MUSTAFA DURMUŞ…
Bu hafta gazetelerde yer alan ve “aşırı tedbir Allah’a güveni sarsar” başlığı ile yayımlanan bir haber bizi, bir kez daha, dinin toplumsal düzen ile olan ilişkisini sorgulamaya itti. Bu habere göre Hükümet artan iş cinayetleri üzerine Diyanet İşleri Başkanlığı’nı devreye sokmuş ve İstanbul Müftülüğü Cuma hutbelerini iş cinayetlerine ayırmıştı.
Habere göre, hutbede tedbirler alınarak yapılan işlerde sorunların ortadan kalkacağı veya en aza ineceği belirtilse de, hutbenin son bölümünde “önlem alırken ölçüyü kaçırmanın Allah’a güveni sarsan bir davranış olacağı” anlatılıyor. Hutbede, “kul olarak üzerimize düşen görevi yapmış olmamıza rağmen her zaman arzu ettiğimiz neticeye ulaşamayabiliriz. Artık ‘Rabbim neylerse güzel eyler’ deyip onun hikmetine ve hükmüne rıza göstermeliyiz, başımıza gelen bu tür bela ve musibetlerin temelinde sorumsuz davranışlarımız ve yanlış kader anlayışımız bulunmaktadır. Bu hakikat bir ayeti kerimede şöyle ifade edilir. Başınıza her ne musibet gelirse, kendi yaptıklarınız yüzündendir. O yine de çoğunu affeder” ifadeleri yer aldı[2].
Bu haberin tetiklemesiyle, din-toplumsal düzen ilişkisini, tarihsel olarak, somut bir örnek, vergileme üzerinden irdeleyelim ve iki bin yıl öncesine kadar gidelim zira İncil’de iki temel vergiden söz edilir: Tanrıya sosyal düzeni koruyup desteklemesi karşılığında ödenen Tithe ve dünyevi siyasal iktidara, kamusal düzeni sağlaması karşılığında ödenen Poll Tax (Kelle Vergisi).
Bu paylaşım İncil’de şöyle meşrulaştırılır: “Sezar’ın hakkı Sezar’a”. Yani Hz. İsa’ya göre, (İncil’de yer aldığı biçimiyle) Sezar’ın hakkının (poll tax) Sezar’a verilmesi ve Tanrının hakkının da (tithe) Tanrıya verilmesi gerekir[3].
Orta Çağ’da Kilise ve vergileme:
Kilise Orta Çağ değerlerinin merkeziydi. Orada yer alan törenler, farklı sınıflardan beklenen, çoğu kez yontularda ve vitraylarda temsil edilen davranış biçimlerini simgeliyordu. Bununla birlikte kilisenin kendi de altın tutkusundan etkilenmişti. Bu dönemde yapılmış olan dev katedraller, toplumun; gökyüzünde melekler, azizler ve yeryüzünde krallar, lordlar, manastır başrahipleri, piskoposlar, şövalyeler ve sıradan insanlar şeklindeki hiyerarşisinin Tanrı tarafından belirlenmiş niteliğini vurgulayarak, yönetici sınıfı sembolize ediyordu.
Dönemin Mediciler ya da Borgialar gibi büyük tüccar ailelerinin üyeleri, kendi servetlerini artırabilmek için papa olmuşlar ve servetlerini gayrı meşru çocuklarına aktarabilmeyi ummuşlardı. Bol kazançlı psikologluklara onlu yaşlarda çocuklar tayin edilmişti. Ruhban, çeşitli kiliselerden gelir elde ediyor, ama bunların hiç birinde görünmek istemiyordu. Soylular gelirlerinin yaklaşık yarısını kiliseye ödenen ondalık vergilerden sağlıyorlardı. Papazlar ve keşişler, tefecilik günah sayılsa da, yüksek faizle ödünç vererek yoksullaşmış köylüleri daha da yoksullaştırıyorlardı.
Hıristiyanlıkta reform: Protestanlık.
1520’lerde bazı din adamları Hıristiyanlık’ta reform için Katolik kilisesine radikal bir karşı çıkışta bulundular ve kiliseye yapılan ödemelerin değil, kişilerin imanının daha önemli olduğunu ileri sürdüler. Onları buna iten şey bu dönemde sosyal sınıfların kafasının karışık olması ve bu sınıfların sistemin bekası için eski dinsel inançlarına, ama yenilenmiş olarak, döndürülmeleriydi (‘Yeni Türkiye’ söylemini de son on yıllık uygulamalar sonucunda kafası karışmaya ve siyasal iktidara olan güvenlerini yitirmeye başlayan yönetilen sınıflara sunulan yeni bir umut olarak görmek mümkündür).
Ancak her iki reformist din adamı Luther ve Calvin toplumsal meselelerde tutucuydu, halkın dinsel olmayan konularda siyasal iktidara boyun eğmesi gerektiğini savunuyorlardı. Örneğin Calvin’e göre, yönetenler ve yönetilenlerden oluşan bir sosyal düzenin varlığı “Tanrı tarafından takdir edilmişti” ve “insanlık ilk günahın etkisi altında olduğu için bu düzen zorunlu olarak bir baskı düzeniydi, cezalandırıcıydı”.
Bu bakış açısıyla, bu reformist din adamları, köylü ayaklanmalarına (ne kadar haklı olursa olsun) karşı çıktılar. Örneğin 1524 tarihinde tarihin en kanlı köylü savaşı olarak da bilinen feodal Avrupa’nın en önemli ayaklanmasında, Almanya’da, serfliğin kaldırılması başta olmak üzere, Lordlara ödenen çeşitli vergilerin kaldırılması ve yerel cemaatlerin kendi papazlarını tayin etmesi ve ondalık verginin nasıl kullanılacağı hakkının kendilerine verilmesi talepleriyle ayaklanan on binlerce köylüden oluşan geçici ordu manastırları, şatoları yağmaladı. Egemenlerin iki kanadını temsil eden Lordlar ve psikoposlar, kentleri ele geçiren köylüler ve halk karşısında işbirliği yaptılar ve prenslikleri yardıma çağırdılar.
Bu noktada reformist Luther, lordlarla işbirliği ve kader birliği yaptı:“Cinayet işleyen, hırsızlık yapan köylü sürülerine” karşı risale yazdı. Onların çok ağır biçimde cezalandırılmaları gerektiğinin dinen caiz olduğunu ileri sürdü : “Bunlar açık ya da kapalı bir şekilde elinden gelen herkes tarafından, aynen kuduz bir köpeğin öldürülmesi gibi, parçalara ayrılmalı, boğazlanmalı ve bıçaklanmalıdır”. Prensler için, “elinize engel olmayın… Kimin gücü varsa yok etmek, kesmek için kullansın” diye yazdı. Bir mektubunda, “Prenslerden ve yöneticilerdense bütün köylülerin ölümü daha iyidir ” diye söz etmekteydi.
Ayaklanmayı destekleyen Thomas Müntzer gibi Protestan vaizler de vardı. Ama Müntzer örneğin, otoritelerin gazabını üzerine çekti ve ömrünün kalan kısmını saklanarak geçirmek zorunda kaldı.
Osmanlı’da toplumsal düzen ve din işbirliği:
Osmanlı toplumunda da durum çok farklı değildi. Osmanlı toplumunun sosyal bileşimi, tepedeki yönetici-devlet sınıfı (saray, askeri-sivil bürokrasi, din uleması) ile tabandaki doğrudan üreticilerden (tarımcılar ve zanaatkârlar) ibaretti. Hem tarım komünleri, hem de kentlerdeki zanaatçı loncaları, merkezi devletin sıkı kontrolü altındaydı. Her türlü ekonomik işlem, devlet tarafından düzenlenmekte ve denetlenmekteydi.
Osmanlı toplumunda toprağın, yani üretim aracının sahibi olan hâkim sınıf devlet idi. Burada devlet kendiliğinden bir sınıf değildi. Ancak, verili mülkiyet ilişkilerinde ve dolayısıyla da ele geçirilen toprak rantından yararlanan zümreler tarafından temsil edildiği sürece bir sınıf niteliği kazanıyordu.
Osmanlı’da yerleşik toprak ve bölüşüm düzeni olan Dirlik ya da Timar Sisteminin özü, devletin kendilerine miri toprakların tasarrufunu bırakmış olduğu reayadan (köylü) elde edeceği vergi gelirlerinin tamamını veya bir kısmını, kendi nam ve hesaplarına tahsil etme yetkisi ile birlikte, bir kısım kamu görevlilerine tahsis etmesi biçiminde işliyordu.
Dolayısıyla da Osmanlı toplumunda, toprağın mülkiyetine sahip olan devletin, reayanın yarattığı bu ekonomik artıktan, başta öşür olmak üzere çeşitli biçimlerde topladığı vergi gelirleri şu üç kesim arasında paylaşılmaktaydı: Saray (Sultan), asker ve ulema. Yani, miri toprak rejiminin yarattığı mülkiyet ilişkileri içinde devleti temsil eden saray, asker (seyfiye) ve ulema (ilmiye) hâkim sınıfları oluşturmaktaydı.
Ulemanın durumu:
Osmanlı’da ulemanın içinde yer alan şeyh ve dervişlere, yaptıkları hizmetleri ödüllendirmek için, sürgit toprak dağıtılmıştır. Örneğin Ede Balı’nın “dünyesi ve nimeti, davarı çoğ idi”. Bu ödüllendirme toprak rantının kurulan zaviyelere terki şeklinde de olmuştur. Miri arazinin, toprak, zaviye ve köy olarak tarikat şeyhlerine geçirilişi çoklukla ikta-istiğlal yoluyla yapılmakta ve karşımıza, bazen hayri, bazen de aile vakıfları olarak çıkmaktadır. Bu vakıfların bazen öşürü alınmakta, fakat bazen öşürü bile zaviyeye terk edilmektedir. Ama bu kesimlere terk edilen toprakların genişliği hâkim mülkiyet ilişkilerini değiştirecek çapta değildi. Kuruluş yıllarında genellikle vakıf yoluyla mülk sahibi olmaya başlayan şeyh ve dervişler 1. Beyazıt Devri’nden itibaren şehirlerde ulema zümresi olarak anılmaya başladılar.
Askeri zümrenin durumu:
Sadece ulema değil, askeri zümre de topraklar üzerinde malikâne ve vakıflar tesis etmiştir. Özellikle Akıncı Beyleri’nin Trakya’daki malikâneleri çok genişti. Ancak, bu mülkiyet şekli, sonraları gelişen aile vakıfları hariç, Osmanlı mülkiyet ilişkileri içinde istisna niteliğinde ve devletin denetimi altındaydı. Bu nedenle de hâkim mülkiyet şekli miri toprak rejimiydi.
Diğer taraftan hâkim sınıfın bileşenleri vergi biçiminde tahsil edilen bu toprak rantından eşit pay almazlardı. Has, zeamet gibi dirlik gelirlerine sahip beylerbeyinin ve sancak beyi gibi askeri kişilerin yıllık gelirleri ortalama 430.000- 480.000 akça iken, hiyerarşinin en altındaki bazı timar gelirleri 2000-4000 akça kadar düşük düzeyde idi. Bu da hâkim sınıf içinde iktisadi ve çoğu kez siyasi çatışmalara neden oluyordu (Celali İsyanlarının nedenlerinden biri de buydu).
Padişahın yıllık geliri 274,3 milyon akçe iken, dirlik sahiplerinin yıllık ortalama gelirleri 5,723 akçe civarındaydı (52,000 kat). 16. Yüzyılda örneğin, toplanan yaklaşık 538 milyon akçelik verginin % 51’i Padişah Has’ı biçiminde Padişaha, % 37’si dirlik sahibi olan (yaklaşık 38 bin civarında) askeri sınıfa ve % 12’si dini vakıflar ve ulemaya tahsis edilmiştir.
Bu dönemde uygulanan vergi muafiyetleri hâkim sınıfların yapısı ve din-toplumsal düzen işbirliğini somut bir biçimde yansıtır niteliktedir. Osmanlı tarihçisi M. Akdağ’a göre devleti idare edenler (Padişahtan timar erine kadar) mal ve mülkleri olsa da vergi ödemezlerdi. İrili ufaklı tüm devlet adamları ya da devlet memurları vergiden muaftı. Padişah beratları ile bir kısım reaya vergiden muaf tutulmuşlardı (sayıları hiç de az değildi). Tekke şeyhleri (düaguyan), vazife ve cihet sahipleri ( müderris, imam, müezzin ve diğerleri) ve Peygamber evladından olduklarına dair berat almış bulunanlar, Sadat, Sipahi Oğulları, Mürtezika/vakıflardan ulufesi olan dul kadın, yetim vs.ler vergilerden muaf tutulmuşlardı. Padişahın takdir ettiği kişiler, karşılıksız ve hayat boyu, hatta evlatlarına geçecek şekilde vergiden muaf tutulmaktaydılar. Nakit para sahipleri, isterse resmi sözleşmelere dayalı olarak faizcilik yapsalar da, hiç vergi ödemiyorlardı. Geniş çaplı para ile faizcilik yapan «ribahorlar» vergi dışında kalmışlardı.
Tanzimat dönemindeki vergi muafiyetleri ise şöyle şekillenmişti: Muafiyetler bölgesel, dini ve vakıf muafiyetleri şeklinde sağlanıyordu. Bölgesel muafiyetlerin içinde en kapsamlı olanı Tanzimat reformlarının uygulanmadığı bölgelerde verilen muafiyetlerdi. Buralarda eski düzen vergileme sürmekteydi. İstanbul ve Hicaz Bölgesi (Mekke ve Medine) adı verilen bölgelerde gerek Ancemaatin vergi gerekse de tahrir gereğince alınan emlak ve temettü vergilerinden o bölgenin insanları muaf tutulmuşlardı. Aşar, ağnam ve canavar resimleri de İstanbul’da uygulanmıyordu. Hicaz Bölgesine ise vergi muafiyeti ötesinde Hazine yardımında bulunuluyordu.
Tanzimat sonrasında da Müftü, vücuh, hatipler ve imamlar öteden beri olan ayrıcalıklı durumlarını sürdürdüler ve vergi ödemediler. Peygamber soyundan, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali’nin soyundan gelenler istediklerinde aşar ve ağnam gibi vergi ve resimlerden muaf kalabiliyorlardı. Özellikle aşar konusunda vakıflar vergiden muaf tutulmuşlardı.
Özcesi, bugün egemenlerin resmi yönetim ve denetim ideolojisine dönüşmekte olan din, “ezilmişlerin isyanı ya da sığınağı”ndan öte bir olgu haline gelmiştir. Sadece yoksul kentlerin sokaklarında, mahallelerinde ya da varsıl bölgelerde değil, neo liberal iktisat politikalarına dayalı olarak artan emek sömürüsü ve iş cinayetlerine paralel bir biçimde her yerde, her mekânda bu biçimiyle bir diriliş içindedir. Bu bağlamda, özellikle varsıllar ve sermaye grupları, dini ve dinsel politikaları egemen ideolojiden kaçmak için bir sığınak yeri değil, tam tersine onun içinde etkin bir biçimde yer alarak sınıfsal çıkarlarını uygulatmada bir araç olarak kullanmak için sahiplenmektedirler.
Kaynakça
Chris Harman, Halkların Dünya Tarihi (Uygur Kocabaşoğlu), Yordam Kitap, 2009.
Gülten Kazgan, İktisadi Düşünce veya Politik İktisadın Evrimi, Remzi Kitabevi, 1978.
Maurice Godelier, Asya Tipi Üretim Tarzı Kavramı (Atila Tokatlı), Özgün Yayın.
Sencer Divitçioğlu, Asya Tipi Üretim Tarzı ve Osmanlı Toplumu, T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2010.
Halil İnalcık, Seçme Eserleri I-II: Devlet-i Aliyye 1 (Editör Emre Yalçın), T.İş Bankası Kültür Yayınları, 2009.
Mustafa Akdağ, Türkiye’nin İktisadi ve İçtimai tarihi I-II, Cem Yayınevi, 1959.
Nezih Varcan, Maliye Tarihi, Birlik Ofset, 1993.
Abdüllatif Şener, Tanzimat Dönemi Osmanlı Vergi Sistemi, İşaret Yayın, 1990.
Ömer Lütfi Barkan, 1527-1528 Osmanlı Bütçesi.
http://www.sendika.org/2014/12
[1] Yazarın İktisadi ve Mali Düşünceler Tarihi adlı dersinde kullandığı notlardan derlenmiştir.
[2] Haberin detayları için bkz. http://www.sendika.org/2014/12.
[3] Tithe, İncil’e göre Hıristiyanların Tanrıya vermek zorunda oldukları ve yaratılışlarının karşılığı olan bir vergi. Yani Tanrının aldığı bir vergi. Toprak üzerinden değil, yarattığı insan üzerinden alınan bir vergi.