İngiliz bağımsız sinemasının en önemli isimlerinden Ken Loach’un 1996 yapımı Carla’s Song (Carla’nın Şarkısı) filmini ilk kez izlediğimde yıl 2011’di. Büyülenmiştim. Henüz göçmenliği deneyimlemediğim o yıllarda, filmde Carla ve George arasında olanlar, Sandinista hareketinin insanlara verdiği eşitlik ve özgürlük umudu bana son derece etkileyici bir deneyim sundu. Yıllar sonra, filmi tekrar izlediğimde, Carla ve George’un ilişkisindense, Antonio ve Carla arasındaki ilişkiyi çok ihmal ettiğimi düşündüm. Bu değişim elbette çok doğal, hepimiz izlediğimiz, deneyimlediğimiz pek çok şeyi zaman geçtikçe farklı şekilde ele alabiliyor ve yorumlayabiliyoruz. Benim açımdan Antonio ile Carla arasındaki ilişkinin başka okumaları olsa da, bu film okumasında biraz daha deneysel bir şekilde Nietzsche’nin kavramlarıyla bu ilişkiyi ele almak istiyorum. Bunun için öncelikle yapmam gereken bir şey var: bir ex vivo kalp cerrahisi yöntemiyle[1] Marksizmi vücudumdan bir süre çıkarıp, bir cihaza bağlayacağım. Böylelikle başka bir epistemolojik evrene geçerken, bu evrene karşı değil, bu evrenin içinden filme bakabileceğim. Ancak okuma bittikten hemen sonra hayatıma devam edebilmek için kalbimi vücuduma yeniden yerleştireceğim. Bu Alain Badiou’nun Nietzsche üzerine verdiği bir tavsiyeye de bir ölçüde benziyor. Ona göre Nietzsche, aynı anda keşfedilmesi, öğrenilmesi ve kaybedilmesi gereken birisi.[2] Ben de bu film okuması bitiminde Nietzsche’yi en azından temsil ettiği sınıfsal konum itibariyle kaybetmiş olacağım.
Yolunu kaybetmiş devrim yanlısı bir şarkıcı ve dansçı: Carla
1979 yılında bir aile diktatörlüğü olan Somoza rejiminin, Sandinista hareketi tarafından devrilmesi sonucu, devrimci güçlerle ABD destekli Kontra hareketi 1981 yılında kanlı bir savaşa girdi. Savaşta yaklaşık 30.000 Nikaragualı öldü.[3] Carla’s Song’un çıkış noktası böylesi bir tarihsel zemine sahip, çatışmalı bir Nikaragua’dır.
Carla, arkadaşları ve sevgilisi Antonio ile devrim yanlısı bir müzik grubunda şarkı söyleyen ve dans eden bir kadındır. Halkı için müzik yapan, devrimin getirdiği eşitlik, özgürlük umudunu sanat yoluyla halka taşımaya çalışan bu grup, bir gün Kontralar tarafından pusuya düşürülür. Antonio bu saldırıda vurulur ve yakalanır. Carla çatışmadan kurtulsa da, sevgilisine yapılan işkenceyi görmüştür. Carla bu anı unutamayacaktır. Bu olay sonrasında, Carla birkaç arkadaşıyla Avrupa’ya göçer. Niyetleri, müzik yaparak devrim için para toplamak ve devrim hareketini desteklemektir. Ama hiçbir şey umdukları gibi gitmez. Hayat Carla’yı travmaları ve yalnızlığıyla İskoçya’ya sürüklemiştir. Burada sokaklarda dans ederek ancak kendi geçimini sağlayan Carla, çok kötü şartlarda hayatını sürdürür. Bir gün bir otobüse biletsiz bindiğinde, George ile karşılaşacaktır. Aşkını, umutlarını kaybetmiş, yolunu kaybetmiş bir kadının hayatı, George ile tanışmasından sonra değişecektir.
Serseri bir otobüs şoförü: George
Her ne kadar yazıya Carla ile başlamış olsak da filme George ile başlarız. George itaatkâr olmayan, merhametli, belki kişisel hayatında bir arayış içinde olmasa da, belli ki mevcut hayatında da mutlu olamamış biridir. Onun hayatı da Carla ile değişecektir.
Carla otobüse biletsiz bindiği için, bilet kontrolörüne yakalanır. George kontrolörle tartışarak onun kaçması için bir fırsat yaratır ve Carla ceza almaktan ve polisin eline düşmekten kurtulur. Bu olay George’un işinden bir haftalığına uzaklaştırılmasına yol açsa da, Carla’nın özür dilemek için George’un oturduğu apartmana gelmesine de vesile olacaktır. Yukarıda anlattığım gibi, Carla’nın geçmişinden gelen yükü çok fazladır. Belki anlatılacak çok şeyi vardır ama bu tanımadığı bir otobüs şoförü olan George’a kesinlikle değildir. Bu ilk görüşmede George sadece bir bilgiyi doğru öğrenecektir: Carla’nın ismini.
Carla’nın George’a verdiği telefon numarası yanlış olduğu için, bir sonraki görüşme tesadüf eseridir. George otobüs sürerken, Carla’yı kentin meydanında dans ederken görür. Carla’nın dansı bittikten sonra konuşmak istese de, Carla bunu istemez, dahası rahatsız da olur. Ama George hem yardım etmek hem de Carla’yı tanımak istemektedir. Bu yüzden George Carla’yla konuşmaya çalışarak, Carla’nın evine kadar ona eşlik edecektir. Ancak George, Carla’nın koşulları çok kötü olduğu bilinen bir yerde kaldığını görünce evin içine de girmek ister. Bu izinsiz giriş ev sahibi tarafından fark edilir ve Carla’nın evden atılmasıyla sonuçlanır. Ancak bu olay, George’un Carla’yı bir arkadaşına yerleştirmesi ve onu tanıması için bir fırsata da dönüşecektir.
Carla George’a güvendikçe ona kendisini, ailesini, Nikaragua’yı ve Antonio’yu anlatır. Sadece bir eksikle: Ona Antonio’ya olanları anlatmaz, belki kendisine bile anlatmak istemez. Bunu sadece geceleri gördüğü kâbuslardan, çığlık çığlığa uyanmasında görürüz. George bir gün eve geldiğinde Carla’nın intihar ettiğini görür ve onu hastaneye yetiştirir. Orada doktordan bu girişimin ilk kez olmadığını da öğrenir. Filmin İskoçya kısmında şunu açıkça hissederiz: Carla’nın içinde uzak kaldığı ülkesi Nikaragua, ailesi, devrim mücadelesi ve Antonio tarifsizdir. George intihar olayından sonra bunun daha fazla farkına varacak ve kendince bir yol bulacaktır: Carla Nikaragua’ya dönmeli ve Antonio’nun akıbetini öğrenmelidir. Carla’ya bunu söylediğinde elinde iki bilet vardır.
Nikaragua: Saldırı Altındaki Devrim Umudu
İskoçya’dan Nikaragua’ya geçişte film, bıçakla kesilmiş gibidir. İzleyiciler olarak İskoçya’dan aynı uçağa binmiş ve iç savaş altındaki Nikaragua’ya gitmiş gibiyizdir. Ken Loach filmin ikinci yarısında bazı anları belgesel gibi çekmiştir.
George ve Carla’nın Nikaragua’daki ilk günleri bize ülkedeki durumu özetler. Ülke oldukça yoksuldur. Ancak bir yandan toprak reformu ile halka toprak verilmiştir. Halk kendilerine ait toprakları, Kontralara karşı savunmakta kararlıdır. Bir yandan eğitim seferberliği vardır. Halkın sağlık ihtiyaçlarına ilişkin sağlık hizmetleri de verilmektedir. Ancak Kontralara ilişkin büyük bir tedirginlik ve korku da hakimdir.
Antonio’yu bulmak için Carla önce güvendiği insanlara gider. Onlardan biri Bradley’dir. Bradley eski bir CIA mensubudur. Ancak CIA’in sivillere yönelik suçlarından dolayı burayı terk etmiştir. Onu filmde Sandinistalarla birlikte hareket eden, onlara yardım eden birisi olarak görürüz. Başlangıçta George’un aklı havada, turist tavrından dolayı Bradley ile George’un iletişimleri kötü başlasa da, George’un Carla’ya olan sevgisi, merhametli ve cesaretli tavrından dolayı bu değişecektir. Ve ilk başlarda saklasa da, sonunda Bradley Antonio’nun yerini Carla’ya söyleyecektir. Ancak bu yer Kontraların karargahlarının da bulunduğu yerlere çok yakındır ve oldukça tehlikelidir.
Antonio’ya doğru yola çıkmadan bir gece önce Carla’nın ailesinin bulunduğu yerde Carla ve George bir barda içki içer ve dans ederler. Bu akşamın ilerleyen saatlerinde ise Kontralar bu mahalleye saldırır. Eğitim kurumları, sağlık ocakları füzelerle vurulur. Birçok kişi George’un ve Carla’nın gözü önünde ölür. Bu olay George için Nikaragua macerasının sonu olacaktır. Nitekim saldırının sonraki günü George Carla’ya bu vahşete katlanamayacağını söyleyecektir. O sırada Carla elinde bir bebekle, Carla’nın Antonio’dan olan bebeğiyle, onu dinlemektedir. George yeni öğrendiği bu bilgiye rağmen, Carla’nın kendisiyle İskoçya’ya dönmesini ister. Ve bir gün sonra ülkeden ayrılacağını ve kalacağı otele Carla’nın gelmesini ister.
George oradan otele gideceği esnada Bradley, Antonio ile ilgili tüm gerçeği anlatır. Kontralar Antonio’nun kaburgalarını kırmış, yüzünü asitle yakmış ve dilini kesmiştir. Carla tüm bu vahşete tanık olmuştur. George bunu duyar duymaz, Carla’nın neler hissettiğini anlar ve hemen Carla’ya dönmek ister ama Carla Antonio’ya doğru yola çıkmıştır. George bu yolun ne kadar tehlikeli olduğunu bildiği için, hemen bir otobüsle yola çıkar. Bradley de kendisiyle gelir. Her ne kadar Kontraların saldırısına maruz kalsalar da, Antonio’nun bulunduğu yere gelirler.
Carla, Antonio’yu henüz görmemiştir. Carla, George’un kalmasını ister ama George bu karşılaşmayı Carla’nın yapması gerektiğini söyler. Burada vedalaşırlar. Ve Carla Antonio’nun yanına gider. Antonio, başıyla Carla’ya selam verir. Carla cebinden Antonio’nun ona yazdığı şarkının notalarını çıkarır. Antonio şarkıyı çalmaya, Carla şarkıyı söylemeye başlar. Çok kısa ama oldukça sarsıcı bir andır bu an. Carla Antonio ile kalır George İskoçya’ya geri döner. Herkes olması gereken yerde gibidir.
İki Carla Yaratan Olay ve Tanrı’nın Ölümü
Nietzsche Eğitimci Olarak Schopenhauer eserinde kendi özgürlüğünü elde etmek isteyen bir genci konuşturduğu ve sonunda Ralph Waldo Emerson’un “Circles” makalesinden alıntı yaptığı paragraflarda şöyle söyler:
“Hayat nehrinden geçerken sadece senin kullanman gereken köprüyü senden başka hiç kimse, ama hiç kimse kuramaz. Daha kesin konuşmak gerekirse, seni bu nehrin öte yakasına taşımak isteyen sayısız yol, köprü ve yarı-tanrı vardır, ama onlar bunu yalnızca senin özün pahasına yaparlar; kendini rehin vererek yitireceksin. Bu dünyada sadece senin üzerinde yürüyebileceğin tek bir yol vardır. Nereye gider bu yol? Bunu sorma, sadece o yoldan git. Şu sözü söyleyen kimdi: “Gittiği yolun kendisini nereye götüreceğini bilmeyen biri kadar yücelen hiç kimse yoktur.”[4]
Filmde iki farklı ülkede, iki farklı Carla ile karşılaşırız. Peki Carla’yı Nikaragua’dan İskoçya’ya götüren yol nasıl bir yoldur? Hiç kuşkusuz bu yol Carla’nın değil, adil olmayan bir dünyanın, kâr ve iktidar hırsıyla insanları gerektiğinde öldüren, insanı hiçe sayan kapitalizmin yoludur. Bu yüzden Carla İskoçya’ya özü pahasına, kendisini rehin vererek gitmiştir. Gerçekten de İskoçya’daki Carla ülkesinden, oradaki mücadeleden, sevgilisinden, ailesinden, sevdiklerinden uzakta kalmış; yıpranmış, hissizlik, ümitsizlik ve güvensizlik içerisinde, kendi canına kıyacak kadar hayattaki anlamını yitirmiş bir kadındır. Ülkesinde insanların içerisinde, tüm tehlikelere karşı sanatını özgürlük ve eşitlik için kullanan, şarkılar söyleyen, dans eden bir Carla ile buradaki Carla taban tabana zıt gözükür.
Peki, bu iki farklı Carla’yı yaratan ya da Carla’yı iki ayrı karaktere bölen olay nedir? Bu soruya Nietzschevari bir cevap vereceğim: “Carla’daki Antonio’nun ölümü”. Bilindiği üzere Nietzsche’nin en önemli sözlerinden biri “Tanrı öldü” ifadesidir. Nietzsche burada tanrının varlığı veya yokluğu tartışmasından ziyade, tanrıya yüklenen anlamın ortadan kalkmasıyla ortaya çıkan yeni durumdan söz eder.[5] Bu hiç şüphesiz nihilizmin altyapısını bize sunacaktır. Filmde de Antonio ölmemiştir; ancak Carla’nın yaşanan olay sonrasında tüm anlam dünyası, büyük bir sarsıntıyla yara almıştır. Bu da onu nihilizme götürür.
Nihilizm, hiçliğin bir değerini ifade eder. Yaşam yadsındığı ve değersizleştirildiği ölçüde bir hiçlik değeri alır.[6] Nihilizm Nietzsche’de olumsuz, tepkisel ve edilgin nihilizm hallerini alır. Olumsuz nihilizmde, bir öte dünya fikri ve bu fikrin tüm görünüş biçimleri (Tanrı, öz, doğru, iyi vs) yaşamdan üstün değerler olarak sunulur. Böylelikle yaşamın değersizleştirilmesi ve yadsınması sonucuyla karşılaşırız. Yaşamın yadsınması ve değersizleştirilmesi istencinden dolayı bu sonuçtan kaçılamaz. Nihilizmin daha yaygın anlamda kullanılan ikinci anlamında, tepkisel nihilizmde ise bir istençten ziyade, bir tepki söz konusudur. Öte dünya fikrine ve üstün değerlere tepki gösterilir ve onların varlığı yadsınır. Böylece duyu-üstünün bütün değerleri, tanrı, iyi, kötü, doğru yadsınır. Artık hiçbir şey iyi değildir, Tanrı öldü. Buradaki istencin yokluğu, yalnızca hiçlik istenci için bir belirti değil, son kertede tüm istençlerin olumsuzlanmasıdır.[7] Edilgin nihilizm ise tepkisel nihilizmin son aşamasıdır. Artık tepkisel olarak dışarıdan yönetilmektense, edilgin biçimde tükenmek. Böylelikle bu üç nihilizmin aslında birbirini izlediği görülür: olumsuz nihilizmin içi tepkisel nihilizmle doldurulur, tepkisel nihilizm bizi son aşamada edilgen nihilizme götürür.[8]
Peki tanrı öldüyse ve artık hayatımıza geleneksel metafizik anlamında değer katmamız mümkün değilse, yaşamlarımıza bir değer katmak nasıl mümkün olabilir? Carla’nın kendisindeki Antonio’nun ölümüyle tepkisel nihilizme düşmüştür. Carla için bu ana kadar Antonio’ya aşkı, devrim mücadelesi, halkı, ailesi hep üstün değerler olmuşken, bu olaydan sonra, belki düşünsel düzlemde olmasa da pratik düzlemde bu değerlerin yadsınması sonucunu doğurmuştur. Bunun sonucunda da zaten büyük bir yalnızlık olan göçmenlik deneyiminde, kendisini daha bunalımlı, hissiz, güvensiz bir psikolojik bağlama sokmuştur. Peki Carla’nın nihilizmden çıkması mümkün olabilir mi? Ya da nasıl mümkün olabilir?
Bir İmkan Olarak Nihilizm ve İmkanı Yaratan Dost: George
Nietzsche’de nihilizm “en yüksek değerlerin değerden düşmesi” şeklinde tanımlanır[9]. En yüksek değerlerin değerden düşmesinin kaynağı da tanrının ölmesidir. Ancak Nietzsche nihilizmi salt bir olumsuzluk olarak görmez, bunun sebebi Tanrı varken de bu sefer farklı bir tür Nihilizm etkisinde olmamızdır. Tanrı’nın ölümüyle içine düşülen tepkisel nihilizm, Şen Bilim’de bir olumsuzluktan öte bir imkân olarak görünür:
“Gerçekten de, biz filozoflar ve “özgür ruhlar,” “eski Tanrı’nın öldüğü” haberini bir tür yeni tan yeri ışığı gibi hissediyoruz; kalplerimiz bu haberle birlikte şükran, hayret, sezgi ve beklentiyle dolup taşıyor. Nihayet ufuklar yeniden özgür görünüyor — aydınlık olmasalar da. Nihayet gemilerimizi tekrar denize açabiliriz; her türlü tehlikeyi göze alarak, her türlü bilme cesaretine yeniden izin verilmiş gibi. Deniz, bizim denizimiz, yeniden açık görünüyor. Belki de hiçbir zaman bu kadar “açık bir deniz” olmamıştı.”[10]
Bu noktada Carla’nın nihilizmden çıkmasına imkan oluşturan kişiye, George’a bakmamız gerekecek.[11] George ile Carla arasındaki ilişki nedir? Bir aşk mıdır? Sanılanın aksine buradaki ilişkiyi bir aşk ilişkisi olarak değerlendirmeyeceğim. Bunun temel sebebi, Carla İskoçya’dayken, ona soracağımız “Carla kimdir” sorusunun düzgün çalışmamasıdır. Bu soru, o anda barındırdığı anlam ve değerlerle, Carla’yı hiçlikte hapseden, Carla’da tepkin kuvvetlerin artık son aşamaya geldiği ve böylelikle edilgin bir cevabı üstlenmektedir. Bu noktada Carla ve Geroge’un arasındaki ilişkiyi açıklamak için Nietzsche’nin Böyle Söyledi Zerdüşt eserinden bir kavramı devreye sokacağım: Dost. Nietzsche’ye göre dost kişinin kendisiyle olan ilişkisinde, kendisini aşmaya, yaşamak için aşmaya zorlayan bir üçüncü kişidir.[12] Bu noktada George, Carla’nın kendisiyle ilişkisinde kendisine dayanmasını mümkün kılmış, onu hayatta tutmuş ve onun hayata ve aşka Dionysosçu bir evet demesini sağlamıştır. Elbette George yönünden filmin başından beri Carla’ya yönelik büyük bir sevgi ve tutku söz konusudur. Hatta George Carla’nın kendisiyle İskoçya’da olmasını da istemiştir. Bu edilginliği talep de etmiştir. Ama Nietzsche’ye göre dost, kişinin aynı zamanda en iyi düşmanı da olmalıdır. “Dostuna karşı çıktığında” der Zerdüşt, “onun yüreğine en yakın sen olmalısın”.[13] Filmin sonunda Carla’nın, Antonio’ya yalnız gitmesi gerektiğini söyleyen George, Nietzscheci anlamda bir dost olarak, Carla’nın yüreğine en yakın noktadadır.
Carla’nın Dansı ve Şarkısı: Hayata ve Aşk’a Dionysosçu Bir Evet
George ve Carla Nikaragua’ya geldiğinde Nietzscheci bir diğer kavrama doğru hareket ederiz: Çekiç. Nikaragua’daki savaş koşulları, insanların devrim umudu, kanlı pusular ve elbette Antonio’nun yaşıyor oluşu Carla’nın tepkin kuvvetlerine çekiç darbeleriyle saldırarak etkin kuvvetlerin öne geçmesini sağlar.
Carla’nın etkin güçlerinin öne geçtiğini iki anda görürüz: Carla’nın dansı ve şarkısı. Carla’nın ailesine ulaştıktan sonra Carla ve George bir gece bara giderler. Carla burada dans eder. Bu an, filmde Carla’yı dans ederken gördüğümüz ikinci sahnedir. İskoçya’da bir göçmen olarak sokakta dans eden Carla ve Nikaragua’da devrim yanlısı insanların arasında dans eden Carla. Bu iki dans arasında nasıl bir ilişki vardır ve Nietzscheci anlamda bu nasıl değerlendirilir? Nietzsche’de dans çok önemli bir metafor olarak hafifleşmenin, oluşun, oluşun olumlanmasının bir metaforudur.[14] Allain Badio bu kapsamda Nietzsche’nin dansta olumlama dediği şeyde, Nietzscheci anlamda “evet” demenin neyin içine dahil olduğunu iyi bilmeliyiz, der. Ona göre, “(Nietzscheci anlamda) dans özgürleştirilmiş bedensel itki değildir, bedenin vahşi enerjisi değildir. O her zaman bir itkiye veya iteklenmeye karşı gelişin bedensel yoldan gösterimidir. Her gerçek olumlamanın aslında bir itkiye karşı geliş olduğu fikridir.”[15] Bu anlamda dansın tiranca bir vizyonu, dansçıdan, müziğin ya da koreografın talep ettiği ya da dayattığı bir vizyonu olabilir.[16] Bu bağlamda Carla’nın İskoçya’da ettiği dans ile Nikaragua’da ettiği dans filmdeki atmosferde de bu ayrımdaki gibi gözükür. Carla her ne kadar oldukça ağır şeyler yaşamış olsa da, yaşamını bu haliyle olumlamaya, ona Dionysosçu evet demeye ve gittikçe hafifleyen birine dönüşüyor gibidir. Nikaragua’nın devrimci koşulları, Carla’da Nietzsche’deki ebedi dönüşü yaratıyor gibidir. Sanki geçmişteki Carla geri geliyordur, ama çoklukta, farklılıkta.[17]
Filmin kuşkusuz en vurucu sahnesine, filme ismini veren sahneye, Carla’nın şarkı söylediği son sahneye geldiğimizde, Nietzsche’nin Dionysos’u kendi kendi düşüncesinde nasıl kullandığıyla ilgilenmemiz gerekiyor. Nietzsche’de Dionysos, yıkımın ve yaratıcılığın, oluşun ve oluşu olumlamanın tanrısıdır. Peki Dionysosçu evet ne zaman ortaya çıkar? Nietzsche, Dionysos Dithyrambosları isimli eserinde “Yıldız enkazları: ben bu yıldızlardan bir dünya kuruyorum” (Trümmer von Sternen: aus diesen Trümmern bilde ich meine Welt) der. Badiou’ya göre elde çekiçle o kadar felsefe yapılmıştır ki, artık ortalıkta yıldız enkazlarından başka bir şey kalmamıştır. Dünya’nın yeniden oluşturulması da bu enkazlardan oluşturulacaktır, bu enkazların da olumlanmasıdır. Yeni dünyanın kurulması, eski dünyanın enkazlarına, o enkazların bize yeni dünyayı vermesi anlamında “evet” deme imkânıdır. İşte Dionysosçu evet bu şekilde ortaya çıkar.[18]
Carla’nın Dionysosçu evet demesi de işte böyle bir “yıldız enkazının” sonucudur. Carla, George’un dostluğunda, Nikaragua devriminin çekiç darbeleriyle paramparça olmuş nihilizmini (tepkin kuvvetlerini), Dionysosçu bir evet ile süsleyerek, kendi dünyasını yaratmıştır. Bu an oldukça sanatsal kurgulanmıştır. İşkence sonrası ilk görüşmedir. O ana kadar çok kırılgan gördüğümüz Carla, filmdeki en güçlü haliyle ordadır. Nietzsche’nin ebedi dönüş kavramına atıfla, Carla bu sahnede olduğu kişi haline gelmesi için, olabileceği bütün diğer Carla’lar içinde, kendisini istemek amacıyla, filmin o anına kadarki nihilist Carla’nın fiili varlığını sona erdirmiştir.[19] Sahnenin devamında Carla cebinden Antonio’nun kendisine yazdığı şarkıların notasını çıkarır, hatırladın mı diye sorar, Antonio kafasını sallar ve şarkıyı çalmaya başlar. Bu an öylesine güçlü bir andır ki, bu iki özneyi aşan, bu iki özne arasındaki ilişkiselliği de alt eden bir oluş karşımıza çıkar. Sanki Carla için nihilizmin sona geldiği, yeni değerlerin oluştuğu çok kısa bir sekansta şunu yaşarız: Aşka Dionysosçu Bir Evet!
[1] Ex vivo kalp cerrahisi: “vücut dışında kalp cerrahisi” anlamına gelir. Bu yöntem, kalbin vücuttan çıkarılarak laboratuvar veya kontrollü bir ortamda cerrahi işlemlerin yapılması ve ardından yeniden vücuda yerleştirilmesi işlemidir.
[2] Badiou, Alain, “Nietzsche Kimdir?”, Nietzsche Paris’te, der. Sadık Erol Er, çev. Yüksel Tarım, 1. basım, Otonom Yayıncılık, 2013, s. 64; Nietzsche üzerine yazmanın sorunlu bir durum olduğunu Keith Ansell-Pearson şöyle belirtir: “Nietzsche üzerine yazmak ve çalışmalarının anlam ve önemini yorumlamak çok riskli değilse de, sorunlu bir girişim. Sanırım, Nietzsche probleminin -yani onun kim olduğu ve onu okurken, yorumlarken bizim kim olacağımız sorununun- açık bırakıldığının kesin bir şekilde belirtilmesi daha fazla önem taşıyor.” Ansell-Pearson, Keith, Kusursuz Nihilist: Politik Bir Düşünür Olarak Nietzsche, çev. Cem Soydemir, 2. baskı, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 19-20.
[3] Nikaragua’daki kontra savaşı ile ilgili ayrıntılı bilgi için: https://politikaakademisi.org/2020/01/01/devrimler-ve-mesruiyet-nikaragua-ve-iran-1979-devrimleri/ (Erişim tarihi: 30.12.2024) ve Noam Chomsky’nin “Sam Amca Ne İstiyor (What Uncle Sam Really Wants?)” isimli kitabından bir kesitin yer aldığı “Nikaragua’da Kontra Savaşı (The contra war in Nikaragua)” isimli yazı: https://libcom.org/article/contra-war-nicaragua-noam-chomsky (Erişim tarihi: 30.12.2024)
[4] Nietzsche, Friedrich. Eğitimci Olarak Schopenhauer: Çağa Aykırı Düşünceler 3. Çev. Cemal Atila, 1. baskı, Say Yayınları, 2003, s. 12.
[5] Blanchot, Maurice. “Deneyimin Sınırları: Nihilizm.” Nietzsche Paris’te, der. Sadık Erol Er, çev. Yüksel Tarım, 1. basım, Otonom Yayıncılık, 2013, s. 66: “Tanrı ile ifade edilen: Tanrı ve onun dışında, ani bir başarıyla onun yerini almaya çalışmış olan her şeydir – örneğin; ideal, bilinç, akıl, sürecin belirlenmişliği, kitlelerin mutluluğu, kültür vs.”
[6] Deleuze, Gilles. Nietzsche ve Felsefe. Çev. Ferhat Taylan, 2. baskı, Norgunk Yayıncılık, 2016, s. 183.
[7] Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s.184
[8] Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s.183-190.
[9] Nietzsche, Friedrich. Güç İstenci. Çev. Nilüfer Epçeli, 1. baskı, Say Yayınları, 2010, s.27.
[10] Nietzsche, Die fröhliche Wissenschaft, Sämtliche Werke, Cilt 3, 343. pasaj, s. 574, Deutcher Taschenbuch Verlag, de Gruyter, Kasım 1988, Giorgio Colli ve Mazzino Montinari tarafından yayına hazırlanmıştır: “In der That, wir Philosophen und „freien Geister” fühlen uns bei der Nachricht, dass der „alte Gott todt” ist, wie von einer neuen Morgenröthe angestrahlt; unser Herz strömt dabei über von Dankbarkeit, Erstaunen, Ahnung, Erwartung, — endlich erscheint uns der Horizont wieder frei, gesetzt selbst, dass er nicht hell ist, endlich dürfen unsre Schiffe wieder auslaufen, auf jede Gefahr hin auslaufen, jedes Wagniss des Erkennenden ist wieder erlaubt, das Meer, unser Meer liegt wieder offen da, vielleicht gab es noch niemals ein so „offnes Meer”(Çeviri bana aittir.)
[11] Film üzerine yazılan bazı yazılarda George’un bir “işçi sınıfı kahramanı” olarak tanımlanmasını oldukça ideolojik bulduğumu söylemeliyim. George’un serseriliği, başına buyrukluğu ve bazen cesareti abartılmış olsa da, filmde bir sınıf temsiliyeti içinde değildir; aksine George filmin bütününde kendi şahsına özgü özellikleriyle, sıradan bir kişi olarak görünür. Philip French’in film eleştirisi için bknz: https://www.theguardian.com/observer/screen/story/0,,595935,00.html (Erişim tarihi: 30.12.2024)
[12] Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s.18; Ayrıca bknz: Friedrich Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, çev. Mustafa Tüzel, Türkiye İş Bankası Yayınları, 9. Basım, Mayıs 2016, İstanbul, “Dostlar Üzerine”, s.50.
[13] Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, s.51.
[14] Nietzsche, Böyle Söyledi Zerdüşt, Okumak ve Yazmak Üzerine, s.35: “Yürümeyi öğrendim: o zamandan beri koşturuveriyorum. Uçmayı öğrendim: o zamandan beri kimse itmeden havalanıveriyorum. Hafifim şimdi, uçuyorum şimdi, kendimle baş başa görüyorum kendimi, şimdi bir tanrı dans ediyor bende.”
[15] Alain Badiou, Nietzsche: Anti-Felsefe Seminerleri, çev. İsmet Birkan, Sel Yayıncılık, 2016, s. 193.
[16] Allain Badiou, Anti Felsefe, s. 192.
[17] Ebedi dönüş fikri Nietzsche’de özdeşliğin, aynının dönüşü değil tersine çeşitliliğin ve farkın üretimidir. Ayrıntılı bilgi için bknz: Deleuze, Nietzsche ve Felsefe, s.64-66; Ayrıca Nietzsche Şen Bilim’le aynı dönemde yazdığı, yayımlanmamış bir notta, ebedi dönüşten en üstün düşünceden, en yüksek duygudan bahseder gibi bahsediyor: “Öğretim şunu öğretiyor: yeniden yaşamayı arzulamanı gerektirecek şekilde yaşamak, bu senin ödevindir – bütün durumlarda yeniden yaşayacaksın! Çabası en yüksek duyguyu sağlayan kişi çaba göstersin; dinlemesi en yüksek duyguyu sağlayan kişi dinlensin; ait olma, izleme ve itaat etmesi en yüksek duyguyu sağlayan kişi itaat etsin. Yeter ki, ona en yüksek duyguyu sağlayan şeyin bilincinde olsun ve hiçbir vasat şeyin karşısında geri çekilmesin! Burada bengilik söz konusudur.” Pierre Klossowski, Nietzsche ve Kısırdöngü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 1999, s.101
[18] Allain Badiou, Anti Felsefe, s. 99.
[19] Pierre Klossowski, Nietzsche ve Kısırdöngü, s.98-99.