi işçilerle, özellikle genç işçilerle geçiriyorum; hepsini görüyorum.
Nasıl bir hayat dayatılıyor genç işçilere, hayatla bağları, ruh halleri nasıl?
Son on yıldır işçinin geneli çok gençleşti. Köyde, kırda kalan gençler oralarda tutunamadı, eğitim ya da yoksulluk yüzünden göç etti. Geleceksizliğin büyük şehirlerde daha da yoğun yaşanması nedeniyle genç işçilerde daha önce denk gelmediğim bir öfkeyle karşı karşıyayız. Örneğin Carrefour direnişinin yüzde 90’ı 30 yaş altı işçiydi; Migros direnişinde, en son Soma’da da öyleydi. Öfkeleri bir patronun onları işten atmasıyla sınırlı değil, elbette bu etkili ama hayatın her alanına dair huzursuzluğu ifade ediyorlar. Böyle olduğu için de patronun, polisin, devletin karşısına daha sert çıkabiliyorlar. Eğitim sorunundan barınamamaya, geçinememekten özgürlük talebine uzanan bir hat bu. Okulu bırakmış ya da dondurmuş üniversite öğrencisi çok. Depo işçisi olmuş, madenlerin korkunç çalışma koşullarına hapsedilmişler. Babasıyla aynı kaderi yaşamamayı isterken çok daha rezil koşullara itilmiş. Eğitim yükseldiğinde ya da sosyal medya üzerinden diğer yaşamları kendisiyle kıyasladığında sınıfsal öfkenin arttığını görüyoruz.
O umutsuzluktan tersi kutba evriliş, o kırılma nasıl yaşanıyor?
Temasla ilgili. İş yerlerinde ya da mahallede saygın, öncüleşmiş figürlere denk gelirse, onda da o kanal açıksa, buralardan ilerliyor. Uzun yıllardır işçilerin oy verdiği partiler tartışılır, sınıfın kalmadığı söylenir, işçilerin öncü partiye ihtiyaç duyduğu vurgulanır. Benim gördüğüm şu: işçinin yaşamında deneyimleyerek edindiği bilinç doğru bir önderlik etrafında çok rahat açığa çıkıyor. Carrefour işçileri önce Tez-Koop-İş ‘e gitmişler onlara toplu sözleşme anlatılınca öfke dinmiş, hareket alanı daralmış. Biz gidip toplu sözleşme beklemeden de en azından onurlarını zedeleyen çalışma koşullarının değiştirilebileceğini söylediğimizde, işçi oraya tutunuyor. Öfkesi anlamlı hale geliyor, kolektifleşiyor.
Siz kaç yaşında nerede başladınız çalışmaya? Kazandığınız ilk parayı elinizde tuttuğunuz günü hatırlıyor musunuz?
On yaşında tekstilde başladım. 16 yaşına kadar da maaş, para falan görmedim aile gözetiminde çalıştığım için (gülüyor). Gözleri iyi gördüğünden tekstilde çocuklara tehlikeli işleri verirler, kimyasallarla leke çıkartma, ortacılık… O kimyasallar yüzünden baygınlık geçiren, ciğerleri solan, zehirlenen, ölen çocuk işçilerdir öfkemi inşa eden. Onu açığa çıkaran da etrafımda, okulda devrimcilere denk gelmiş olmamdır. Ailem kendi kaderlerini yaşatmamak üzere konum aldılar ama üç çocuk, kente göç, yoksulluk olunca yeterli gelmiyor, çocuklar işçileşiyor. Çocukların biri eğitime devam ederse, diğeri edemiyor. O yüzden ben liseyi bitirdim, iki kız kardeşim üniversite okudu.
Umut-Sen’le nasıl yollarınız kesişti?
18 yaşında Bir Umut Derneği sayesinde Başaran’larla (Aksu) yollarımız kesişti. Kartal’da bir mağazada işçiydim o ara, Umut-Sen’in tartışma süreçlerinde de yer aldım.
DGD-SEN çok erkek yoğun bir işkolunu temsil ediyor, toplumsal cinsiyet rollerinin nasıl işlediğini düşününce bunu nasıl tecrübe ediyorsunuz?
Bir önceki dönem örgütlenme sekreteriydim, başkan olunca başta çok zorlandım. Erkeklere bir kadın öncü çok normal gelmiyor. Boylu poslu, gür sesli, bıyıklı solcu bir önderlik modelleri var. Bir yandan erkeklikle de mücadele etmek gerekiyor. Ama içeriden ne kadar güçlenirsen o kadar kendinden emin oluyorsun. Açıkçası şimdi bir erkek işçi topluluğunun karşısında otorite kurmakta zorlanmıyorum, bu benim politik olarak güçlenmemle ilgili. Şöyle bir zorluk da var: birden anne, abla gibi de görünebiliyorsunuz. Genç işçiler bütün hayatlarını boca edebiliyor, bütün travmalarını aktarabiliyor. Bu bazen çok zorluyor, erkek arkadaşlar bununla karşılaşmıyor, konu ücretse ücret oluyor onlarda. Bunu yönetme biçimini de zamanla geliştiriyorsunuz, önceden ağlama krizleri geçiriyordum. Yaşananlar benzer olduğu için, beni de tetikliyordu. Daha dışarıdan bakabilmeyi öğreniyorum.
Birçoğu Umut-SEN çatısı altında örgütlenmiş var olan işçi direnişleri çok kıymetli, böyle bir süreçte hayatın akışına müdahale ettikleri için daha da kıymetli ama tek tek düşününce akıl almaz bir yoksullaştırma politikası yürütülüyor, hak gasplarında dalga geçercesine el arttırılıyor. Saldırı o kadar çok yönlü ve dehşetli ki karşısındaki bu dengesiz genel sessizliği nasıl yorumluyorsunuz? Ne tutuyor, ne eksik? Önümüzdeki zamanlara dair nasıl öngörüleriniz var?
Sağcılar için de geçerli, faşistler için de geçerli, bizim taraf için de; insanlar bir hak gaspı olduğunda ya da bir saldırıya uğradığında yanında yöresinde duracağı kişiyi tarihsel bir akılla bilirler. Bu umutsuzluğun solla ilgili olduğunu düşünüyorum. Bütün dünyada solun bir ideolojik karmaşa içinde olduğu, sosyalizmin yenildiği, bir anlatının kadükleşmiş bir haliyle idare edilen ve son süreçte her şeyin parlamentoya hapsedildiği bir süreçteyiz. Direnişlerde bakan nerede, vekil nerede diye bağırıyoruz ama bu bir teşhir biçimi, yoksa oradan bir şey beklemiyoruz. Nihayetinde sol bütün hareket alanını buraya kuruyor. Bir emekli hareketliliği var mesela, onlara önerilen EYT benzeri bir hareketle meclisi bir yasa için zorlamak. Tamamen ücret odaklı. Sanki emekli maaşı asgari ücret olsa mesele kotarılacak. Burada hem geçinememe, işçileşme var ama, hem de onları gittikçe değersizleştiren, ölmesi beklenen kitleler olarak gören bir bakış var. Emeklilerin hepsinin ruh sağlığı bozuk, hepsi depresyonda. Üniversiteler açılıyor, beslenmesinden barınmaya gençlerin bir sürü sorunu varken bir elin parmakları dışında sol buraları görmüyor. Bugün işçi sadece iş üzerinden saldırıya uğramıyor, köyünden mahallesine, barınmasından beslenmesine, topyekûn yaşam alanına saldırılıyor. Ama bizim çok daha önümüzde hareket eden bir işçi kitlesi var, 2020’den beri kimseden bir şey beklemeden, kendiliğinden bir araya geliyorlar, okuyorlar, kendilerini geliştiriyorlar. Biz orada olsak da olmasak da patlayacak. Düzen içi de hareket edebilir, öfkesi soğrulabilir de. Mesele solun öncülüğünde. Şimdi CHP üzerinden bir restorasyon süreci var, sol burada konum almış durumda. Özgür Özel, bir iddiayla emek falan diyor, solun boş bıraktığı alanı doldurmaya çalışıyor, ama ciddi hayal kırıklıkları var. İşçiler iki gün gözaltındaydı, Soma’ya her gün gelen Özgür Özel Manisa’daydı, telefonla dahi ulaşılamadı. Madenciler yedi gündür oradaydı soldan da ziyaret olmadı. CHP’nin açtığı alan kadar hareket ediliyor. Carrefour direnişinde de bunu yaşadık, boğulmaya çalışıldı. Konfederasyonların durumları belli, kendi bir buçuk milyon üyelerinin dışında talep yokmuş gibi tamamen kapatmışlar kapıları. Genel olarak öfkeyi bir yere akıtamamanın mutsuzluğu var, doğum sancısı gibi bir huzursuzluk var.
Sancısı varsa, bir doğum var yani?
Kehanette bulunmak doğru olmaz ama, bu sene yirmi kente gitmişimdir, gördüklerimiz var. Kazanım örnekleri iki yıldır zayıftı, direnişler sonrası yamalarla, basınçla tutuyorlardı ama böyle gitmesi olanaklı değil. Vergiler artıyor, ciddi bir servet transferi var, her şey soyma üzerine planlanmış. Sendikalı işçilerde kaynaşma var, sarı sendikacılığa tepki yükseliyor. Kamu işçileri, kamu taşeron işçileri, belediye işçileri… Seydişehir’de dört bin insan ayaklandı. Her yerde köylüsü, çiftçisi… Ne zaman bilemem ama doğalında bu bir yere akmak zorunda. Zaten yok değil, çok militan direnişler de yaşanıyor. Havzalara, bu öfkeye odaklı bir sol gerekli; düzen partilerinin etrafında konumlandığında var olan perçinlenmiş oluyor.
Hem sizin sendikanın faaliyetleri var, hem Umut-SEN’in diğer eylemleri. Ciddi bir fiziksel, zihinsel emeğin yanında, anlattığınız duygusal bir mesai de var. Kendinizle baş başa kaldığınız bir an oluyor mu, zihninizi, bedeninizi neyle dinlendiriyorsunuz?
Ben dinlenmiyorum (gülüyor). 24 saatim mücadeleye göre programlı, onun dışında bir alan yok, kendime biçtiğim başka bir yaşam da yok. Buradan kurtulabilmenin, seni sıkıştıran her şeyi aşabilmenin yolu buralarda ısrar etmekten geçiyor. Pratik içinde boğulmamak için bir gün kendine ayırıp kitap okuyorsun en fazla. Bu yükten kurtulabilmenin yolu, şu anda daha fazla yükü göğüslemek gibi.