Bombalar yine patlıyor, bir kez daha sokakta insanlar tek tek öldürülüyor, nokta atışı ile dükkanlar ateşe veriliyor, sabah serinliğinde gelen yumruklara kapısını geç açanlar katlediliyor. Angajman kurallarından, tüm terör gruplarına karşı olmaktan, kırmızı çizgilerden, kaçınılmaz savaş zayiatlarından söz edilerek bir kez daha uçuruma sürükleniyoruz. Tam da başka bir seçenek var demişken. Sadece analar değil, bir süredir barış umudunu taşıyan koca bir ülke tekrar ağlamaya başlıyor.
Biz, Barış İçin Kadın Girişimi içinde çalışan kadınlar 2009 yılından beri bu ülkenin topraklarına barışın gelmesi gerektiğini söylüyoruz. Kimimiz feminist, kimimiz bu sözcüğün arkasında durmak istemeyen kadın çalışması yapan kadınlar, kimimiz Müslüman, kimimiz bu sözcüğü kimlik olarak kullanmaktan kaçınan kadınlar, kimimiz Alevi, kimimiz Marksist ya da liberal, kimimiz lise mezunu, kimimiz yüksek eğitim yapmış. Ama bir konuda anlaşıyoruz: Bu ülkeye barış lazım ve biz bu konuda ısrar ediyoruz.
Neden kadınlar barış için ısrar eder? Barış bir ülkede herkes için gerekli değil mi? Bu sorunun cevabı toplumsal cinsiyet denilen ve insanlar arasında ciddi ve kalıcı etkileri olan bir ayrımcılık biçimde gizlidir. Üstelik de sınıf gibi, dini aidiyet gibi ve hatta neredeyse etnik kimlik gibi diğer ayrımcılık yapma biçimleri en azından bazıları tarafından bu ülkede tanınsa bile toplumsal cinsiyet sadece kadınların iyi bildiği bir ayrımcılık biçimi olmaya devam ediyor. Böyle olunca da her türlü toplumsal olayın kadınlar ve erkekler tarafından farklı yaşanabileceği gerçeği gözden kaçmış oluyor.
Savaş da böyle bir toplumsal gerçek. Savaşın anlamı kadınlar ve erkekler için farklı, savaşın etkileri kadınlar ve erkekler için farklı. Savaş erkekler için bir erkeklik gösterme alanı olabiliyor: Kim daha kıyıcı, kim daha gaddar, kim daha acımasız. Çünkü erkeklik bu topraklarda ağlamamaktan, her an kendini savunmaktan, kendi işini kendi görmekten geçiyor. Adı da var bunun bazı yerlerde: Delikanlılık.
Bu erkeklik kendine uygun bir de kadınlık tarif ediyor: Uysal, evinde oturan, erkeğe biat eden ve erkeğe erkek olduğunu her an hatırlatabilen bir kadın. Kadın bunu yapmadığı zaman da erkek tarafından şiddetle yola getirilebiliyor. Savaş sırasında daha da bir erkekleşen erkekler kadınlardan daha bir kadınlık bekliyor ve gelmeyince (gelemeyince- çünkü bu, neredeyse imkansız bir arzu) kadına şiddet daha da bir gündelik, daha da bir olağan hale geliyor.
Bu erkeklik bir de kadınları erkeğin mülkü de saydığı için ele geçiremediği düşmanının kadınına saldırmaya başlıyor, kadının bedeni bir savaş alanına dönüşüyor: Kadın tecavüze uğruyor, evinden sürülüyor, bakmakla yükümlü olduğu kişilere bakamaz hale getiriliyor, kendi bildiği, tarif ettiği kadınlığı ve hayatı yaşayamaz hale geliyor.
Kadınlar bu yüzden savaş istemiyorlar, istemiyoruz. Bu yüzden barış için ısrar ediyoruz. Yaşadıklarımız savaşın etkilerinin on yıllarca üzerimizden kalkmadığını gösteriyor. Doksanlarda köylerinden sürülen kadınlar bu yirmi yılda ancak yeni evlerine, yeni dillerine, yeni komşularına alışmışken, yine doksanların dili, doksanların sesleri ile karşı karşıya getirildiklerinde bu dil, bu sesler omuzlarına, omuzlarımıza o yirmi-otuz yılın ağırlığı ile biniyor.
Doksanlarda yaşananları kimse unutmadı, unutamadı. Unutmuş gibi yapanlarla, hiç bilmiyormuş gibi yapanlar yan yana yaşadık bir süre. Ama tekrar başlayınca herkes kimsenin unutmadığını, bilmeyen kimse olmadığını bir kez daha gördü. Sokaklar, bahçeler, meydanların tekin olmaması ne demek? Haberlerde çıkmaya başladı: Bir bizden, bir onlardan, bir bizden bir onlardan, bir… Bu kahredici sıralama beş yıl, on yıl sonra bize nasıl geri dönecek?
Doksanların bize nasıl geri döndüğünü görüyoruz. Savaşın diliyle konuşan çocuklar, büyükler. Yüzlerdeki gülümsemeleri, umudu görmezden gelip onlara kara emeller atfeden sözde bilgeler. Mersin’de sokakta oynayan çocukların oyuna mızıkçılık edeni “Bak sonra seni linç ederim, haaa” diye tehdit etmesini öğrenmiş olması! Bunun üzerine eklenen bir savaş çılgınlığının bu duyguları, bu kıyıcılığı sıradanlaştırdığında ortada yönetecek toplum, korunacak aile, umut edilecek bir gelecek kalacağını sananlar çok yanılıyorlar.
*Barış İçin Kadın Girişimi’nden Nükhet Sirman’in yazısı, Evrensel’den alınmıştır.