MAHİR SAYIN yazdı – Bundan sonraki kavga, şimdi ittifak içinde olsalar da Ergenekoncularla RTE arasında olacaktır. Tarihini bilemeyiz ama yeni bir darbe çok uzak bir geleceğin işi gibi görünmüyor.
MAHİR SAYIN
15 Temmuz darbe girişimi OHAL ve İslami faşizme ilerleyişin ivme kazanması
Başarısızlıkla sonuçlanan 15 Temmuz darbesi TC’de OHAL’le şekillenecek olan yeni bir safhayı başlattı. Bu yeni safhanın niteliklerini doğru görebilmek, taşıdığı tehditleri doğru tahmin edebilmek için bu darbeye zemin oluşturan gelişmeleri bir kez daha gözden geçirmek ve bundan sonra bu dinamiklerin varlıklarını devam ettirip ettiremeyeceklerini ya da nasıl değişikliklere uğrayacaklarını irdelemek gerekmektedir.
Darbeyi çözümlerken, iktidar, ittifaklar, sınıf ilişkileri üzerine olan genellemelerden ziyade somut durumun somut tahlilinden ilerlemek gerekmektedir. Zira bu darbenin bazılarımız için sürpriz olmasına karşın bir başkaları için ayan beyan olduğu ortaya çıkan kimi bilgilerle ve darbe öncesinde çıkmış olan alametlerle açıklık kazanmaktadır.
Örneğin basında yer alan “cemaatçilerin darbe hazırlığı içinde olduğu” haberleri üzerine 31 Mart 2016’ tarihinde Genel Kurmay Başkanlığı yayınladığı bir bildiri de “Hiçbir dayanağı olmadan yapılan haber ve yorumlar doğal olarak kahraman silah arkadaşlarımızın moral ve motivasyonunu olumsuz etkilemekte, tüm mensuplarımızı rahatsız etmektedir … Bambaşka saiklerle yapıldığı anlaşılan ve hiçbir hukuki, insani, vicdani ve akli dayanağı olmayan, basın etiğinden ve üslubundan uzak, haddini aşan haber ve yorumları yapanlar hakkında hukuki işlemler başlatılmış ve suç duyurusunda bulunulmuştur." denilerek birilerine ayan beyan olan darbe girişiminin üstünün bizzat Genel kurmay Başkanı Hulusi Akar tarafından örtüldüğüne herkesin gözleri önünde cereyan eden olaylardan sonra artık kuşku duymaya imkan yoktur.
Hulusi Akar’ın bu tutumunun iktidar tarafından da benimsenmiş olması darbecilerle bir ortaklık olduğu için mi, yoksa kan akrabalığından dolayı mı, daha muhtemel olarak da bütün ilişkilerini ele geçirmek amacıyla darbecileri provokasyona getirip eyleme geçtikten sonra bastırmak için mi, yoksa hepsinin birden faktör olduğu bir çerçevede mi gerçekleşmiştir, onu ilerleyen zaman daha açık bir şekilde gösterecektir.
Belli bir darbe beklentisinin olduğu ABD basınında olduğu gibi yerli basında da muhtelif zamanlarda yer aldı. Zaten 7 Şubat MİT soruşturmasıyla başlayıp 17-25 Aralık rüşvet vs soruşturmalarında zirvesine ulaşan süreç içerisinde AKP iktidarı CEMAAT’in kendilerine karşı elden gelen her şeyi yapacaklarına ve bunun için de gerekli imkanlara sahip olduklarına kuşku duymamaktaydı. RTE her ne kadar her açmaza düştüğünde “aldatıldık” teranesine başvursa da CEMAAT’in melanetlerini işlemesi için ona bütün imkanları gönüllü olarak sunanın bizzat kendisi olduğunu en açık terimlerle ikrar etmişti: “Ne istediniz de vermedik?” Bu nasıl bir ortak çalışma içinde olduklarını gösterdiği gibi kendilerine ne kadar geniş imkanların sunulmuş olduğunu da anlatan ve CEMAAT’in işlediği her melanetin suç ortağının AKP iktidarı olduğunu kanıtlamak için belki başka hiçbir delile başvurmaya gerek bırakmayan bir ifadedir. Böyle bir ifade ancak en yakın işbirliği içinde birbirine sırtını yaslamış olarak faaliyet gösterenler arasında kullanılabilir.
Ne istedikleri artık besbelli. Uşaklığını yaptıkları uluslar arası sermaye ve kendi adlarına daha fazla iktidar istiyorlardı ve bunun için de eğitimde, iktisatta, maliyede, iletişim dünyasında, emniyette, orduda ve haliyle meclis ve hükümette yer sahibi olma arzusundaydılar ve buralarda ne kadar yer edindiklerini de RTE ve çevresinin harfiyen bildiğine kuşku duymak mümkün değildir. Çünkü kimi yerlere kendileri onları yerleştirmişler kimi yerleştirildikleri yerler de yeni konumlar kazanmak için uygun olan mevzilerdi. Bu nedenle devlet içerisinde ne ölçüde yer edinmiş olduklarını bilmemeleri, tahmin edememeleri olanaksızdı ve bunun muazzam miktarlara ulaşmış olduğunu bildiklerinden dolayı da hepsini birden tasfiye etmeye besbelli ki güçleri yetmiyordu. Şimdi ortaya çıkan rakamlar ve yapılan açıklamalar bu tasfiyelerin bir çırpıda neden yapılamadığını ortaya koyuyor. Toplumun bütün dokularına yayılmış on binlerce insanı bir kerede tasfiye edebilmek için toplumun geri kalanının onay vereceği çok güçlü bir gerekçeye ihtiyaç vardı ve bu gerekçe RTE’nin deyimiyle “Allahın bir lütfu” olarak sanki gökten darbe ile geliverdi.
Bu gerçeklikler bize şimdiye kadar bildiğimiz darbe türlerinden önemli farklılıklar arzeden bir başka türle yüz yüze olduğumuzu göstermektedir. Bunun için basitçe darbeciler ve mağdurlar ayırımı üzerinden ilerleyecek bir analizin herkesi yanlış yollara sevk edeceği gerçeğini akılda tutarak sürece ön gelen tarihsel gelişmeyi ve gelişim içindeki muhtelif ilişki ve çelişkileri incelemek bir zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu tarihsel analizi dakik bir biçimde yürüttüğümüz takdirde göreceğiz ki darbe olayı curüm ortaklarının yaptıkları soygun mallarını paylaşırken aralarında çıkan bir anlaşmazlığın ürünüdür. Eğer durumu böyle tespit edersek de kolayca darbe kaybetti demokrasi kazandı diyerek kendimizi rahatlatmak yerine, suçluların tümünün fotoğrafını ortaya çıkarabilmek ve Türkiye’ye demokrasiyi kazandırmak doğrultusunda bir imkanın yolunu açmış oluruz. Aksi takdirde suç ortakları arasında yapılacak olan darbeci mağdur ayrımı bizi haydutların bir kesimini diğer haydutlara karşı destekleme durumuna sürükleyecektir. Darbenin tek mağduru vardır; o Türkiye halklarıdır. Darbenin tek suçlusu ise darbeciler değil, iktidar, emperyalizm, yerli sermaye ve muhtelif kişisel, sınıfsal, politik ve ideolojik nedenlerle bu darbenin gerçekleşmesine imkan hazırlamış, engellenmesi için gerekenleri yapmamış olanların tümüdür. nedenlerle
Darbe girişimine öngelen durum ve politika değişiklikleri
Darbenin hemen öncesinde Türkiye’de AKP’nin totaliter ya da faşist bir rejimi inşa etmekte olduğu konusunda muhalefet saflarında hemen hemen bir fikir birliği, RTE’nin “kamu düzeninin sağlanması” bahanesiyle demokratik hakları gün be gün kısıtlamaya gittiği, hatta 2014 sonunda yapılan MGK toplantısında “ çökertme planı” adı altında Kürdistan’da hayata geçirilmesi planlanan girişimin Kürdistan şehirlerinin topa tutularak yıkılması, 15’000 insanın katledilmesi, yüz binlercesinin sürülmesi olarak tecelli ettiği konusunda mutabakat var idi.
Bu manzarayı tamamlayan şey ise RTE’nin İsrail’le olan çekişmesini nispeten hafifletmiş olarak sürdürürken Rusya ile işten atılan Başbakan Davutoğlu’nun beyanıyla bizzat kendisinin emir vererek Rus uçağının düşürülmesiyle savaşa doğru tırmanmayan ama TC’yi Suriye konusunda eli kolu bağlı hale getirmesiydi. Bu resmi kısa süre sonra TC’nin Suriyeli göçmenler meselesi üzerinden Avrupa ile içine girdiği çatışmalı görüşme sureci ve hiç beklenmeyen bir biçimde de 17-25 Aralık soruşturmalarına karşılık olarak gerçekleştirilen18-26 Aralık darbeleriyle atlatıldığı zannedilen sahtekarlık, rüşvet, karapara aklama vs davalarının Rıza Sarraf’ın ABD’de tutuklanmasıyla yeniden gündemin üst sıralarına yerleşmesi ve savcının iddialarında adım adım TC devlet yetkililerinin isimlerinin geçmeye başlaması tamamlamıştı.
Tam böyle bir eşikte RTE Davutoğlu’nu Başbakanlıktan alıp yerine Binali Yıldırımı getirdikten sonra ve darbeden iki hafta önce Rusya ve İsrail politikalarında aynı güne denk gelen tam bir U dönüşü yaptı. Bu değişikliklerin bir yandan ABD’nin Genişletilmiş Ortadoğu Politikasına bağlı olarak hayata geçirilmeye çalışılan Osmanlıyı yeniden canlandırma hülyası temelli bölgesel hegemonya politikalarının iflasına bağlı bir yanı var iken, diğer yandan ABD ve AB ile olan çelişkilerin yine bu temeldeki derinleşmesi ve hatta bilgisine sahip olunduğuna kuşku olmayan bu darbe girişimiyle de bir ilişkisi bulunmaktadır. Hatta bu darbe girişiminin bu politika değişikliğinin kendisini değil ama zamanını tayin ettiğini söyleyebiliriz.[1]
Emeviye Camisi'nde Cuma namazı yerine değerli yalnızlık
AKP’nin “yeni Osmanlı” hülyasıyla Davutoğlu’nun masa başında geliştirmiş olduğu, dünya ve Ortadoğu gerçekliklerinden uzak “Stratejik Derinlik” diye nitelenen bölgesel hegemonya yolunda “tüm komşularla sıfır sorun politikası” “değerli yalnızlığa” doğru ilerlemiş ve bizatihi ABD tarafından TC devleti bölge politikalarının dışına itilmiş, tek ilişki olarak, ortak düşman PKK’nin ve belli iktisadi çıkarların bir araya getirdiği Barzani kalmıştı.
AKP’nin zirveden aşağıya gidişi ABD’nin Ortadoğu gerçekliği içerisinde geçerliliğini yitiren bölge politikalarından vazgeçmesi, TC devletine ve AKP’ye tanınan misyonun ve RTE’nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi eş başkanlığından ıskat edilmesiyle başladı. TC rol model olmaktan çıkıp ABD açısından bölgedeki normal müttefiklerinden biri haline dönüştü. Uçak krizinden sonra Putin RTE ile şöyle alay ediyordu: “Uçuşa yasak bölge istiyordunuz, buyurun size uçuşa yasak bölge!” Halbuki, RTE, ABD’nin TC’ye, Partisine ve kendisine tanıdığı misyon çerçevesinde tam bir istilacı söylemiyle çok geçmeden Cuma namazını Şam’daki Emeviye Cami’sinde kılacağını ilan etmişti.
Bölgesel hegemonya kurmak isterken bu kadar tecrit duruma gelmek muhtemel ki dünya’da başka hiçbir siyasinin başına gelmemiştir. Bu sefil duruma sürüklenmiş iken dahi hala kendisini tabanına dünya lideri olarak yutturabiliyor olmasını da onun başarı hanesine kaydetmek gerekir. Tüm bu gelişmelerde 1923’te kurulan TC’nin kuruluş ve gelişme hikayesinin kendi içinde taşıdığı çelişkilerin belirleyici etkisi olduğunu görerek sorunu analiz etmek gerekmektedir.
Soğuk Savaşın ve SSCB’nin çöküşünün bölge ve TC üzerindeki şekillendirici etkileri
Osmanlının son iki yüzyılı gibi TC de ortaya çıkışı ve varoluşunu büyük güçler arasındaki dengeye dayandırarak sürdürmüştür. 1952’de NATO’ya üye olunması ve SSCB’yi dünya üzerinde tecrit etmeye yönelik ABD öncülüğündeki Soğuk Savaşa katılmasıyla birlikte TC’nin kaderi de bu olgular tarafından belirlenmeye başlamıştır. Bütün iktisadi, siyasi ve sosyal gelişme bu ilişki tarafından belirlenirken, 1960 darbesi de dahil olmak üzere bütün darbeler ve iktidar değişikliklerinde kuvvetli etkileri olmuştur. Öyle ki bu ilişkinin yeni sömürgecilik döneminin karakteristiği olarak emperyalizmin geçmişte olduğu gibi bir dış olgu değil, bütün ilişkileriyle ülke içinde kendisini yeniden üreten bir iç olgu haline geldiğine tanık olundu. Ama bu durumun belirleyemediği, ortaya çıkmasının önüne geçemediği olgu da bütün kapitalizm deneylerinde olduğu gibi onun mezar kazıcısının, işçi sınıfımızın devrimci eyleminin de kendisiyle birlikte yükselmesi oldu. Türkiye dünyanın sınıf çatışmalarının en şiddetli cereyan ettiği ülkelerinden biri haline geldi.
Türkiye kapitalizminin gelişmesine paralel olarak derinleşen sınıf çelişkilerinin yarattığı toplumsal gerilimin taşınamaz hale geldiğini 12 Mart’ın genel Kurmay başkanı Memduh Tağmaç kullandığı kavramlar aynı kategoriden olmasa bile “toplumsal gelişme, ekonomik gelişmeyi aştı” diye tanımlamıştı. Bu ne yapacaklarını da anlatan bir ifade idi. Ekonomiyi istediğin gibi bir çırpıda geliştiremeyeceğine göre toplumsal gelişmeyi Yunanlı eşkıya “Prokrutes’in yatağına yatırmak” gerekti. Toplumsal gelişmenin bacakları ve kolları kesilince kendisi ekonominin gerektirdiği yatağa sığar hale getirilecekti. Bu bacak kol kesme işi poliste, orduda, tüm devlet kadrolarında ve eğitim alanında da gerçekleştirilmeye girişildi. Toplumsal aydınlanmanın önünün alınması ancak “obskurantizmle” mümkün olabilirdi; ve bunun da bizim toplumumuzdaki karşılığı İslamiyet idi.
İslamiyet bu tarihlerde, ABD’nin SSCB’yi tecrit etmek için sürdürdüğü soğuk savaşın bir parçası olarak SSCB’nin etrafında bir yeşil kuşak oluşturma girişimi çerçevesinde ABD emperyalizminin yönlendiriciliği altına girmişti. ABD imkanlarının yanında, Suudi ve petrol zengini Körfez şeyhliklerinin hazineleri, ABD İslamı’nın geliştirilmesi için seferber edilmişti.
TC devleti de tüm kurumlarıyla bu nimetten sonuna kadar yararlandı ve nihayet 12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte zorunlu din derslerinin anayasaya konulduğu bir noktaya kadar gelindi. 1971 Darbesinden sonra askeri kurumların semtine uğratılmayan dinciler artık orduda kendilerine rahatça yer bulmaya başladılar. Darbenin ardından Kara Harp Okulu’nun başına dinci bir general getirildi ve bilinçli bir biçimde dinci subay üretimine girişildi. Bugünkü 2. Ordu ve Jandarma Genel Komutanları bu devrenin imalatlarıdır. Daha bunlar gibi kim bilir niceleri vardır.
Sosyal gelişmenin frenlenmesi adına geliştirilen İslami faaliyetler 12 Eylül darbesinin oluşturduğu ve Türkiye’nin neoliberal işbölümüne entegre edildiği dönemde üstyapısal bir ihtiyaç olarak her düzeyde geliştirildi. Daha önce yeraltında faaliyet sürdürmek zorunluluğunda olan şeriatçı akımlar artık kendilerini açık kurumlar içinde, orta ve yüksek eğitim, sendika, güvenlik, spor, kültür, basın yayın alanlarında devlet imkanlarından yararlanarak örgütlenmeye başladılar. Evren ve Özal dönemleri bunların en geniş imkânlara kavuştukları dönemler oldu. Bunlar arasında Fethullah cemaati her dönemin en sevgili akımı haline geldi ve devlet desteği sayesinde özellikle eğitim ve iktisadi alanda gerçekleştirdikleri altyapı sayesinde her türlü devlet kurumunda güçlü yerler edinmeye başladılar. Polisi büyük ölçüde ele geçirdikleri gibi bu alanda oluşturdukları istihbarat yapısıyla da konumlarını güçlendirdiler.
Bu gelişmeler karşısında iktidardaki etkinliklerini kaybetmeye başladıklarını hisseden askerler konumlarını yenilemek üzere 28 Şubat darbesiyle İslamcı akımları geriletmeye kalkıştılar; Ne var ki unuttukları, uygulanmakta olan politikaların neoliberalizmin ve kendilerinin patronu olan ABD’nin planların ayrılmaz bir parçası olduğuydu. Darbe tam anlamıyla başarılı görünürken Türkiye 2001 iktisadi krizinin ardından yepyeni bir şekil kazanmaya başladı.
Eski iktidar bloku fena halde çöktü. İktidar sahibi partiler parlamentoya bile giremezken birden “ılımlı İslam”ı temsil ettiğini iddia eden, eski “Milli Görüş gömleğini çıkarıp” yeni “muhafazakar demokrat gömleğini giydiğini” (nihayetinde bir gömlek; kirlendikçe değiştirilebiliyor) deklere eden takiyyeciler seçim sisteminin yarattığı özel imkanla parlamentoda çoğunluğu kazandılar ve eski statükoyu alt üst eden, liberallerin tümümün desteğini arkasına alan bir “reform” dönemi başlatılar.
Statüko güçleri eskiyi korumak, ayaklarının altından kayan zemini yeniden bir darbeyle kazanmak hesabındayken, liberaller de aslında 1971’de faşizme ilerlemede bir uğrak olarak kullanılan “Nihat Erim Reform Hükümeti”nin desteklenmesine neden olan akla benzer bir biçimde AKP hükümetini “askeri vesayetten kurtuluyoruz” diye desteklerken muhalif diğer kesimler de özellikle 12 Eylül 2010 referandumuyla ortaya çıkan tutumlarda olduğu gibi “iki 12 Eylül anayasası arasında tercih yapmamız söz konusu olamaz” dediklerinden gelişen tehdidin önemi kavranamadı. Halbu ki, aynı Nihat Erim Hükümetinin “Balyoz Darbesi”ne (Ergenekonunki değil) benzer bir biçimde reform nutukları atılırken 12 Eylül Anayasa değişikliklerinin üzerinde AKP’nin gerçek amacını gerçekleştirmek üzere attığı adımlar ortaya çıktı. Bu dönemde Askeri vesayete karşı mücadele ediliyor gerekçesi ardında, “darbeye karşı seçilmişleri savunma” doğru gerekçesine dayanarak ama bastırılan darbenin yerini bir başka darbenin aldığının ciddiye alınmadığı koşullarda ve Kürt hareketiyle müzakere ve barış umutlarının yarattığı rehavet içerisinde birden toplumu derinden sarsan ve AKP iktidarını da paniğe sürükleyen Gezi Direnişi ortaya çıktı. Ne var ki böylesine muazzam bir gelişme muhalefet tarafından bir yenilenmenin aracı olarak kullanılmak yerine kendi pozisyonlarının konsolide edilmesinin aracı olarak görüldü ve hükümetin aldığı karşı tedbirlerle de doğan potansiyel 7 Haziran seçimlerinde elde edilen muazzam başarıya rağmen kinetik enerjiye dönüştürülemeden, yanlış taktik ve tutumlar karşısında iktidarın başarılı aşındırıcı taktikleriyle amorti edildi.
AKP bütün attığı adımlarda sermayenin, siyasetin ve toplumsal yapının yeniden şekillenmesine yönelik örtülü bir planla hareket ettiği için her etapta bir başka ittifak oluşturma ve o etabın aşılmasıyla birlikte de eski müttefikleri bir kenara bırakıp yenileriyle yola devam etme ve nihayetinde tek başına egemenlik kurma politikasını başarıyla yürüttü. Önce Kemalistleri-Ergenekoncuları liberaller ve Cemaatçilerle tasfiye edip adından da liberalleri ve Cemaatçileri iktidarından uzaklaştırmaya girişmesi, Kürt hareketini bastırmak üzere o zamana kadar sürdürdüğü takiyyeci “müzakere ve barış” zeminin ortadan kaldırıp ardı ardına darbeler gerçekleştirmesi toplumsal çelişkileri hem yönetilenler hem de yönetenler sağında iyice keskinleştirdi ve darbe olanaklarının artmasına yol açtı. Ama RTE için böylesine bir gerilim ortamı zaten kendi iktidarını pekiştirmenin, İslami faşist bir diktatörlüğün oluşturulmasının da bir aracı olarak görülmekteydi.
15 Temmuz darbe girişimi; Cemaat ve ABD-NATO
Darbenin hangi koşullarda gerçekleştiğini kavramak ve iktidar tarafından nasıl görüldüğünü/değerlendirildiğini anlamak için RTE’nin Atatürk Havalimanındaki ilk açıklamasında kullandığı “Bu Allah'ın bir lütfu. Çünkü tertemiz Silahlı Kuvvetlerimizin, temizlenmesine vesile olacaktır” ifadesi ile “bu attığınız adımlar bir iç savaşın çıkmasına yol açar” lafına karşılık kullandığı “çıkarsa çıkar, ezer geçeriz” lafını yanyana getirerek düşündüğümüzde ortaya korkunç bir manzara çıkmaktadır.
İkinci cümlede RTE’nin hedeflediği doğrultuya ilerlemek için belli adımlar atmayı planlamış bulunuyor ve bu adımların bir iç savaşa neden olmasını ise rakiplerini ezip geçmenin bir vesilesi olarak göreceğini kabul ediyor. Birinci cümlede ise darbeyi (iç savaş değil ama iç savaş ihtimalini de içinde taşımış bulunan cemaat darbesini kastederek) “Allahın bir lütfu ve temizlik yapmak için bir vesile” olarak değerlendiriyor. Bunun anlamı açıkça şudur:
“Ya bizim attığımız adımları herkes sessizce kabul eder ya da itiraz edecek olan olursa biz onları ezer geçeriz”
Peki itiraz edileceğinin kesin olarak bilindiği durum varsa, ki vardır, o zaman bu planın uygulayıcısı ne yapar? İtiraz edecek olanları itirazlarını en olgun biçim içerisinde eylemli olarak hayata geçirmelerine fırsat vermeden onları provoke edip hazırlıksız halde ve suçlu konumuna düşürerek daha kolay “ ezip geçmeyi” planlar elbette. İşte bundan önceki ve sonraki iktidar muhalefet ilişkilerine iktidarın yaklaşımını bu perspektifle değerlendirmek gerekir.
Bu rakibini-düşmanını provokasyonlar içinde boğma mantığıdır ki, en gelişkin lumpen taktiği olarak nitelenebilir ve devletin başına geçmiş olan bir lumpenin yönetim tarzını sergiler. Bunun içindir ki, Reyhanlı patlaması, Suriye’de zehirli gaz kullanılması, Suruç, Ankara, Atatürk Hava Limanı katliamları hep bu provokasyonla yönetme tarzını ifadelerini oluştururlar.
Şimdi ‘düşük yapan darbe’nin de böyle bir yaklaşımın eseri olup olmadığını irdelemek gerekir. Meseleyi saçmalığa sürükleyerek, darbenin RTE’nin kendisi tarafından yapılmış olduğunu söylemek analiz imkanını ortadan kaldırmak demek olur. Böyle binlerce insanı kendi amaçlarını dışında, kendilerini mahva sürükleyecek şekilde hareket ettirmek kimsenin harcı değildir. Ama kendisi zaten hareket etmekte olanı rayından çıkarmak ve kendisinin hesaplamadığı bir doğrultuya sürüklenmesine neden olmak tarihte örneği az rastlanan bir durum değildir.
Bu nasıl olabilir? Darbe yapmak için hazırlanan bir cunta var ve bunun bilgisi iktidar tarafından elde edilmiş ise[2] darbe hareketinin darbecilerin kendileri açısından en elverişle koşullarda değil de daha erken veya geç olması yapılacak müdahalelerle mümkün olabilir. RTE cuntayı haber almış ise bunların YAŞ’ta temizlenmesini de hesaplamıştır. Zaten Deniz Kuvvetlerinde, casusluk davası dolaysıyla hazırlanan iddianame çerçevesinde birçok darbeci tutuklanacaktır. Bu tutuklamaların 16 Temmuz’da sabaha karşı 05:00 gibi bir saatte yapılacağı bilgileri çıkmış bulunuyor. Hem YAŞ toplantısına iki hafta kalmış olması (ki orada alınacak olan kararların çoktan belirlenmiş olduğuna da kuşku yoktur), hem Deniz Kuvvetlerindeki tutuklama haberi darbecileri daha fazla hazırlık yapmak ve ordu hiyerarşisinde daha etkili bir konuma gelmeyi bekleme konusunda umutsuz kılmıştır.
Bu arada Türkiye’de ilginç bir durum daha yaşandı. 27 Haziran tarihinde RTE’nin Putin’den özür dilediği haberi medyaya düştü. Sadece o değil hemen ondan bir gün önce İsrail ile anlaşma yapılmış ve 28 Temmuz günü de Atatürk Hava Limanı katliamı olmuş; 44 kişi ölmüş ve 247 kişi yaralanmıştı. Buna ilaveten Mısır ve Suriye politikalarının değişeceği haberleri de basında tartışılmakta idi. İşte tam böyle bir durumda RTE birden tatil yapmaya karar veriyor ve tam altı gün boyunca nerede olduğu , ne yaptığı, ne dediği bilinmeden ortalıktan kayboluyor. Bu her şeyin başı olduğunu ilan eden ve öyle de yapan RTE için hiç normal kabul edilebilecek bir durum değildir. Tatil yapmanın hiç zamanı değildir. O zaman bunu da bir iş ilişkisi olarak görmek gerekir. Hangi iş ilişkisi olacağı ise, RTE’nin nerede olduğunu herkesden gizlemesi, özel olarak bir şeylerden sakındığı anlamına gelmektedir. Neden sakındığı da 6 gün sonra ortaya çıktı. İşte bu RTE’nin, tabi onunla birlikte MGK’nin de böyle bir darbe girişiminden haberdar olup tedbir aldıkları anlamına gelir. Ama saklanmanın neresini tedbir olarak düşüneceğiz? Bir cunta tespit edilmiş ise neden bunlar anında yakalanıp darbe harekâtına girişilmesini engelleme yoluna gitmezler ve ortaya çıkan kayıpları önleme yolunu seçmezler? Seçmezler çünkü o zaman istedikleri genişlikte ve rahatyıkta, itiraz edilemez bir temizlik yapamayacaklardır. Onun için de hangi zararı verecek olursa olsun bütün ilişkilerin ortaya çıkmasını sağlamanın yolunu bulmak gerekmektedir. Onun yolu da bütün ilişkilerin harekete geçirileceği bir darbe durumudur. İşte böyle geniş bir temizliği yapmaya vesile olacak “Allahın lütfu” kendiliğinden Allah’ın sevgili kuluna bahşedilmiş bulunmaktadır. Eğer Allah’ın yerdeki siyasete böylesine yoğun ilgi göstermediğini ve müdahale etmediğini düşünecek olur isek bu “lütuf” denilen işin bir provokasyon olduğunu söyleyebiliriz. İşlerin böyle çözülmesi aynı zamanda ortaya çıkan acil duruma çare olmak üzere OHAL gibi herkesi denetim altına alacak bir imkânı da yaratmış olmaktadır.
Darbeciler, YAŞ’la operasyonlar arasına sıkıştırılınca daha fazla bekleyemeyecekleri, aksi takdirde her şeyi kaybedeceklerini görüp “ya herru ya merru” diyerek Genel Kurmay Başkanının gırtlağına yapıştılar. Ne var ki, hükümeti, RTE’yi tutuklama, iletişimi denetim altına alma, yığınların sokağa çıkmasına engel olma işlerini gerçekleştiremediler ve bir anda birbiriyle çatışmaya giren iki devlet gücü ortaya çıktı ve darbeciler şimdilik bilemediğimiz daha birçok faktörün etkisiyle de kaybettiler.
Olayların seyrine baktığımızda Darbenin çoktan beklenmekte olduğu ve hazırlıklarının yapılmış olduğunun kanıtlarının gözümüzün önünde olduğunu görüyoruz. RTE 29 Nisan 2015 Çarşamba günü MGK toplantısının ardından daha önce “Kırmızı Kitap” olarak bilinen Milli Güvenlik İç Siyaseti Belgesi’nin (MGSB) “irticai unsurlar” bölümünden çıkarttırdığı “Fethullah Gülen Cemaati”nin, “Paralel Devlet Yapılanması” adıyla yeniden iç tehdit unsurları arasına alındığını müjdelemişti. "FETHULLAHÇI TERÖR ÖRGÜTÜ"
27 Mayıs 2016 tarihinde yapılan MGK toplantısının ardından ise “Dün yeni bir karar daha aldık, legal görünüm altındaki illegal terör örgütü dedik. Fethullahçı Terör Örgütü olarak tavsiye kararı aldık, Hükümete gönderdik ve Bakanlar kurulu kararını bekliyoruz. Bunların terör örgütü olarak tescilini gerçekleştireceğiz. Bunlar PYD, PKK neyse aynı kategoride yargılanacaklar.” diyerek henüz ortada terörle ilgili hiçbir eylemi bulunmayan Cemaati, yargı kararı da olmadan silahlı terör örgütü olarak ilan etmişti. Buna ön gelen dönemde de özellikle Cemaatin gelir kaynaklarını kurutmak üzere yasal olup olmadığına bakılmadan bankası ve şirketlerine el konulup batırılıyordu[3]. Aslında hukuki çerçevede hesabı verilemeyecek olan bu girişimler darbe teşebbüsünün ardından artık sorgulanamaz hale geldiler.
Cemaat zaten en güçlü biçimde örgütlenmiş olduğu polisten yönetim mekanizması itibariyle tasfiye edilmiş ama hala teşkilat içerisinde elemanlarını barındırabilmekteydi. Zira aynı ideolojiyi paylaştıklarından dolayı kimin ne olduğunu anlamaları her zaman pek öyle kolay olmuyordu.
Darbe girişiminden iki hafta önce (27 Haziran) pek kimselerin anlam veremediği dış politika değişiklikleri aynı güne denk getirildi; İsrail’le anlaşma imzalanıp, Putin’den RTE bizatihi özür diledi ve üç gün sonra (30 Haziran) Atatürk Hava Limanı katliamı gerçekleşti. Böylesine önemli gelişmelerin ardından RTE’nin ortalıklarda dolanıp bütün bunları tabanına yedirmesi beklenirken o birden ortadan kayboldu. Kimseler nerelerde olduğunu bilmiyordu. Sonradan öğrenildi ki, Cemaatin ajanı olan yaverini de yanında götürmediği gibi bulunduğu yeri de ondan sıkı sıkıya saklamıştı. Yaver tam 15 kez telefonla kendisine ulaşmak istemişse de başarılı olamamıştı. Darbe günü sabahı Sözcü gazetesi yerini keşfetti ama darbeciler muhtemelen bu haberi kaçırmış olacaklar ki ancak RTE o mekanı terk ettikten bir saat sonra oraya saldırabildiler.
Bunlar bir darbenin gelmekte olduğunun ve buna hazırlıklı olunduğunun tartışma götürmez kanıtlarından başka bir şey değildir. Darbenin ertesinde yapılan 50’000 kişiyi aşan tasfiyenin ise bu kadar kısa bir zamanda yapılabilmesi bunun hazırlığının çok önceden yapıldığının ayrı bir kanıtını oluşturmaktadır. Ama karşılıklı olarak birbirlerinin içinde ajan bulundurabildiklerinden yaptıkları gizli işler sadece bize gizli onlara ise açık haldeydi. 16 Temmuz sabahı donanma davası için yapılacak tutuklamalar ve Ağustos ayı başında toplanacak olan YAŞ’ta yapılacak tasfiyelerden de Cemaat’in kuşkusuz haberi vardı. Artık son kaleyi de çatışmadan teslim etmemek gerektiğine karar verdiler. Bu kararı vermelerinde ABD’nin yeşil ışığı olmasa büyük olasılıkla de cesaret edemeyecek ve tasfiyeyi kabul edeceklerdi.
Besbelli ki, darbe hareketine değişik motivasyonlarla cemaatçilerin dışındakiler de katıldılar. Örneğin eski Hava Kuvvetleri komutanının Cemaatçi olmaktan çok faşistlerle ilişkilerinin olduğu konusunda basında bilgiler mevcuttur. Elbette kimi faşistlerin de ikbal sevdasıyla cemaatçi cepheye geçmiş oldukları da bir başka hakikati oluşturmaktadır. Onun içindir ki hareket içerisinde kor ve orgeneral düzeyinde de eski subayların bulunması mümkün olabilmiştir. Daha sonra kimi birliklerin darbeye katılmamasının hem birilerinin vazgeçmesi hem de bizatihi RTE’nin karşı manipülasyonu olarak değerlendirilmesi gerekir. Böyle bir vazgeçmenin gerçek olduğunu, akla gelebilecek her şeyi planlamış olmalarına rağmen, darbenin birçoklarına aptalca, acemice ve hatta bir “oyun” gibi görünmesi kanıtlamaktadır. Köprüyü tutuyorlar ama Telekoma, televizyonlara, el koymuyorlar, Cumhurbaşkanının Başbakanın, bakanların nerede olduğundan bile haberleri yokmuş gibi bir manzara varken onlar Genel Kurmay başkanı ve bütün kuvvet komutanlarını tutukluyorlar; ama karşı pozisyon benimsediğini gördüğümüz 1. Ordu komutanı serbest kalıyor. Besbelli ki, belki baştan belki sonradan satışlar da işin içinde olmuş. İlişkilerin bu kadar iç içe geçmiş olduğu bir durumda birbirini manipüle etmek ve provokasyona getirmek de artık pek zor bir iş oluşturmaz.
Görünen o ki, darbeyi iki planda gerçekleştirmeye çalışmışlar ve ikisi de başarısız olmuş: Birincisi ordunun tepe hiyerarşisinin, ikincisi hükümetin ve diğer kurumların ele geçirilmesi. İkisine de güçleri yetmedi ve hayırlısıyla da darbe düşük yapmış oldu.
ABD bu darbenin zaaflarını görmedi mi?
Darbenin içinde ABD’nin olduğunu burada özel olarak ispatlamaya uğraşmak gerekmiyor. Zira bu Cemaat’in Kore’de hakimiyet kurmak için kurgulanan MOON Tarikatıyla hemen hemen aynı fonksiyona yönelik olarak kurulduğu onlarca kez anlatıldı ama her zaman da üstü yeniden örtüldü. Dolaysıyla ABD’den bağımsız olamayacak olan böyle bir darbenin zaaflarını da her kesimle ilişkisi olanın en iyi göreceğine kuşku duyulamaz. Eğer ABD bu zaafları gördüyse neden harekete geçmelerine göz yumdu? Öyle görünüyor ki, ABD yazı da gelse tura da gelse kazanacağını hesapladığı bir girişimde bulundu. Cemaatin zaten RTE tarafından tasfiye edileceğini ve bundan sonra işlerine yaramayacağını bildikleri için tasfiye olmadan bir girişimin geliştirilmesini sonuçlarına aldırmadan benimsediler. Kazansalar mesele yoktu. 12 Eylül gibi ”bizim çocuklar işi başarmış” olacaklardı. Kaybettikleri durumda da nelerin olduğunu aslında şimdi yaşamaktayız. ABD sanki hiçbir münasebeti yokmuş gibi davranabiliyor. Buna karşılık AKP sözcüleri bu işin başlarına ABD tarafından açılmış olduğundan neredeyse eminler. O zaman ne olacak?
ABD, AKP’yi kaybetmiş olmayacak mı? Olacak ama onu zaten önceden gözden çıkardıkları için çok bir önemi yok. Asıl AKP’nin şimdi yüz yüze geldiği durumu kullanacaklardır. TC bu haldeyken artık bölgede hiçbir işe müdahil olamaz. Önce kendi içi ilişkilerini düzenlemesi yeni konumunu konsolide etmesi gerekir. Ayrıca RTE’nin can havliyle İsrail ve Rusya’ya sarılması RTE’nin başına daha büyük belaları saracaktır. Bu politika değişikliklerinin mutlaka RTE’nin önüne konulacak bir faturası olacaktır.
RTE, AB’den gelen salvolar dolaysıyla artık o cenahtan bir destek bekleyemez. Ama TC siyasetinin 70 yıllık NATO bağlantılı geleneği ve Türk sermayesinin Batı bağımlılığı ve daha geniş bir çerçeve olarak emperyalizmin bir iç olgu oluşu karşısında RTE yaslanmaya kalkıştığı güçlerle canının istediği gibi davranamayacak ve her adım yeni risklerin ortaya çıkmasına, ortaklık kurduğu güçlerle yeni çatışmalara ve bu kırılganlık içerisinde de takiyyeyi unutup, iktidarı tekelleştirme isteklerini, daha hızlı harekete geçirmeye zorlanacaktır. Bu durum AKP’nin, ABD-AB dışındaki güçlerden destek ararken, ortaklık kurduğu (Ergenekoncu, Kemalist vb) güçlerin ABD ve AB’ye yaslanarak RTE’yi açmaza alma çabalarını getirecektir.
Darbenin engellenmesi
Darbenin engellenmesinin halkın sokaklara dökülmesiyle gerçekleştiğini, bunun demokrasi adına muazzam bir başarı olduğunu anlatanların bir kısmı bu sokağa dökülenlerin ne yaptıklarına dikkatle bakmadıkları ve kendi arzularını ifade ettikleri söylenebilecekken iktidar eksenli söylem ise bizatihi bu hareketin karakterini gizlemek ve kendi amaçlarını tepki çekmeden, hatta övülme vesile kılarak gerçekleştirmeye yöneliktir. Öncelikle şunu tespit etmek gerekiyor ki, darbeyi engelleyenler yine silahlı güçlerdir. Asker ve polis esas olarak da ordunun büyük bir kesimiyle bu eyleme katılmaması darbenin başarızlığa uğratılmasının esas temelini oluşturmuştur.
Sokağa çıkanların niceliği ve niteliği ise dikkatle bakanların gözünden kaçmamıştır. Rauf Tamer gibileri olayı “Darbecileri protesto için sokağa dökülen demokrasi aşıkları …. Tek Yol Demokrasi diye haykıran koro” gibi gerçekle en ufak alakası olmayan övgülerle anlatırken sokağa dökülenlerin ne türden bir demokrasi aşığı olduğunu görmek için attıkları sloganlara ve yaptıkları işlere bakmak gerekiyor. Yalanın da bu kadar büyüğünü filler bile yutamaz. “Tek yol demokrasi” diyen tek bir kişi yoktu. RTE’nin zamanında söylediği dindar ve kindar bir güruh vardı. Sloganları ve eylemleriyle Türkiye çapında genişlemiş bir 1969 kanlı pazarını andırıyordu. Biraz daha genişlese İslam Devleti’nin Suriye ve Irak’da sergilediği sahnelerin aynılarını izleyeceğimize kuşku yok.
Darbenin başarısız olacağının anlaşılmasından sonra vatan, bayrak, demokrasi söylemleri ve ulaşımın parasız hale getirilmesiyle daha geniş bir kesimin sokak eylemlerine katılması ve AKP’nin bu alanda da bir hegemonya geliştirme çabasının da bu operasyonun önceden yapılan hazırlıklarına dahil olduğunu kabul edebiliriz.
En yoğun olarak atılan sloganlar arasında demokrasi lafını duymak yerine minarelerden okunan selaları ve İslam Devleti mensuplarına ait sloganları duymaktaydık. Selalar bir yandan darbecilerin ya da onların öldürmüş olabileceği insanların cenazeleri için okunurken diğer yandan da on dakika da bir tekrarlanması ve arada yapılan dini ajitasyonlar gösterdi ki demokrasinin cenazesi için de okunuyor. Çünkü bu camilerden örgütlenmenin ortaya koyduğu gerçek sokağa dökülen kitlenin şeriatçi bir cemaat olduğu ve çok önceden İslami faşizmin bir hazırlığı olarak cami temelli örgütlenmiş olduğudur. Bu kitle minarelerden okunan selalarla sokağa çağrılırken zaten önceden örgütlenmiş ve yapacakları iş tespit edilmiş, atacakları sloganlar ağızlarına sokulmuştu. Bu kitlelerin idam cezasının geri gelmesini[4] istemeleri de bu örgütlü tutumun bir sonucudur ve RTE “önüme gelirse onaylayacağım” derken aslında kendi tasarladığı bir planın yığınlardan gelen bir talep olduğu oyununu oynamaktadır. Burada İslami faşizmin karakteristik özelliklerinden birinin, faşizme hazır en geniş kitle desteğini sağlama görevinin nasıl yerine getirildiğini görmekteyiz.
Baş sloganları, “ya allah, bismillah, allahu ekber ve kanımız aksa da zafer İslamın” idi… Bu sloganlar tüm şeriatçi örgütlenmelerin, İslam Devleti’nin, El Nusra’nın, Ceyş ul İslam’ın da sloganıdır. Eylemlerine bakıldığında da teslim olan erleri linç ettiklerini görürüz. “Dördünü öldürdük sıra beşinci de” diye bağırarak koşan insanların olduğu topluluğun demokrasi aşığı olduğuna inanmak için demokrasinin katliamcılık olduğunu kabul etmek gerekir.
Aynı güruhun Gazi Mahallesi halkı üzerine yürümesi, Konya’da Suriyeli mülteci grubuna saldırması, Malatya’da Alevi mahallelerine yürümeleri ne tür “demokrasi aşıkları olduğunu göstermektedir.
Darbeyi protesto ettiği söylenenlerin eylemleri işte bunlar. Darbeyi protesto ettikleri kuşkusuz doğru ama onun yerine demokrasi istemedikleri de bir o kadar doğru. İlericilere, mültecilere ve Alevilere saldıranların demokrasi istediklerini söylemek imkânsız ama ırkçı ve mezhepçi olduklarını söylemek eylemlerinin karakteri dolaysıyla başka delil gerektirmeyen bir hakikat.
AKP güruhuna silah verilirse ne olur?
RTE’nin sokağa çıkardığı insanlar arasında silahlı olanları da vardı ama silahsız olanlarının yaptıklarını görmek bunların tümünün silahlı oldukları takdirde neler neler yapabilecekleri konusunda fikir edinmemizi sağladı. Bunlar tam bir katil sürüsü. Sahip oldukları ideolojinin IŞİD Selefilerinden pek ayrı olmadığı apaçık görüldü. İşte iktidar sözcüleri sözde “darbeye karşı kendilerini savunmak üzere bunlara ruhsatlı silah verilmesini” savunuyorlar. Maazallah bunların ellerinde silahlarıyla, Gazi Mahallesini bastığını, göçmen yerleşim alanlarına daldıkları, Alevi mahallelerine girdiklerini düşünmek bile ürkütücü. Ne olacağını bilmek için, kanlı pazarlara, Maraş, Madımak, Çorum, Sivas katliamlarına, Malatya’da Hırıstiyanların boğazını kesmelerine bakarak İslam Devleti militanlarının Suriye’de sergiledikleri manzaraların tümünü gerçekleştireceklerini kestirmek zor olmasa gerek.
Ama RTE bize söylemişti: “dindar ve kindar nesiller yetiştireceğiz” diye. Dindar oldukları caminin çağrısını duyduklarında sokağa fırlamalarından belli; Ne kadar kindar olduklarını da teslim olan gencecik asker çocukları gözü dönmüş bir halde linç etmelerinden anlayabiliyoruz. RTE bu söylediğini belli bir çerçevede gerçekleştirmiş demek ki. Şimdi bunun tüm toplumu teslim alacak çapta genişletilmesi için gereken manevraları yapmaya girişti. Bunun için yeniden darbe mağduru rolünü oynayarak, açık bir diktatörlük konusunda ciddi adımlar atmış bir halde cümle alemi 10 yıl önce getirdiği tezgaha yeniden getirmeye çalışıyor. Ne var ki on sene öncesinden gelen deneye kulak asmayan epey bir geniş kesim var gibi görünüyor. RTE’nin yine zayıfladığını, bu zayıflık dolaysıyla dün oluşturmaya kalkıştığı faşist diktatörlüğü gerçekleştirmeye gücü yetmeyeceği için geri adım atacağı ve onun bu geri adımından yararlanmak ve mevzi kazanabilmek için onunla, yakınlığın ölçüsü değişik olmakla birlikte, yakın ilişkiyle girilmesini savunan epeyce bir kesim var görünüyor.
İslamcı faşist bir diktatörlük kurmak için önündeki engellerin birçoğunu temizlerken kadrolaşmasını da ileri düzeylere çıkarmış bu harekete karşı gösterilecek bir zaaf “yetmez ama evet”çilerin zaafını kat kat aşacak bir nitelikte olacaktır. Zira o dönemde henüz bu girişim emekleme adımlarını atıyordu. Artık bu girişim koşar adımla ilerleyecek bir konuma geldi. İşte bu koşuya geçmiş hareketin etrafındaki kitleye bir de silah temin edilmesi[5] demek SS kıtalarının devlet eliyle kurulmuş olması anlamına gelecektir.
OHAL ve RTE’nin yeni takiyyesi: Milli birlik ve Kürtlerin tecridi
“Kırk katır mı kırk satır mı?!” meselindeki kırk satırdan böylece kurtulmuş olduk ama kırk katır hemen akabinde üzerimizde tepinmeye başladı: Darbenin artık geride kalmasına, darbecilerin neredeyse tümünün tutuklanmasına rağmen RTE sokağa çağırdığı kitlesini geri göndermezken bir de devleti olağanüstü durumda işletecek olan OHAL’i ilan etti. Kimileri yatıştırıcı beyanlar veriyor olsa da RTE tekrar tekrar OHAL’in ikinci bir üç ay daha uzatılacağını söylüyor, “Fransa’da bir yıldır uygulanıyor da ne oluyor?” diyerek kendi durumunu meşrulaştırmaya çalışıyor. Yani en azından bir yıla zihnimizin alışmasına çalışıyor. Doğal olarak bir yıl süren bir OHAL’in ciddi politik doğrultu değişiklikleri olmadan bir kenara konulabilmesi olanaklı olamaz. Tersine bir üst aşamaya geçmek daha ciddi bir zorunluluk haline gelebilir. Bu durum göstermektedir ki, RTE klasik faşizmin bütün özelliklerini İslami bir çerçevede gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Elbette darbeciler gibi açıktan birden herkesin üzerine çullanmamakta tersine daha önceleri yaptığı gibi baş düşmanını tecrit edip kendisi en geniş ittifakı oluşturarak ilk hedefi müttefiklerinin de onayı ve desteğiyle tasfiye yoluna gitmektedir. Şu anda ilk hedef darbecilerin tam anlamıyla tasfiyesini gerçekleştirmek ve onları tasfiye ediyorum perdesi ardında da sokağı tutmaya, kitlesini militanlaştırmaya, cami çerçevesinde yaratılmış olan örgütlenmenin pekiştirilmesine devam ederken PKK ve sosyalistleri tasfiyenin adımlarını atmaktır. Böyle yapmak zorundadır zira kendisini iktidar yapan AB ve ABD ile olan çelişkileri kendisinin tasfiyesine varacak ölçüde gelişmiş bulunuyor. Bu nedenle bir önceki durumundan daha geniş ve farklı bir ittifaka ihtiyaç duyuyor. Ama şimdi yönünü çevirmiş olduğu doğuya doğru yapısal durumun izin vereceğinden daha fazla adım atmaya kalkışması da kendi yıkımını hızlandıracağını kestirebilir ve bunun gerektireceği esneklikleri göstermeye kalkışabilir. RTE’nin politika hızlı dönüşler yaptığını 14 yıl içerisinde defaatle izledik. Ama bunlardan birinde boynunu kırması da ihtimal dışı değildir.
MHP ve CHP’nin şimdi AKP’yi kendilerine muhtaç olarak görmelerinin bu aldatıcı cazibesine kapılarak iktidardan pay almak üzere manevralara giriştiğini görüyoruz. CHP MHP dışında kalan muhalefet kesimlerinin öncülüğünü de ele geçirebilmek için atak adımlar atıyor. Taksim mitingi bunun ilk adımı oldu. Ne yazık ki, CHP dışında kalan muhalefet güçleri bütünlüklü bir taktikle CHP’nin bu girişimine yanıt veremediler; parçalandılar ve CHP üzerinde olabilecek en zayıf etkiyi yaratarak CHP’nin kurguladığı manevradan başarılı olarak çıkmasına katkıda bulundular.
RTE darbeyle birlikte hem faşist diktatörlüğe geçmek için imkân kazandı hem de altüst olan dengeler dolaysıyla son derece kritik bir konuma ulaştı. Bu kritik konumu aşmak ve amaçlarını gerçekleştirmek için muhalefetin yatıştırılmasına ihtiyacı var; Zira İslami cephe kendi içinden darbe yedi ve RTE şimdi ayıklanması zor ilişkileri yönetmek zorunda. Ergenekoncularla kurduğu ittifak Cemaatçilerle kurduğu ittifaktan daha az güvenilir bir durumda. Diğerleriyle ideolojik bir ortak zemin varken Ergenekoncularla birbirinin gırtlağını sıkacak ölçüde büyük bir zıtlık var. bu nedenle RTE “iyi saatte olsunları” ürkütmeden bu köprüyü geçmeyi deneyecek. Bu uzlaşma, demokrasi retoriğini öne geçirirken bütün pis işlerini de “Cemaati temizliyoruz!” diye gerçekleştirecek. Örneğin ilan edilen OHAL gibi. Bu faşizme sıçramanın önemli bir eşiğini oluşturdu. Ama bu tek başına iktidar olma amacına doğrudan bağlanan bir köprü oluşturmaz. Tam tersine askerin rolünü abartarak Ergenekoncuların daha güçlü bir konuma ulaşmalarına da yol açabilir. Onun için RTE onları da geriye itebilmek için muhalefetin yardımına ihtiyacı var. Aynı “yetmez ama evet günlerindeki” aşklar gibi.
Şu anda bütün düzen partileri RTE'nin ihtiyaç duyduğu desteği verir durumda. Çünkü darbe tehlikesinin geçmediği ve darbeyi hep birlikte engellemek gerektiği gibi bir misyon uydurmuş durumdalar. Bir önceki darbeyi cemaat yaptı. Peki yeni darbeyi kim yapacak? Bu konudaki alternatif RTE'nin yeni müttefiki Ergenekon.
Türkiye RTE'nin kurduğu tehlikeli ittfakların payandası olmaktan kurtulmadıkça RTE bu memleketle daha çok oynar. Bu kadar iyi “yürekli” olmaya gerek yok. Kılıçdaroğlu daha önceki pespaye muhalefetiyle RTE'ye can verirken şimdi de muhalefeti bile unuttu, darbe engelliyor. Hangi darbeyi? Hayali bir darbe bu. Oysa bununla uğraşmak yerine OHAL’in kaldırılması için mücadele etmek gerekir.
RTE muhalefetten her destek istediğinde bunun karşılığı olarak onun karşısına geri dönülmez nitelikte demokrasi talepleri ile dikilmeli. Eğer gerçekten RTE'nin zayıf olduğuna inanılıyor ve muhtemel bir darbeyi engellemek amacı var ise bunun yolu demokrasi talepleri çıtasını yükseltmekten ve bunu RTE'nin burnuna dayamaktan geçer.
RTE karşısına böyle taleplerin dikilebileceğini iyi bildiğinden takiyye oyununa bütün gücüyle devam ediyor. Karşısında oluşabilecek gerçek demokratik bir muhalefetin imkânlarını en asgariye indirebilmek için CHP’nin Taksim mitingini yapmasına elinden gelen bütün desteği verirken daha önce söylemiş olduğu “buraya paşa paşa geleceksiniz” lafını da gerçekleştirmekten geri kalmadı. Zaten yanına almış olduğu MHP merkez yönetiminin yanında CHP’yi de “liderler zirvesi” perdesi ardında kaçaksarayına getirterek Kılıçdaroğluna “şartlar değişti” kıvırtması ile tükürdüğünü yalatmayı ve milli birliği kurmayı başardı[6]. Ama RTE’nin başarısı bu kadar da değil elbette. Bunu yaparken Meclisteki ikinci büyük partiyi de (HDP) bu girişimin dışında tutarak bundan sonraki süreçte yürüteceği tecrit ve saldırı politikasının bir adımını daha atmış oldu. Bu oyunu bozmak ya CHP’nin parçalanması ya da faşizm tehlikesinin nasıl acil hale gelmiş olduğunun tabın tarafından kavranarak faşizme karşı mücadele cephesine doğru yöneliminin değiştirilmesini sağlamakla mümkün olabilir. Tabi bu politikanın en büyük engelleyicisini de RTE’nin uyguladığı yeni takiyye’nin, “çaresizlikten yumuşamanın” sahiden faşizm tehlikesinin aciliyetinden kurtulduğumuz gibi bir zehaba kapılınmasıdır. Böyle düşünüldüğünde CHP’nin o ittifak içerisinde rahat hareket etmesini engellemek, pozisyonunun değiştirmesini zorlamak yerine, acil faşizm tehlikesinin olmadığı zamanlarda olduğu gibi deşifre edilip tabanını kazanılması politikaları öne geçer. Taksim mitingine katılım meselesi dolaysıyla, sanki mesele CHP’nin nasıl değerlendirilmesi gerektiği imiş gibi “CHP’nin nasıl bir düzen partisi olduğu, nasıl gerici ve Kürt düşmanı olduğunun” alakasız bir biçimde anlatılmaya çalışılması göstermiştir. Bu tartışmaların gösterdiği asıl önemli ve kritik gerçek ise mevcut siyasal durumun farklı farklı değerlendirilmesi ve hatta acil faşizm tehdidinin göz ardı edilmesidir.
Bu durum RTE’nin oyununa gelmek demektir.
RTE “Allahın lütfu” olan darbe sayesinde faşizme doğru taş üstüne taş koymaya devam ediyor. 17-25 soruşturmalarından bu darbe sayesinde (ABD’deki soruşturma hariç) sıyırmış durumda. Artık kimseler çıkıp da o işin ardına fazla düşecek durumda değil. Darbe sayesinde OHAL ilan etmek suretiyle bir taşla birkaç kuş vurmuş oldu. Bunun üzerinde detaylıca durmak gerekiyor. Yine darbe sayesinde CHP ve MHP’yi muhalefet olmaktan çıkarıp destek haline dönüştürdü. Aslında MHP’nin Devlet’çi kesimini çoktan o hale sokmuştu. Ama bu kez kaçaksaraya adımını atmayacağını söyleyen Kılıçdaroğlu’nu da ayağına getirmeyi başarmış oldu. Bu meşruiyetini en azından CHP tabanına benimsetmek açısından önemli bir adım. Böyle bir meşruiyetin tanınması OHAL vesilesiyle atılacak faşizan adımların en az tepkiyle karşılanmasına hizmet edecektir.
RTE iktidara gelişinin ardından oynadığı takiyye oyununu, AKP genel merkezine boydan boya bir Atatürk posteri asarak bu kez de başarıyla oynuyor görünmektedir. Üstelik o zaman RTE’nin yaptıklarının takiyye olduğunu söyleyenlerin bu kez desteğini almış olarak. Kaldı tek itiraz odağı HDP ve bileşenleri. Eğer onlar da bir numara ile kendi içlerinde bölünebilir, zaten ayrı durdukları solun diğer kesimleriyle aralarındaki mesafeyi büyütmeyi “başarabilirler” ve birbirlerinden tecrit edilebilirlerse RTE’nin işleri iyice kolaylaşmış olacaktır.
Şu anda açık bir biçimde ortada olmayan bir tutuma şartlı bir cümle ile başlayarak işaret etmenin elbette ki, nedenleri vardır. Zira AKP iktidarının sahnelediği oyunu yeni bir takiyye olarak görmeyip onun darbeye bağlı olarak güç kaybetmesi sonucu faşist diktatörlük hesabından geri adım atarak daha uzlaşmacı bir tutumu benimsemek zorunda kaldığına yoranlar alınması gereken acil tedbirlerden imtina edip 7 Haziran seçimleri öncesindeki siyasal rekabet ortamındakine benzer bir hareket hattına yönelebilirler. Darbeden hemen önce HDP ve diğer demokrat-sosyalist kesimde adım adım sahnelenen faşist diktatörlüğe gidişe karşı bir demokrasi cephesinin oluşturulması acil görev olarak görülürken ve bu cephede en azından CHP’nin bir kesiminin yer alması hesapları yapılırken şimdi Pazar günkü miting konusunda alınan tutumlarda görüldüğü gibi CHP’ye karşı olan devrimci güçler-düzen güçleri hesaplarında yapıldığı gibi bir tutumun geliştirildiğini ve “CHP’nin oluşturulmakta olan” (ve muhtemelen artık “faşizm/totalitarizm” diye nitelenmediği için bir başka adla anılan) “’yeni rejim’in sol kanadı olmayı benimsedi”ği analizi yapıldığını görmekteyiz. CHP zaten her zaman düzen güçlerinin sol tarafını temsil etme iddiasındaydı.
Bu anlamda demek ki, RTE’nin faşizme geçiş için görünür adımlar atmaya başladığı dönemin öncesine dönmüş oluyoruz. Ne var ki, fiiliyat açısından böyle bir durum söz konusu değildir. Bu güne kadar atılan faşizan adımların hiç biri geriye alınmadığı gibi üstelik şimdi bir de o adımların hepsini gölgede bırakacak OHAL ilan edilmiş bulunmaktadır. OHAL’in bir süreklilik kazanıp kazanmayacağı muhalefet güçlerinin vereceği mücadeleye bağlıdır. Bu mücadele hem OHAL’in kaldırılmasını hem de uzatılmasını getirebilir. RTE iktidarı tecrit edilebilir ve adım atacak mecali kendisinde bulamaz ise OHAL’in fiilen yürütülmesi imkânsız hale gelir ve AKP’nin attığı her adım meşruiyet duvarına çarparak iktidar güçlerinin yıpranmasına yol açar. Yok eğer AKP ittifaklarını 7 Haziran seçimlerinin ardından başardığı gibi sağlam tutabilir, kimini doğrudan kimini dolaylı destek olarak yanına alabilir ise tecrit olacak olan biz oluruz ve OHAL bir süreklilik haline gelerek faşist diktatörlüğün inşasının iskelesi niteliğine bürünür. Onun için mevcut durumu bir yumuşama değil tam tersine faşizme doğru ilerleyişin ivmesinin artması olarak değerlendirmek gerekir. Aksi takdirde “yetmez ama evet”çilerin içine düştükleri kullanışlılık durumuna biz düşmüş oluruz.
Gezi üzerine söylenen sözler ve yapılan değerlendirmeler unutulmadan şunu akıldan çıkarmamak gerekir: AKP iktidarının sıkıştığı her durumda ona verilen en küçük destek dengesini yeniden bulmasına ve 14 yıllık iktidarı döneminde görüldüğü gibi saldırı gücü edinmesine olanak sağlar. Bu günlerde “Gezi’de ne olmuştu; kimler ne yapmıştı?” sorusunu bir kez daha önümüze koyup süreci yeniden değerlendirmek büyük yarar vardır.
OHAL’le RTE sadece fiilen değil resmen de başkan oldu!
Fettullahçı darbe geride kalmıştır ama bize OHAL’i hediye ederek geride kalmıştır. OHAL’ gelip geçici, basit bir sorun değildir. Darbe öncesinde İslami faşizmin gelişmesi konusunda yaptığımız tahlillere ciddi bir eşik daha atlatan bir durumdur. Vehametin nasıl büyümüş olduğunu anlamak için uzun zaman uygulanan ama unutmaya başladığımız OHAL yasasına bir göz atmak gerekmektedir. Her şeyden önce RTE’nin anayasa değişikliğiyle elde etmeye çalıştığı, gayri meşru biçimde fiilen sürdürdüğü başkanlığa gereken meşruiyeti sağlamaktadır:
Yasanın 121. maddesinde,
"olağanüstü hal süresince, Cumhurbaşkanının başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu'nun, olağanüstü hâlin gerekli kıldığı konularda, kanun hükmünde kararnameler çıkarabileceği"
deniliyor. Bir taşla iki kuş birden vurulmuş oluyor. RTE artık fiilen Bakanlar Kurulu’nun yani icranın doğrudan başkanı.
Bunun kadar önemli olan bir diğer nokta ise Meclis’in ancak bir ay sonra gelmesi gereken Kanun Hükmünde Kararname yetkisi; yani meclisin onayı olmadan bakanlar kurulunun kanun çıkarması. Üstelik Yine bu yasanın 148. maddesine göre "olağanüstü hallerde çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerin şekil ve esas bakımından anayasaya aykırılığı iddiasıyla Anayasa Mahkemesi'nde dava açılamıyor." Yani yasa ve Anayasa OHAL kararnamelerinin Anayasa aykırı olmasını peşinen kabul ediyor. İlan edilir edilmez gözaltı süresinin otuz güne çıkarılmasıyla birlikte işkenceler de yeniden başladı bile. 30 günden önce buna itiraz mercii yok. Meclis’e geldiğinde iptal edilse bile uygulandığı bir ay içerisinde arzulanan eylem tamamlanmış olabilir. Ayrıca yine aynı yasaya göre bu kararnameler komisyonlarda vs görüşülemiyor Meclis Genel Kurulunda da normal prosedür uygulanmıyor. Dolaysıyla da Meclis’te çoğunluğu sağlayan AKP’nin bunları onaylatması da hiç zor değil.
Ama bu yasanın demokrasiye aykırılığı bu kadarla kalmıyor elbette. Her bir maddesi tam bir demokrasi düşmanı olarak hazırlanmış bir yasa bu. Bütünü saymak mümkün olmasa da birkaçını aktardığımızda vahametin ne olduğu anlaşılacaktır. Zaten Kürdistan’daki uygulamalara bakıldığında bunları bilmeye de ihtiyaç olmadığı görülür:
– Gerek görülen bölgelerde yerleşim ve giriş-çıkış yasakları.
– Gerek görülen yerleşim yerlerini boşaltmak, başka yerlere nakletmek.
– Her derecede resmi ve özel eğitim-öğretime ara vermek, öğrenci yurtlarını geçici veya sürekli olarak kapatmak.
– Tüm haberleşme araç ve gereçlerinden yararlanmak ve gerektiğinde bu amaçla geçici olarak bunlara el koymak.
– Sokağa çıkmayı sınırlamak veya yasaklamak.
– Belli yerlerde veya belli saatlerde kişilerin dolaşmalarını ve toplanmalarını, araçların seyirlerini yasaklamak.
– Kişilerin; üstünü, araçlarını, eşyalarını aratmak ve bulunacak suç eşyası ve delil niteliğinde olanlarına el koymak.
– Gazete, dergi, broşür, kitap, el ve duvar ilanı ve benzerlerinin basılmasını, çoğaltılmasını, yayımlanmasını ve dağıtılmasını, bunlardan olağanüstü hal bölgesi dışında basılmış veya çoğaltılmış olanların bölgeye sokulmasını ve dağıtılmasını yasaklamak veya izne bağlamak; basılması ve neşri yasaklanan kitap, dergi, gazete, broşür, afiş ve benzeri matbuayı toplatmak
– Söz, yazı, resim, film, plak, ses ve görüntü bantlarını ve sesle yapılan her türlü yayımı denetlemek, gerektiğinde kayıtlamak veya yasaklamak.
–Her nevi sahne oyunlarını ve gösterilen filmleri denetlemek, gerektiğinde durdurmak veya yasaklamak.
– Kamu düzeni veya kamu güvenini bozabileceği kanısını uyandıran kişi ve toplulukların bölgeye girişini yasaklamak, bölge dışına çıkarmak veya bölge içerisinde belirli yerlere girmesini veya yerleşmesini yasaklamak.
–Bölge dahilinde güvenliklerinin sağlanması gerekli görülen tesis veya teşekküllerin bulunduğu alanlara giriş ve çıkışı düzenlemek, kayıtlamak veya yasaklamak.
– Kapalı ve açık yerlerde yapılacak toplantı ve gösteri yürüyüşlerini yasaklamak, ertelemek, izne bağlamak veya toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin yapılacağı yer ve zamanı tayin, tespit ve tahsis etmek, izne bağladığı her türlü toplantıyı izletmek, gözetim altında tutmak veya gerekiyorsa dağıtmak.
– Dernek faaliyetlerini; her dernek hakkında ayrı karar almak ve üç ayı geçmemek kaydıyla durdurmak.
– Anayasanın 121'inci maddesine göre, olağanüstü halin ilanına veya devamına sebep olan hallerin Türkiye Cumhuriyeti sınırları ve mücavir yurt bölgeleri üzerinde cereyan etmesi ve eylemcilerin eylemlerini müteakip komşu ülke topraklarına sığındıklarının tespit edilmesi durumunda, ilgili komşu ülke ile Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti arasında varılacak mutabakat çerçevesinde, valinin talebi üzerine ilgili komutan, eylemcileri ele geçirmek veya tesirsiz hâle getirmek maksadı ile, her defasında Genelkurmay Başkanlığı kanalı ile hükümetin müsaadesi tahtında, ihtiyaca göre, Kara, Hava veya Deniz kuvvetleri unsurları ile mahdut hedefli sınır ötesi harekât planlayıp icra etmek.
Kürdistan’daki kent boşaltmaları için artık ille de kenti bombardımanla yerle bir etmek gerekmediği gibi sınır ötesi operasyonlar için de artık Meclis kararı gerekmiyor. Bunca AB sözleşmelerine ve Anayasaya aykırı antidemokratik yetkiye idare ve yerel yönetimlerle ilgili eklerin yapılması ihmal edilmemiş:
"Mahalli idarelere ait yetkiler" bölümünün 27. maddesinde “olağanüstü hâl bölge valiliğinin ya da il valilerinin, mahalli idare organlarınca alınacak kararların uygulanmasını kendi onaylarına bağlayabileceklerini" ve yine yasanın 33. Maddesi de,”içişleri bakanı ve valilere tanınan yetkilerin kullanılması ile ilgili idari işlemlere karşı idari yargıda açılacak davalarda yürütmenin durdurulması kararı verilemeyeceği”ni hükme bağlıyor.
Ama Adalet Bakanı bütün bunların yapılmasının nedeninin halka karşı değil devlete karşı olacağını söyleyerek yüreklere su serpiyor. Daha “iç rahatlatıcı” olanı ise OHAL ilanının
– terör örgütünün bertaraf edilebilmesi
-demokrasinin, özgürlüklerin ve hukukun korunması
için olduğu. Bunlar bütün darbecilerin klişe haline gelmiş darbe meşrulaştırma cümleleridir. Kim halkın iradesine, demokrasiye, hukuka, insan haklarına karşı bir eylemde bulunsa şimdiye kadar hep “bunları korumak ve kollamak için hareket ettiklerini” savunmuştur. 27 Mayıs, 12,Mart, 12 Eylül, 28 Şubat hep aynı iki klişe cümleyi öne sürmüşlerdir. Ve şimdi de Kenan Evren'i sözde darbecilikten yargılamış olan RTE onun ruhuna bürünerek karşımıza dikilmiş bulunuyor.
Yeni ittifaklar yeni problemlerle birlikte ilerleyecek
RTE’nin 9 Ağustosta Rusya’ya gideceğini ilan etmesi darbeden iki hafta önce gerçekleştirilen dış politika değişikliklerinin bütün hızıyla ve derinleşerek devam edeceği anlamına geliyor. Nedir bu derinleşmenin doğrultusu? Kimileri TC’nin NATO ve ABD’den kopup Şanghay İşbirliği Örgütü’ne gireceğini söylese de TC’nin kuruluşundan beri benimsemiş olduğu duruşun, siyasi, iktisadi ve askeri ilişkilerin tümünün değiştirilmesi anlamına gelir ki, bunu yapabilecek olanın TC’de bir ihtilal gerçekleştirmesi gerekir. Tabi ki her ihtilal hazırlığı karşı ihtilalleri de beraberinde sürükler. RTE’nin İslami bir faşist iktidar oluşturma girişimleri kuşkusuz ki bir karşı ihtilal oluşturmaktadır. Bunda tümüyle başarılı olduğu takdirde böyle bir adımı atabilir. Ancak bu noktaya gelmeden atacağı böyle bir adım TC’nin bütün cepheleriyle (emperyalizmin de bir iç olgu olduğunu unutmadan) RTE’nin üzerine çullanması anlamına gelir. Bu ihtimali şimdilik dışta bırakarak sorunu ele alacak olursak RTE’nin bir zamanlar bölgesel hegemonya hesaplarıyla angaje olduğu ABD’nin bölgesel politikalarını bir kenara koyup (zaten bu konuda artık adım atacak hali kalmamıştır) durumunu konsolide edebilmek ve itilip kakılmakta olduğu ABD-AB-NATO çevrelerine karşı Osmanlı ve Cumhuriyet mirası olan Rusya sayesinde bir denge unsuru oluşturma hesabı olarak kabul etmek gerekir. Ancak bunun bir hesap olduğunu ve TC’nin yapısal konumu itibariyle mantıki sonuçlarına ilerletilebilmesinin pek olanağı olmadığını akılda tutmak gerekir. Türkiye’de emperyalizmin artık bir iç olgu haline gelmiş olduğu ve iktisadi, siyasi, ideolojik, kültürel alanlarda kendisini bizatihi Türkiye toplumu içerinden yeniden üretme karakteri kazandığını unutarak Türkiye’nin yönelimlerini izah etmeye kalkışmak bütünüyle hayali bir projeyle uğraşmak demektir.
Olmaz ama, ekonominin “nihayi tahlildeki belirleyiciliği”ni bir yana koysak bile, onun hayatta herhangi bir rolü var ise TC’nin Batı kapitalizminden kopup Doğu kapitalizmine transfer olmasına olanak tanımaz. Zira TC kapitalizmin yapısal konumu Batı sermayesine bağımlı oluşla belirlenmiştir. Bunu tüm dünya İslami sermayeleri için olduğu gibi “İslami” diye nitelenen yerli sermaye kesimi için de aynen söyleyebiliriz; Bir Suudi Sermayesinin ABD sermayesinden bağımsız davranabileceğini düşünmek mümkün değildir. Böyle bir yön değiştirme ancak dünya çapında yıkım yaratan bir krizin ardından olanak kazanabilir ama öyle bir yıkımın yaratacağı yeni koşullar da bugüne hiç benzemeyeceği için üzerinde durmaya bile gerek yoktur. Eğer bu gerçekliğe rağmen aynı doğrultu sistemin taşıyabileceğinden biraz fazla zorlanırsa akibet, benzeri bir deneyime girmiş olan Menderes’in başına gelenlere benzeyebilir. RTE kendisini sık sık Menderese benzetiyor. O benzetmenin sonuçlarından gereken dersleri çıkarmışsa ipi taşıyabileceğinden daha fazla germemek gerektiğini de biliyordur. Yoksa Menderes’e göre çok daha fazla düşman kazanmış olan RTE onunkinden daha beter bir akibete sürüklenmekten kendisini kurtaramayacaktır. Bu kadar can düşmanı kazananın, bu düşmanlardan ne kadar sakınsa da, birinin attığı taşın gözünü çıkarabileceğini aklından çıkarmamak zorundadır.
Darbenin kimi sonuçları
Bu darbenin TC ordusu üzerindeki en önemli etkisi “siyaset dışına çıkarılıyor” sanılan bir ordunun boylu boyunca ve kimsenin de itiraz etmesine imkân bırakmayacak bir biçimde yeniden siyasetin orta yerinde boy göstermiş olmasıdır. Siyasete müdahale etme konusunda kaybedilen moral yeniden kazanılmış ve eski cuntacıların bitleri yeniden deve olmuş durumdadır. Üstelik şimdi bunu bir darbeye karşı çıkmak, ordunun siyasete sokulmasını, Cemaatin ordu içindeki etkinliğini eleştirme çerçevesinde yapmaktalar ve itiraz edilmesi de zor görünmektedir. Bir ordu dış savunma dışında içeride ne kadar çok kullanılır hale gelirse iç ve dış siyasetin de o kadar büyük bir faktörü olma özelliğini kazanır. Nasıl 27 Mayıs veya 12 Eylül darbeleri askeriyeyi siyasetin doğrudan bir parametresi haline getirmişse bu darbe de öncekiler gibi başarılı olmamış olsa da askeriyeye eski özelliğini kazandırmış bulunuyor.
Daha önce yazdıklarımızda Suriye’yi Afganistan’a çeviren RTE’nin Türkiye’yi de Pakistan’a çevirdiğini ifade etmiştik. Şimdi Suriye bu Afganistan haline gelmişken TC devleti de darbeyle birlikte Pakistanlaşma yolunda bir merhaleyi daha aşmış bulunuyor. Sınıf mücadelesini ve RTE’nin bir iktidar olma yöntemi olarak geliştirilmesini gerekli gördüğü iç gerginliklere, “artık olmasına gerek kalmadığı, olamayacağı, zaten de orduda bunu yapacak kimselerin kalmadığı” söylenirken, darbeler eklenmeye başladı. Nasıl 27 Mayıs darbesi olduğunda kimi öngörü sahipleri bunun artık arkasının geleceğini söylemiş (Mahir Çayan da 12 Mart darbesinin ardından TC’nin artık emperyalizmin iç olgu haline geldiği bir Latin Amerika ülkesine döndüğünü ve darbelerin darbeleri izleyeceğini söylemişti) ve hakikat öyle de tecelli etmişse, 15 Temmuz darbesinin ardından kendilerini rahatlamak için “artık darbe olamayacağı ispatlandı!” diyenlerin maalesef inadına yeni darbeler Türkiye siyaset sahnesinden uzak olmayacaktır.
Tekrar olacak olsa da bir kez daha muhtemel manzaranın altını çizmekte yarar vardır:
RTE Fettullahçıları tasfiye için ordunun üst kademesi ile anlaşmıştı (ama bu üst kademenin ABD-NATO ile nasıl bir anlaşması vardı bunu henüz bilemiyoruz). FETO hakkında henüz hiç bir mahkeme kararı olmamasına rağmen Mayıs ayında yapılan MGK'de “FETÖ TERÖR ÖRGÜTÜ’ne karşı mücadele” milli güvenlik belgesine yazıldı. ve böylece bu iş bir devlet politikası haline geldi.
16 Temmuz sabahı Deniz Kuvvetlerinde geniş bir tutuklama yapılması planlanmışken Ağustos başında toplanacak olan Yüksek Askeri Şura’da da FETOCU diye mimlenenlerin hepsi ordudan atılacak olduğunu FETOCULAR da biliyorlardı. Tarafların hepsi iç içe oldukları için birbirlerinden haberdar olmaları zor olmuyordu. Onun için Fetocular yanlarına alabildikleri ya da öyle düşündükleri güçlerle birlikte harekete geçme kararı aldılar. Ve onların kararını da tabii ki RTE ve Genel Kurmay da biliyordu.
Onun için darbe haberini almalarına rağmen darbecileri tutuklamak yerine harekete geçmelerini ve bütün ilişkilerini ortaya çıkarmalarını ve bu vesile ile başka istemedikleri rakipleri de tasfiye etme imkânını sağlamaya çalıştılar. Darbenin o bir hafta içinde olacağını bildikleri için RTE ortadan kayboldu. Nereye gittiğini yaverlerine bile söylemedi. ancak darbenin olacağı gün nerede olduğu keşfedilebildi ama harekete geçmek için geç kaldılar ve RTE Marmaris’te kaldığı otelden kaçtı. Ona rağmen darbe hareketi başladı; önceden darbeye katılacağını söylemiş olan kimi kuvvetler vazgeçtiler; Darbeciler hareketin birinci ayağını oluşturan orduyu tam ele geçirme operasyonunu gerçekleştiremeden karşı harekat başladı ve darbe bastırıldı. Şimdi RTE bunu bir fırsata çevirmeye ve tüm rakiplerinden kurtulmaya, OHAL sayesinde daha sıkı denetleme imkanına kavuştuğu devlet güçlerinin yanında faşizmin mütemmim cüzü olan faşist bir kitle hareketi oluşturmaya çalışıyor; bu kitlenin oluşturucu gücü de Türk-İslam sentezi yerine İslam-Türk sentezi olarak yenilenmiş olan faşist söylemden oluyor.
Ne var ki, tehlike tek yanlı değil; bu vesile ile eski Ergenekoncular ve diğer muhtemel cuntacı guruplar da orduda şimdi FETOCULAR’dan kurtulmuş olarak daha da güçlendiler; siyasete müdahale için ihtiyaç duydukları moral üstünlüğü kazandılar. Bundan sonraki kavga, şimdi ittifak içinde olsalar da Ergenekoncularla RTE arasında olacaktır. Tarihini bilemeyiz ama yeni bir darbe çok uzak bir geleceğin işi gibi görünmüyor.
Türkiye darbeler tarihi göstermiştir ki ABD-NATO olmadan bir darbenin başarılı olması mümkün değildir. Bu nedenle yeni darbenin içinde ABD’nin elinin mutlaka olacağını akıldan çıkarmamak gerekir. Elbette ilişkilerin yeniden düzenlenmesi belli bir süreci gerekli kılacaktır. FETOCULAR’ın NATO ve ABD ile de ilişkiliydiler ama ABD’nin tek ata oynadığını düşünmek hata olur. Daha önce tasfiye ettikleriyle de yeniden ilişkilerini geliştirmiş olması TSK’nın NATO içindeki yeriyle önceden belirlenmiş durumdadır.
Son: gerekçe gerektirmeyen hüküm
1-AKP darbeci cemaate sahip olduğu imkânları sunup darbe yapmasına imkân sağladığı için: “ne istediniz de vermedik"-RTE
2-Bildiği halde darbeyi engellemeyip yol almasına izin verdiği için darbe teşvikçiliği ve çok sayıdaki cinayette suç ortaklığından,
verdiği zarar ziyanları tazmin etmek üzere kendisinin ve beslemelerinin tüm mal varlığının müsaderesine, halk düşmanı apartmanında ikamete, asgari ücretle ömür boyu insanlık eğitimi görmeye ve halka hizmete mahkum edilmiştir.
*****************
EK: Komplo ve darbe
Toplumsal olayların tümünü komplo olarak niteleme ile gelişen olayların akışını etkilemek üzere müdahale anlamına gelecek olan komploları birbirinden ayırt etmek gerekir. Kendilerini akıllı başkalarını aptal/paranoyak yerine koyarak “Ben komplo teorisine inanmam” diyenler aslında egemen sınıfların oyunlarını bilerek ya da bilmeyerek gizleyenler, zihinleri böyle bir önyargı ile ipotek altına alarak istenmeyen soruşturmaların önünü kapatmak isteyenlerdir. Komplo demek gizli bir planın belli bir gelişmenin yönünü değiştirmek veya engellemek üzere uygulanması demektir. Komplo denilen işi gerçekleştirebilecek imkanlara sahip olanlar istisnası olabilecek olsa bile esasında egemen sınıflardır. Onun için de operasyonel gizli servisler oluştururlar ve muhtelif olayların gelişimine yön vermeye, karşılarındakinin hareket doğrultusu bozarak istemedikleri tutumlara girmelerine neden olmaya çalışırlar. Elbette ki hiçbir toplumsal olay kağıt üzerinde hesaplandığı gibi akmaz. Mutlaka hesaba katılmayan kuvvetler yapılan hesapları ya bozacak ya da yönünü değiştirecek düzeyde etkide bulunurlar. Ama bu demek değildir ki, egemen sınıflar komplo kurmazlar. Kurarlar ve kimi zaman da başarılı olurlar. Örneğin, İran’da Musaddık’a, Şili’de Allende’ye, Venezuella’da Chavez’e, hatta Panama’da haydut Noriega’ya yapılan darbeler komplo değildir de nedir? Gizli servislerin tarihlerini okur isek daha bunun bin bir örneği ile karşılaşırız.
Bu nedenle “ben komplo teorisine inanmam” lafı bu darbede bir ABD komplosu olmadığını ispatlamaya hiçbir şekilde yetmez; Hele de bin bir darbenin tezgahçısı olan ABD böyle işlerde zaten birinci derece de zanlı konumundayken. Başka hiçbir sorumlu aramaya girişmeden önce ABD’nin bu işteki duhlünü araştırmak sonu boş çıkacak olsa bile yanlış bir yöntem değildir, zira çoğunlukla isabetli çıkar.
Ama komploların sadece tek taraflı olduğunu da düşünmemek gerekiyor. Komploya karşı komplolar da kurulabilir ve bu işte yine bir devlet gücü söz konusu olduğu için RTE’nin de bir karşı komplo içinde olduğunu söylemek soruşturmayı yanlış bir yöne sevk etmek anlamına gelmez. Onun için komploların olabileceğini peşin peşin kabul ederek meselenin üzerine eğilmekte yarar vardır. Zaten Darbe denilen işin kendisi bir komplo değil de nedir?
Hiçbir gerginliğin olmadığı bir toplumda komplolarla hayata yön verebilme olanağı yoktur. Zira sizin gizli planını pek kimseleri etkilemez. Dengeli bir hareket tarzı vardır ve sizin müdahaleniz bu dengeyi bozmaya yetmez. Ama zaten sınıfsal ulusal ve mezhepsel dengeleri altüst olmuş ve bir de RTE’nin uygulandığı gerilim politikalarıyla kritik bir konum kazanmış olan Türkiye toplumunda olayların akışını etkileyecek komplolar kendilerine kolaylıkla hayat bulurlar.
ABD ve AB uzun zamandır RTE ile dış politika konularında ciddi çelişkiler içine sürüklenmişlerdi ve hangi adımı atsalar RTE yeni bir taleple öne geliyor, emperyalistlerin kurduğu hesapların işlemesine engeller çıkararak kendi payını büyütmek istiyordu. Bu durum egemen bağımlı ülke ilişkileri içinde ebediyen sürdürülemezdi. Onu için de iki yıldan fazla bir zamandır ki ABD think-tank’lerinde Türkiye’de bir darbenin artık muhtemel olduğu yazılmaya başlanmıştı:
Michael Rubin,
Newsweek : Erdoğan yapayalnız, darbe sürpriz olmaz!
gibi..
İşin ilginç yanı, bütün bu haberlerin yandaş medyada da yer almış olması ve darbenin ABD tarafından düzenleneceği yorumlarının yapılmasıydı.
[1] Darbenin bizatihi RTE tarafından tezgahlanmış bir komplo olduğuna ilişkin yorumlar iç ve dış basında yer almış olsa da böylesine binlerce insanın katıldığı bir eylemin, karşılıklı casusların varlığı sayesinde komplo bilgisinin hem ABD hem Cemaatçiler tarafından elde edileceği ve dolaysıyla engellenebilecek olduğu bir durumda gerçekleştirilebilmesi imkan dahilinde görünmemektedir. Herhangi bir suikast ya da sabotaj eylemi gizlenebilir, ne var ki, böylesine geniş çaplı bir komplonun düzenlenmesi hayatın gerçekliklerinde değil ancak komplo kurgularında kendisine yer bulabilir.
[2] Bu kadar geniş bir hareketin bilgisinin hiç bir biçimde sızmaması mümkün değildir. Hele böyle ilişkileri iç içe geçmiş, bir zaman sembiyotik ilişki yaşamış olan gurupların arasında geçişlerin yoğunluğu dolaysıyla bilgi akışı başka her durumdan çok daha fazla olur. Nasıl RTE’nin ve Genel Kurmay Başkanı’nın en yakın yaverleri karşı tarafın adamları olabilmiş ise cuntacıların içinde de az ya da çok güvenilen muhtelif kişilerin RTE’nin adamı olmaları imkanı mevcuttur.
[3] Cemaate karşı sürdürülen operasyonların sadece siyasi bir muarızdan kurtulmak için değil 100 milyarı bulduğu söylenen muazzam bir servetin talanıyla da alakalı olduğunu hatırlatmakta yarar var.
[4] İdam cezasının geri gelmesi talebi aslında daha önceki takiyye reform döneminde atılan adımların yığınların talepleriyle geri alınması anlamına gelmektedir. İdam isteriz sloganları atılırken, darbecilere işkence yapıldığı, ırza geçildiği haberleri ayyuka çıkmış bulunmaktadır. Adalet Bakanı ise tıpkı 12 Eylül dönemde işkencelerin izah edildiği gibi “kaza oldu, kafasını çarptı” diye izah etmeye kalkışmıştır. RTE’de darbeciler için aynı Evren’in “asmayalım da besleyelim mi?” lafını geri getirmiş bulunuyor. Yani darbeye karşı OHAL daha önce elde edilen kazanımların tümünün sökülüp atılması anlamına geliyor.
Nasıl bir gelecek tasarladıklarına ilişkin bir açıklama da RTE’nin Başdanışmanı Şeref Malkoç’tan geldi: „darbeye teşebbüs edenlere karşı milletin meşru müdafaa hakkını savunması için ruhsatlı silah verilmesinin önünün açılması lazım“ Darbecilerin F16’larına Skorsky’lerine, Kobralarına, T64’lerine karşı savunma için hangi silahı vermeyi düşünüyor olabilir acaba? Bu, faşizmin toplumun bünyesinde yaratmaya çalıştığı ideolojik ve politik hegemonyayı sağlayabilmek için kullandığı fiziki şiddetin temelini oluşturmaya çalışmaktan başka bir şey değildir. Hatta bu silahların yanlış ellere geçmesini engellemek için camilerde depolanması da düşünülebilir.
[5] Bu iş devlet eliyle, yasal olarak yapılacağı için de önceleri fark edilmesi pek olanaklı olmayacak ve sonuçlarıyla yüz yüze geldiğimizde de iş işten geçmiş olacaktır.
[6] Kaba kaçıyor olsa da bu terimi burada kullanmak gerekiyor, zira Kılıçdaroğlu bu konu üzerinde çok ısrarlı davranmıştı ve şimdi bir çırpıda iktidardan pay alma hevesleriyle tutumunu değiştirdi.