Seçim nihayet bitti. Aralık ayında yaptığımız araştırmada HDP’nin İstanbul’daki oyunun %7.5 civarında olduğunu, bu oyun %3ünü oluşturan yeni oyların bir kısmının eskiden oy vermiş üst gelir grubu genç kadınlardan geldiğini, bir kısmının eskiden AKP’ye veren Kürt erkeklerden, çok küçük bir kısmınınsa eskiden yine AKP’ye veren yoksul başörtülü Türk kadınlardan oluştuğunu saptamıştık. Sonuçlar partiye yeni gelen oyların geri gittiğini gösteriyor.
CHP-AKP kutuplaşmasının sonucunda İstanbul’daki Kürtlerin bir kısmının AKP’nin iktidarını kaybetmemesi adına AKP’ye yöneldiğini, HDP’ye yönelme potansiyeli olan genç solcu oyların da, oyları bölmemek adına CHP’de toplandığını biliyoruz. Ne yazık ki HDP bu oyları kaybettiği gibi, bunların yerine yeni oylar da katmamış.
HDP elbette bu seçimden görünürlük kazanarak çıktı. Kendini tartıştırmayı başardı, söylemsel alanda kimliğini kurdu ve somutladı. Bunlar önemli kazanımlar. Ancak oylarının oranı görünürlüğü ile eş değer değil. Bundan kutuplaşmayı sorumlu tutmanın ise hiçbir siyasi anlamı yok. Bu kutuplaşma devam edecek. HDP bu kutuplaşmanın içinde örgütlenecek. Bu kutuplaşma içerisinde iyi bir siyaset yapmayı başaramazsa, oyunu ve örgütlülüğünü arttıramayacak.
En önemlisi HDP’nin kendi dediklerini şimdiden gerçekleştirmesi, ilçelere çekilmesi, meclisler kurması, toplumsal barış ve güçlenme esaslı politikalarının en azından bazılarını hemen şimdi gerçekleştirmesi gerek. Toplumda kök salması şart.
Siyasal örgütlenmeyi aydınlar üzerinden yapmak, halkın hoşuna gideceği var sayılan adaylar çıkarmak vs. gibi politikaların da artık sonuna gelmiş olduğumuzu umuyorum. Bu seçimin en hayırlı taraflarından biri bu oldu. Sanıyorum artık siyasi enerjinin büyük bir kısmı aydınlara dert anlatmaya, ünlü aday bulmaya harcanmaz.
Bu seçimin belki de en güzel sonucu Türkiye’de iktidarın kaset siyasetiyle, cemaat direktifleriyle yani bir çeşit dış müdahaleyle kolay kolay devrilemeyeceğini göstermesi. Her zaman Türkiye’deki insanların seçimlerde yaptığı sürprizlerle, attığı tokatlarla övünürüz. Bu sefer tokat cemaate atıldı. Türkiye’nin cemaatin “derin” siyasetlerine de Ergenekon’a da ihtiyacı yok. Ne olacaksa öz gücüyle, öz kuvvetiyle olacak. Cemaat bu noktadan sonra, muhaliflerden röntgenciler, komplo teorisyenleri yaratamayacak. Öte yandan kendi devletçi ideolojisiyle çelişerek, hükümete saldırayım derken, tüm devleti ve aygıtlarını yıllardır müzdarip olduğumuz kutsallığından çıkararak dünyevileştirdi. Bunun için de teşekkür etmek gerek.
Seçimin bir başka önemli yanı bu seçim sonrasında herkesin oyunun hesabını sorması oldu. Ceylanpınar, Viranşehir, Akdeniz, Kozluk gibi bir dolu ilçede isyanlarla, Ankara’da ısrarla, halklar ve gençler oy hilelerini ifşa etti.
Hakikaten de artık Türkiye’nin bir çok alanında isyanın ve birlikte hareket etmenin devletin yalanlarını açığa çıkaran hakikat üretici bir rol aldığına tanık oluyoruz. Kürdistan’da serhildan her zaman böyle bir rol üstlenmişti, şimdi Türkiye’de de farklı biçimlerde direniş benzer bir seyir izliyor.
Şu anda seçim açısından güçlü ancak hem kurumsal hem de meşruiyet açısından son derece zedelenmiş bir hükümet var. Bu üzülecek değil sevinecek bir şey. Bir çok mücadele alanı açıyor ve ilk defa yüzde elliden fazla Türkiyeli hükümeti denetlemeye, her türlü hatasını açığa çıkarmaya ve kendi kimliklerini, arzularını her yerde her an savunmaya hazır. Bu ciddi bir kazanım.
Öte yandan şunu da söyleyebilirim ki beni Başbakanın balkon konuşmasından çok ailesiyle el ele verdiği resim etkiledi. Türkiye artık bir bürokrasi değil bir hane tarafından yönetiliyor. Üstelik mülküne düşkün, milli iradenin yegane temsilcisi bir hane tarafından. Erdoğan’ın hızla ilk baş düşmanı Cem Uzan’a dönüşüşü beni kuvvetle kadere inandırtıyor.
Bu yazı 4 Nisan tarihli Özgür Gündem Gazetesi’nde yayınlanmıştır.