2000’li yıllarda dünya ekonomisinin serbest ticaret eşliğinde canlı büyümesinden en çok yararlanan ülkelerden biri Almanya idi. Bu, Almanya’nın ihracat çekişli ekonomik büyüme modeli sayesinde gerçekleşti. Ancak son yıllarda, bu model ciddi bir krizle karşı karşıya, dış talebe bağımlı sanayi üretimine ve yine dışardan gelen ucuz enerjiye dayalı Almanya’nın büyüme modeli, küresel ekonomik ve jeopolitik değişimlerle birlikte sürdürülebilirliğini yitirmeye başladı. Bu yazıda, Almanya’daki büyüme modeli krizini ve bu krizin siyasi yansımalarını ele alacağım.
Almanya’nın dış talebe bağımlılığı
Almanya’nın ekonomik başarısı, düşük ücretler, fiyat istikrarı ve yüksek kaliteli sanayi üretimine dayalı ihracat stratejileriyle şekillendi. Bir başka ifadeyle Almanya’nın ihracata dayalı büyüme modeli, dış talep ve küresel ekonomik büyüme hızına bağlı olarak şekillenmektedir. Ancak küresel ekonomik ortamda yaşanan değişim, bu büyüme modelinin sürdürülebilirliğini sorgulayan bir dönemi başlatmıştır.
Büyümenin dış pazarlara bağımlı olması, ihracat pazarlarındaki ekonomik, siyasi ve jeopolitik gelişmelerin ülke ekonomisi üzerinde çok daha fazla etkili olmasını beraberinde getiriyor. Örneğin Almanya’da 2008’deki küresel finansal kriz sırasında yaşanan ekonomik daralma, Çin’deki canlı büyüme sayesinde dış talebin sürmesi sonucunda hızla büyümeye dönmüştü. Yani Çin’de büyümenin sürmesi, Almanya’nın Çin’e yaptığı ihracatın sürmesini sağladı.
Bu dönem özellikle ilginçtir, zira Çin’deki teknoloji ağırlıklı sektörlere yatırımların artması, Almanya’nın yatırım malları üreten sanayilerine olan talebin artması anlamına geliyordu. Ancak bu avantaj iki nedenle dezavantaja dönüştü. İlki, Çin’in yavaşlamaya başlamasıydı. Ortalama olarak Çin büyümesi yarı yarıya düştü. İkincisi de, Almanya’nın sanayi mallarına olan talep azalırken dayanıklı tüketim mallarına (örneğin otomobil) talep daha da azaldı, zira Çinli firmalar bu alanda ciddi ilerlemeler kaydettiler. Kısacası, genel olarak küresel ekonomideki ve talepteki yavaşlama, ama özel olarak da Çin ekonomisinin yaşadığı dönüşüm, Almanya’nın ihracat çekişli büyüme modelinin sınırlarına gelindiğini işaret ediyor.
Yeşil dönüşüm ve enerji krizi
Büyüme modelinin kırılganlıklarının ortaya çıktığı bu dönemde Almanya, aynı zamanda dekarbonizasyon hedeflerini tutturmak için ‘yeşil dönüşüm’ programlarını devreye sokuyordu. Fosil yakıtlardan yenilenebilir enerjiye geçiş, normalde de yüksek maliyetler ve enerji arzındaki belirsizliklerle şekilleniyor. Ancak Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi ile başlayan savaş gibi dışsal faktörler, Almanya’nın enerji güvenliği konusunda ciddi soru işaretlerinin doğmasına neden oldu.
Bu soru işaretlerinin odağında ise, çok yüksek enerji tüketimine dayanan kimya, çelik ve makine gibi sanayilerin rekabetçiliklerini sürdürüp sürdüremeyecekleri var. Zira bu sektörlerdeki rekabetçilik bir yanıyla da Rusya’dan gelen ucuz doğal gaza dayanıyordu. Henüz yenilenebilir kaynaklardan üretilen enerji istenilen kapasiteye ulaşmadan doğal gazın bir anda kesilmesi, büyük bir fiyat şoku anlamına geldiğinden, Almanya’nın rekabetçiliğinin yüksek olduğu sermaye malları ihracatında da ciddi sorunlar çıkmaya başladı.
Koalisyon hükümetinin çökmesi
Büyüme modeli krizi yaşan Almanya’nın iktisadi olarak yapması gerekenler çok karmaşık değil aslında. Eğer dış talebin büyümeye katkısı azalıyorsa iç talebin büyüme katkısının artırılması gerekir, aksi takdirde ekonomide durgunluk hatta resesyon yaşanabilir. Her ne kadar asgari ücret uygulamasının başlaması ve iç talebin katkısının sınırlı da olsa artması gözlenmekteyken, Almanya’daki ekonomik resesyon ikinci yılına giriyor. Kronik yatırım eksikliği ve özellikle kurallı maliye politikasının (borç freni) büyümenin önünde bir pranga haline gelmesi, koalisyon hükümetinin çöküşünü getirdi.
Sosyal Demokrat Parti’nin pozisyonu, borç freni konusunda bütçe dışı fonlar kurarak da olsa kamu harcamalarının ve yatırımlarının arttırılması gerektiği şeklindeydi. Esasında bu krizden çıkış için pek çok ülkede uygulanan standart bir reçetedir. Ancak koalisyon hükümetinde Maliye Bakanlığı koltuğunda oturan Hür Demokratların her türlü harcama paketinin geliştirilmesini tıkaması, koalisyonun sonunu getirmiştir.
Bu anlamda yaşanan, ekonomik kriz karşısında siyaset sınıfının kilitlenmesi ve bunun sonucunda da ekonomik krizin siyasi krize dönüşmesidir. Aralık ortasında yapılacak güven oylamasında mevcut koalisyon hükümetinin resmen sonlanmasından sonra Şubat ayında erken seçimlerin yapılması bekleniyor.
Fransa’daki siyasi kriz ve bütçe tartışmaları
Avrupa’da Almanya’nın ardından Fransa da ciddi bir siyasi krizle karşı karşıya. Fransa’daki ekonomik sıkıntılar, özellikle bütçe üzerine yaşanan tartışmalarla derinleşmiş durumda.
Kısaca geçtiğimiz yaza dönelim: Fransa’da Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, Avrupa Parlamentosu seçimlerinde rakibi Marine Le Pen’in partisi Ulusal Birlik’in kazandığı büyük zaferin ardından erken seçim kararı almıştı. Ancak aldığı siyasi risk istediği gibi sonuçlanmadı ve şu anda zayıflamış bir merkez sağ hükümet aşırı sağın desteği olmaksızın bütçeyi geçiremeyecek durumda. Üstüne üstlük bu zayıf hükümet bütçe açığının yüzde 6,1’e çıkmasını engellemek için harcama kesintileri ve vergi artışları planlıyor.
Zaten bütçe görüşmelerinin tıkandığı yer de burası. Muhalefet bütçe kısıntılarını, özellikle kemer sıkma programı anlamına gelecek kesintileri kabul etmeye yanaşmazken, iktidar pozisyonunu değiştirmemekte kararlı gibi görünüyordu. Bu siyasi kilitlenmenin, Almanya’dakine benzer bir şekilde hükümeti yıkabileceği beklentisinin ortaya çıkması, Fransız tahvilleri üzerinde ciddi bir satış baskısına yol açtı.
Çoklu krizler dönemi ve Avrupa
Son yazımda, Trump’ın dolardan uzaklaşma girişiminde bulunan ülkelere karşı yaptırım uygulayacakları tehdidini, ABD’nin ekonomik alanda gerilemesine karşın finansal alandaki gücünü koruma çabası olarak değerlendirmiştim. Ancak gerek ABD gerekse Avrupa’da yaşanan telaşın gerisinde Çin’den gelen iktisadi rekabet baskısı yatıyor. ABD’de Trump’ın seçilmesi, bir yanıyla, ABD’nin hegemonik rolünün kaybının yarattığı endişeyi temsil ediyor ve Trump yönetiminin doğrultusunu bu rolün yeniden onarılması şekillendirecek. Ancak Avrupa için durum çok daha zor. Çin’den gelen rekabetin artacağı önümüzdeki yıllar, AB’nin bütünlüğü için de bir test dönemi olacak.