Apolitik Apolet[i]
Gezi direnişi ile beraber en çok konuşulan mesele apolitik olmakla nitelenen bir gençlik kitlesinin bir anda bu büyük halk hareketiyle politikleşmesi oldu. Sosyolojik varlığı yani kollektif koşullarda görünüşe gelen öznelliği, politik pratiksizliği ve kendisini bağlamış olduğu zamansal, mekansal, tinsel kanallar üzerinden apolitik olarak belirlendi bu kitle. Ve bu belirlemenin direnişin başlamasıyla beraber hakikatin tamamını dile getirmemiş olduğu düşünüldü. İşin ilginç tarafı apolitik olarak belirlenen bu kitlenin sahne aldığı ilk politik harekette militan bir şekilde yer alması oldu. Militandan kasıt sistemle ve onun araçlarıyla cephe cepheye gelinen bir zemine sıçrayabilmesi ve korksa bile korkmamasıdır. Sonuç olarak varılan episteme bu kuşak apolitik değilmiş oldu.
Ancak mesele tam olarak bu gözlüklerle kavranamaz. Politik alan uzun süredir biriktirdiği zaaflarla doludur ve bu zaaflar tarafından tıkanmıştır. Ancak diğer taraftan diyalektik bir şekilde kendi içinde bulunan bu nedenden dolayı kendi dışında bir politik art bölge yaratmıştır. Ve bu art bölgede daha çok “solcu” (reel toplumsal bir ölçü olarak aldığım için solcu kavramını kullanmakta sakınca görmüyorum) özneler ikamet etmektedir. Politik alanda tarihsel olarak maruz kalınan temel deneyim, totaliter sistemlerden, burjuva demokrasilerine, sosyalist deneylerden olağan seçimlere dek politik pathos olarak açığa çıkan özgürlük kategorisi deneyimidir. Totaliter sistemleri saymam yanlış bulunabilir. Ancak totaliter bir rejimin kurucu öznesi ve kitlesinde de böylesi bir deneyime maruz kalınmış olmaktan ötürü açığa çıkan bir politik pathos rahatlıkla gözlemlenebilir. Ancak bu pathos’un yitimi gösteriyor ki politik alan artık özgürlük deneyimini tamlığıyla verememektedir. İnsanların özgürlük deneyimine ve bunun pathos’una deyim yerindeyse nasıl hasret kaldığını gezi direnişi bize çok iyi bir şekilde gösterdi (Bu pathos’un AKP tabanında yaşanmadığı öne sürülebilir. Ancak AKP tabanı zaten ilginç bir şekilde politikleşmiş bir tabandır çünkü AKP, tabanına duygu veren ve buradan onu politikleştirebilen bir siyasi örgüttür ve gezi direnişinin karşısında saf tutmayla o da pathos’unu bir kez daha yeniden üretmiştir). Ve bu deneyim gösterdi ki bu direnişi yaratan kitlenin esası devrimci siyaset alanından burjuva siyaset alanına dek yaratılmış olan reel politik alanda yer almayan öznelerden oluşmaktadır. Bu özneler pratik siyasetin yürütüldüğü, araç-amaç diyalektiğinin devinim kattığı, özne-nesne denklemine göre oluşturulan özne modelleriyle kadro olanakları sunan bu alanda yer almadılar. Yer almadılar ya da bir dönem yer alıp bıraktılar ancak bu alana dönük tinsel ilgilerini kaybetmediler. Politik alanın hakikat kategorisini de üretemediğini sezen bir bilinçle, politik alandaki aslında politikanın kendisine dönük olan yabancılaşmayı doğal bulmadıkları için eleştirel bir gözle bu alana baktılar. Hatta alay ettiler. Ancak işin ilginç olan kısmı şuydu. Böylesi bir art bölge, reel politik alanın dışında kendi deneyimini ve sentezini üretmeye başladı. Birbirlerine örgütlü olmamalarıyla bağlı ve politik ilgiye haiz doğal politik bir ağ oluşageldi. Ve bu ağ aslında ilkesel bir zemine sahipti. Politik alan doğallığını yitirmiş çünkü üretmesi gereken temel kategorileri yıpratmıştı. Ancak yine de politik alandan gelen temel deneyimin, üzerinde anlaşılmış kavramları bu gizli doğal ağdaki insanların arasında gizli bir şekilde duruyordu. Bu ağdaki hiçbir özne örneğin eşitlik kategorisini reddedmiyordu. Kürt meselesinde milliyetçi düşünen biri bile iş sosyal adalete geldiğinde bu ilkeyi sonuna kadar benimseyebiliyordu. Sonuç olarak bu ağ gezi direnişiyle birlikte aslında ontolojik değil ama epistemolojik bir örgütlülük sahibi olduğunu gösterdi. Ve işin bir diğer ilginç kısmı aslında yıllardır kitleselleşme ve kitleler nezdinde karşılık bulma sorunu yaşayan Türkiye Sosyalist Hareketi karşısında, uğruna mücadele ettiği belli ilkelerle epistomolojik bir ittifak sağlamış olan bir kitle buldu. Bu kitle Türkiye Sosyalist Hareketi içindeki bir yerde örgütlü değildi. Ancak direniş zemininde herhangi bir yerde örgütlüymüşçesine açığa çıkan bir politik epistemolojik birliğin yaratıcısı oldular. Bugün Türkiye’de Türkçe Rap dinleyeninden elektronik müzik dinleyenine kadar bir gençlik kitlesi içerisinde anti-reel politik bir politik birlik oluşmuştur. Ve bu birliğin temel zembereği politik eleştiridir. Bu eleştirinin bir ucu bu kitlenin neden hala yanlarında olmadığını teorik olarak anlayamayan reel politik aktörlere diğer ucu da herşeye rağmen konuşulan yine politika olduğu için üzerine konuşulacak politik şeylerde aranılan doğal ortaklıklara dönüktür. Aslında deneyimin bize esas olarak sezdirmiş olması gereken şey bugüne dek politik alanda yapıp etmeyle meşgul olan özneler, özellikle de devrimci olma iddiasındaki öznelerin oluşmuş olan bu doğal politik birlik aracılığıyla doğallaşması gerektiğidir. Politik alandaki yapıp etmeleri kendi özüne yabancılaştıran yani onu ‘reel’leştiren temel neden politik öznelerin (hareket ve kurumların) kendi kendilerini kurabilmelerinin, içinde bulundukları toplumla aralarına nesnel bir mesafe koyma koşuluna bağlı olmasıdır. Toplumsal yapı bu politik özneler tarafından nesne kılınır, nesne olma Nicolai Hartmann’ın da gayet iyi belirttiği üzere sırf karşıda durma yani varolanın özne tarafından karşıda duran haline getirilmesidir.[ii] Topluma bakabilmek için onu nesne edinen ve bunun içinde toplumu karşısına diken politik özne böylelikle hem kendisini toplumu bir adım geriden takip etmeye mahkum eden bir kuramsal mesafe yaratır hem de bu nesneleştirme toplumsal yapıyı sanki sırf analitik bilgilerde açığa çıkan bir maddilikmiş gibi ele aldığından sürekli çözümleyici bir akla sahip olur. Ve bahsettiğimiz bu mesafe de daha çok modernizm ve pozitivizmin günahlarıyla yüklüdür. Politik alandaki kadro da kendisini özne metafiziğine dayalı bir epistemolojiyle örgütler. Yani Yeniçağ ile ve çoğuna göre Descartes’la açılmış ve Aydınlanma’nın tezgahından geçmiş bir epistemoloji. Düşünen öznellik, cogito olarak belirlenen özne artık kurucu öznedir ve varolanlar, doğa, dünya ve insan yaşamının bütünlüğü bu temel içerisinden geçerek yapılan bir devşirmenin ortaya çıkardığı tasarımlarla okunur. Örneğin böylesi bir temel belirleniminden önce insan doğayı dinleme gibi bir bilince de sahiptir. Ama bu temelle birlikte doğa bir yanıyla dinlenilen de bir şey değil yalnızca insanın kendisini dinlettiği bir varolan haline dönüştürülmüştür. Oysa ki Lukasc ‘Tarih ve Sınıf Bilinci’ adlı eserinde işçi sınıfının hem özne hem de nesne olduğu durumdan bahseder. Yani temel politik deneyim, kurucu epistemolojik öznenin tasarımın nesneyle karıştırılması ile sonuçlanmış nesneleştirici yönelimi değil (çünkü bu özne yöneldiği şeyi –dünyayı- okuyabilmek için yöneldiğini nesneleştirip onunla arasına mesafe koyma gibi bir epistemolojik zorunluluğa bağlanmıştır), bu yönelimi kendisini hem özne hem nesne olarak bulduğu tarihselliğin yaratıcısı olma ile değiştiren ontolojik öznenin varoluşudur. Ama söylediğimiz gibi politik alan uzunca bir süredir ilk bahsettiğimiz durumdan muzdariptir. Devrimci söylemin kitleler nezdinde heyecanını yitirmiş olması yalnızca düzenin baskı aygıtları ve zoru ile değil, devrimci politik alanın da bu zaaftan muaf olmamasıyla ilgilidir. Tam da bundan ötürü sol hareket, karşısında, örgütlü olmayan ama bilinçsiz de olmayan bir kitle bulmuştur.
Kişiler çağındayız. Bugün kişi kategorisi temel bir kategori olarak açığa çıkmaktadır. Birey diyemiyoruz. Zira birey daha yüksek bir bilgiyi işaret ettiği için değil, birey artık bölünemediğimiz bir noktayla ilgili bir kavramdır. Kişi kategorisi ise insanın halihazırda bölündüğü noktaları ya da bölünebilme olanaklarını ifade ettiği sentez alanının dışa vurumudur. Eklektik görünebilir ancak tarihsel olarak doğmuş belli şartların dinamizmini de barındırmaktadır. Bu kategorinin hakimiyeti elbette politik alanın paradigmasını da değiştirmiştir. Kimlik siyasetinin genel siyasi söylemi ve pratiği eskisinden daha çok belirleyebilmesinin nedeni de budur. Artık kişi, içerisinde bulunduğu sınıfsal ilişkilerin yanında avantajlı ya da dezavantajlı konumlara sahip kimlik ilişkileri bağlamında da siyasetin nesnesi kılınmaktadır. Hatta kimlik siyasetinin bazen sınıfsal ilişkileri maskeleyen ya da onları eski önem ve değerinde görmeyen bir tarza doğru evrildiği bile söylenebilir. Bugün sosyal medyada adeta Zamanın Ruhu’nun logos deneyimine dönüşen yorum yazma ve görüş bildirme fenomeni, insanların kişisel blog kurmaları, Anadolu’nun herhangi bir yerinde yaşayan insandan ana kapitalist ülkelerde yaşayan herhangi bir insana kadar herkesin Facebook hesaplarının olması, bu kanallar üzerinden beyan ya da ifşa edilen kişisel pozisyonlar, hepsi kişi kategorisinin açığa çıkan bu deneyimiyle ilgilidir. Ve bu etki politik alandaki temel açığa çıkışını kimlik siyaseti üzerinden sağlamaktadır. Tarihsel olarak çözülmemiş bir demokratik sorunlar silsilesinden ötürü bu siyasetin varlık kazandığı elbette ki doğru. Yani insanların kimliklerine kendilerinin istemediği bir olgusallık hakim olduğu için bu siyaset doğuyor. Bir eşcinsel elbette ki eşcinsel olmasından ötürü yaşadığı adaletsizlik üzerinden bir politik pozisyon ediniyor. Bir kürt elbette ki ulusal kimliği üzerinden yaşadığı sorunlar aracılığıyla ilkin politikleşiyor. Ancak bundan ayrı olarak kimlik üzerinden gerçekleşen bu politikleşme bir kimlikleşmeye dönüşüyor. Yani kimlik politikası politikanın kimliği oluveriyor. Bahsettiğimiz bu doğal politik ağın sakinleri için ise kimlik politikası açısından durumun tam da bu noktada eleştiriye tabi tutulduğu söylenebilir. Onlar genelde içinde kimliği gizli bir özcüleştirme olarak taşıyan politik tutuma da mesafe almışlardı. Yani kimlik politikasının politikanın neliğini belirlermiş gibi duran bir epistemolojik güce sahip olmadığını düşünüyorlardı. İkinci olarak kişiler çağında kişi büyük anlatıların bittiği Postmodern yalanını pratik olarak doğrulamıyor. Büyük anlatılara dönük nostaljik bir etik duygu yaşıyor. Bunun kötü olup olmadığı ayrı bir tartışma konusu. Ancak büyük anlatıların kendi başına herbirinin hakikatin tamamını ifade ettiğine de inanamıyor. İşin çok ilginç tarafı insanların çoğunun hiçbir büyük anlatının tek başına hakikatin bütününü ifade edemeyeceğine dönük sahip oldukları epistemolojik olgunluk. Bu iddiaya hemen dinle cevap verilebilir. Yani insanların çoğunun bir dine inandığı ve onlar için hakikatin total ifadesinin bu din olduğu söylenebilir. Ancak din sözünü ettiğimiz bağlamda bir büyük anlatı değildir. O doğal ve tinsel bir varlıktır. Ama örneğin sosyalizm bir büyük anlatıdır. Onu büyük anlatı kılan şey anlattığı şeyin o güne kadar gelmekte olan tarihi bütünlediği iddiasıdır. Ve kişi bugün, artık bu büyük anlatıların bütünleme iddiasını değil onlarda hakiki olma olanağı taşıyan dünyaya dönük mukavemetlerin sentezlenebileceği topos olarak kendi kimliğini yön alan bir gizli epistemolojiye sahiptir. Kişi bu toposta, büyük anlatıları birbirinden ayırmış olan tarihsel deneyimleri değil bu büyük anlatılarda belli temel önermeleri ittifak halinde ifade edebilecek bir kuramsal tamlığı maddeselleştiren sosyolojiyi ölçü almaktadır. Kişi tüm modern politik alan deneyiminden sonra politik alan olarak kendisini belirlemiştir. Bu alan ontolojik siyasetin aşırı etik yüklü söylemine ve ortak bir gelecek praksisi ile yüklü ülküdaşlığına karşı kişinin savunma refleksidir aynı zamanda. Kişi milliyetçi, sosyalist ve aynı zamanda liberal (hatta dindar) düşünceleri ya da ilkeleri ya da bunların temas noktalarında açığa çıkan olanakları hep birlikte taşıyabileceğinin örneklerini, deneyimini üretmektedir. Bu çelişki ya da tutarsızlık değildir. Bu tam da politik alanın bir sentez kanala doğru akmasını zorlayan tarihselliğin kişide açığa çıkmış erkenliğidir. Gezi direnişiyle birlikte apolitik olmadığı farkedilen gençlik ve onun haricinde bu art bölgede konumlanmış her özne bahsedilen bu iki nokta ile anlaşılabilir. Kişi kategorisi, politik alanda uzun süredir belirleyici olan ayrımları, temas ya da ortaklık noktasına dönüştürebilme olanağıyla yüklü bir politik varlık yapısına dönüşmüştür. Ve tarihin cilvesidir ki gezi direnişinde gördüğümüz şey bu dönüşümün olumlu yanıdır.
Herhangi bir senteze kesinlikle varılıp varılamayacağını ve varılacaksa dile getirdiğimiz kişi kategorisinin bu varışa mutlak anlamda mekan olup olmayacağıyla ilgili bir şey söylenemez. Çünkü politik alanın olduğu kadar politik düşünümün de insanı devinimi içerisinde o anda yakalamaya çalışmaya ihtiyacı var. Çünkü bu ihtiyacın dışında kendisine varılan zemin tarih yapıcı öznenin mutlaklaştırılmış gelecek formlarında sabitlenmeye çalışılmasıdır. Bu sabitleme bir aşkınlık problemi de üretmiştir. Belki sırf bu yüzden siyasetin Kantçılaşması gerekir. Çünkü siyaset alanında da kendisine aşkın bir politik ufukla terkip edilmiş bir özne sözkonusu olmuştur uzun süre. Bu epistomelojik politik bir sınır problemini yaratmıştır. Politik olarak neyin ne kadar bilinebileceği ve yapılabileceği sorunu. Kant sentezden, farklı tasarımları bir araya getirme ve onların çoklusunu bir bilgide kavrama edimini anlıyordu.[iii] Dikkat edilsin, tek bir bilgi haline getirmekten bahsetmiyor Kant tek bir bilgide kavramadan bahsediyor. Bugün oluşa gelmiş politik alan ile bu alanın dışında oluşmuş doğal politik ağ arasındaki basınç farkı olumlu anlamda çubuğu bir senteze doğru bükmeye zorluyor. Bu elbette ki hiç de yazıldığı kadar kolay bir şey değildir. Tek başına çoğulculuk kategorisi de sorunu çözemeyecektir. Gezi direnişi deneyiminin göstermiş olduğu olanaklara da dayanarak söz konusu ettiğim bu anti reel politik art bölgenin sakinlerine ve öyle ya da böyle inatla insanın doğası gereği politik oluşunun deneyimini üretmekten vazgeçmeyenlere, farklı tasarımları biraraya getirme ve onların çoklusunu bir bilgide kavrama edimini politikleştirme yollarını aramak görünmektedir.
[i] Bu yazı Karayazı Edebiyat ve Fikir Dergisi’nin 25. Sayısında yayınlanmış, sitede yazarın izni alınarak tekrar yayınlanmıştır.
[ii] Nicolai Hartmann, Ontolojinin ışığında Bilgi, çev. Harun Tepe, TFK yay., 1998, syf. 9.
[iii] Immanuel Kant, Arı Usun eleştirisi, çev. Aziz yardımlı, İdea yay., 2008, syf. 127