“Trafik Işığı Koalisyonu” niçin dağıldı?
Almanya siyasi ve ekonomik olarak bir krizin içinde. Büyük vaatler ve bir şovu andıran umut mesajl ile yola çıkan, SPD (Alman Sosyal Demokrat Partisi), Bündnis 90/Die Grünen (Yeşiller) ve FDP (Hür Demokrat Parti) tarafından kurulan trafik ışığı koalisyonu hükümeti, Olaf Scholz’un (SPD) 8 Aralık 2021 tarihinde resmen parlamento tarafından seçilip başbakan olarak göreve başlamasından sonra, üçüncü yılını doldurmaya kısa bir süre kala, iç çelişkiler ve dış krizler nedeniyle son aylardaki işleyişi dramatik bir şekilde tıkanmaya başladı. Koalisyon en sonunda 6 Kasım 2024 tarihinde O. Scholz’un FDP Başkanı olan Christian Lindner’i Maliye Bakanı görevinden almasından sonra dağıldı.
Siyasetin doğası gereği şimdiden, 23 Şubat 2025 tarihinde yapılacak erken genel seçimler ile bu krizin içinden nasıl çıkılabileceğine dair lobi faaliyetleri, kimin kiminle koalisyon oluşturabileceği tartışmaları, tarafların birbirine zarf atmaları ve kemer altından yumruk sallamaları, partilerin seçim kampanyaları başlamış durumda. FDP’nin koalisyondan ayrılması ile azınlık hükümeti olarak geriye kalan Sosyal Demokratlar ve Yeşiller, muhalefetin de onayı ile yeni hükümet kurulana kadar görevlerini kısıtlı bir şekilde, sınırlı bir siyasi etkiye sahip olarak yürütmeye devam edecektir. 16 Aralık 2024 tarihinde parlamentoda ortaya konulan gensoru, bu kısa geçiş sürecinde sadece bir prosedür.
Bu duruma nasıl gelindi?
Trafik ışığı koalisyonunun Kasım 2024’te sona ermesi, yalnızca siyasi ittifakın başarısızlığına değil, aynı zamanda Alman siyaseti ve toplumunda derinleşen bir krize de dikkat çekiyor. “Daha fazla ilerleme cesareti” sloganıyla yola çıkan, bir “İlerleme koalisyonu” olarak başlayan SPD, Yeşiller ve FDP koalisyonu, başından beri var olan temel siyasi ve ideolojik farklılıklar, liderlik eksikliği ve eylem kabiliyetine olan güvenin dramatik kaybı nedeniyle çöktü. Koalisyon artık yapısal uyumsuzluk ve ortak bir siyasi rota bulma başarısızlığı içinde debelenip duruyordu. Kendisi aslında uyumsuzlukları, hatta bazı konularda zıtları uzlaştırmaya çalışma koalisyonundan başka bir şey değildi, yani başından beri başarısızlığa mahkumdu.
SPD ve Yeşiller sosyal politika reformlarına, iklimin korunmasına ve altyapı yatırımlarına öncelik vereceklerini iddia edip oldukça farklı neticelere ulaşırken, FDP’li maliye bakanı Christian Lindner borç frenine uyum, şirketler ve yüksek gelirliler için vergi indirimleri ve piyasa odaklı radikal bir ekonomik gündem konusunda ısrar etti.
Federal Anayasa Mahkemesi’nin Kasım 2023’te bütçeyi bozma kararı, koalisyon ortaklarının hedeflerinin uyumsuzluğuna dikkat çeken en önemli sinyallerden biriydi: kapitalist sistemin çerçevesi içerisinde iklim politikası, sosyal eşitleme ve kemer sıkma politikasının aynı anda uygulanamayacağını sistem tekrar gösterivermiş oldu. Buradan tırmanan yapısal gerilim, ilerleyen aylarda koalisyon içinde kutuplaşmanın daha da artmasına neden oldu. Özellikle FDP’nin merkezi sloganı olan borç freninin reform projelerinin uygulanmasını engelleyeceği erkenden belli oldu. SPD ve Yeşiller borç frenini askıya almak isterken, FDP çoklu kriz dönemlerinde bile inatla buna bağlı kalmakta ısrar etti. Çok sayıda krizin yaşandığı bir dönemde borç frenini koruma çabası, planlanan yatırımların çoğunun mali
temelini kilitleyen bir engel haline geldi. Bu bağlamda özellikle FDP tarafından bir dogmaya dönüştürülen “borç freni”, hem ekonomik mantıktan uzak hem de halkın, geniş emekçi kesimlerinin çıkarlarına tamamen aykırı bir araç olarak öne çıktı.
Borç Freni: Neoliberal Bir Dogma
2009 yılında, Anayasa’da yapılan bir reform kapsamında yürürlüğe giren borç freni (Schuldenbremse) düzenlemesi, federal hükümet ve eyaletlerin yeni borçlanmalarını sınırlandırarak uzun vadede sürdürülebilir bir bütçe politikasını hedeflemişti. Özellikle gelecek nesillerin aşırı borç yükü altında ezilmemesi için tasarlandığı iddia edilen bu mekanizma, sistemin karakterine uygun olarak zaman içinde kamu yatırımlarını sistematik olarak baltalayan bir sabotaj aracına dönüştü.
Borç freni, özellikle kamu yatırımları, sosyal adalet ve devletin kriz zamanlarındaki hareket kabiliyeti üzerindeki etkileri nedeniyle tartışmalı bir konu olmayı sadece Almanya’da değil, kapitalizmin egemen olduğu diğer bütün ülkelerde sürdürmektedir.
Almanya’da borç freni, geleceğe zarar vermesi anlamında, devleti kriz dönemlerinde bile yatırım yapmaktan alıkoymakta ve temel hizmetleri sekteye uğratmaktadır.
Sosyal Refaha Darbe
Borç freni politikası, kamu harcamalarını kısıtlayarak eğitim, sağlık ve sosyal yardımlar gibi temel hizmetlerin finansmanını azalmaktadır: `
Eğitim: Almanya’nın eğitim sistemi, kronik bütçe yetersizliği nedeniyle uluslararası standartların gerisinde kalmıştır. Birçok yörede okulların altyapısı çürümüş durumda, okullar bir harabeyi andırmakta, öğretmen eksikliği ise endişe verici boyutlara ulaşmıştır.
Sağlık: Pandemi sonrası toparlanamayan sağlık sistemi, borç freni nedeniyle gerekli yatırımlardan mahrum bırakılmıştır. Hastaneler, personel yetersizliği ve ekipman eksikliği nedeniyle aşırı derecede zorlanmaktadır. Bu durumlar Almanya’nın sağlık altyapısını daha kırılgan hale getirmişti
Sosyal yardımlar: “Borçsuz ekonomi” politikası, sosyal güvenlik ağı üzerindeki baskıyı arttırmış durumda. İşsizler, emekliler ve düşük gelirli haneler daha da savunmasız hale gelmiştir. Çocuk yoksulluğunu azaltmayı hedefleyen projeler bile bütçe yetersizliği bahanesiyle askıya alınmış durumda. Bu durumlar, hükümetin halk desteğini ciddi şekilde zayıflattı.
Ekonomik büyüme ve yatırımların engellenmesi
Borç freni politikası, ekonomik gelişmeyi desteklemesi gereken kamu yatırımlarını engellemektedir:
Altyapı yatırımları: Yollar, köprüler, demiryolları ve dijital altyapı gibi alanlar yıllardır ihmal ediliyor ve bu durum Almanya’nın ekonomik rekabet gücünü zayıflatmakta. Bu alanlarda yaşanan manzaralar yurt içinde ve dışında yaygın olarak artık alay konusu olmuş durumda.
İklim yatırımları: Borç freni, yenilenebilir enerji projeleri ve iklim krizine uyum sağlamak için gereken yatırımları ve buradan doğabilecek iş alanlarını sınırlıyor.
İş gücü piyasası: Kamu yatırımlarının eksikliği, var olan iş alanlarını korumayı, yeni iş alanlarının yaratılmasını ve ekonomik çeşitliliği engelliyor.
Adil olmayan vergi dağılımı, gelir eşitsizliği
FDP’nin borç frenleme ve vergi politikası, her ikisi de ortak bir ekonomik politika felsefesine dayandığından, birbiriyle yakından bağlantılıdır. Bu felsefe, mali disiplini, sermaye fraksiyonları için düşük vergileri ve devletin ekonomideki rolünü sınırlı tutmayı ön planda tutuyor. Borç freni politikası toplumdaki vergi ve gelir dağılımı arasındaki farkı daha da büyütmektedir. Buna uyumlanmış vergi sistemi servet vergisinin adil olarak yeniden düzenlenip uygulanmasını ve büyük şirketlerden daha fazla vergi alınmasını engellemekte ve hatta sermaye sahipleri için vergi indirimlerini bile dayatmaktadır. Şirketler düşük vergi yüklerinden faydalanırken, kamu altyapısı çökmektedir. Halkın çoğunluğu ve emekçi kesimler hem artan vergilerle hem de kamu hizmetlerinin azalmasıyla iki kat zarar görmektedir. Genel olarak zengin ile fakir arasındaki uçurumlar giderek büyümekte ve servet, toplumun küçük bir kesiminin elinde yoğunlaşmaktadır.
Buradan elbette neo-liberalizmin ve büyük sermaye fraksiyonlarının sancağını elinde tutan, katı ve kararlı olarak borç freni politikasını dayatan FDP’nin karşısında sanki SPD ve Yeşillerin buna karşı çok tutarlı ve kararlı bir tavır gösterdiği gibi bir yanlış intibaya kapılmamak lazım. Çünkü FDP gibi bu iki parti de kudurmuş gibi, Ukrayna savaşının başlamasından birkaç gün sonra, silahlanma ve militariz için, 2. dünya savaşı sonrasında Almanya tarihinde eşi görülmemiş bir rekor seviyede, milyarlarca Avro bedelinde parayı bütçeden koparmıştır.
Sosyal refaha darbe vuran silahlanmaya ve militarizme akıtılan bu harcamalar, eğitim ve sağlık sektöründe, sosyal yardım ve hizmetlerde, altyapı ve iklimden yana yatırımlarda, bu ve başka alanlardaki birçok projenin tamamen ihmal edilmesine ve hatta durdurulmasına neden olmuştur. Bu durumlar elbette iş gücü piyasasında da var olan iş alanlarını korumayı, yeni iş alanlarının yaratılmasını ve ekonomik çeşitliliği engellemiştir.
2024 yılında federal bütçede değişik sektörler için öngörülen harcamalar bu durumu gayet güzel göstermektedir: `
- Ordu ve silahlanma: 71,15 milyar Euro, toplam bütçenin yaklaşık %14,9’una denk geliyor.
- Eğitim ve Araştırma: 21 milyar Euro, toplam bütçenin yaklaşık %4,4’üne denk geliyor.
- Sağlık: 16,22 milyar Euro, toplam bütçenin yaklaşık %3,4’üne denk geliyor.
- Dijitalleşme ve Ulaşım: 38,7 milyar Euro, toplam bütçenin yaklaşık %8,1’ine denk geliyor.
- İklim Koruma ve Enerji: 3,28 milyar Euro, toplam bütçenin yaklaşık %0,7’sine denk geliyor.
Bu sayılardan da görüldüğü gibi, koalisyondaki üç parti kafa kafaya verip rekor bir silahlanmadan, sınır tanımayan bir militarizmden ve savaştan yana karar vermeye yönelmişlerdir. Durum böyle olunca tekrar bütçede nereden “tasarruf” edilecektir, paralar nerelerden nereye kaydırılacaktır, hangi kaynaklar budanacaktır, nerelerde “kemerler sıkılacaktır” gibi soruların gündemi belirleyip kızdırması doğaldır. Bunların hepsi siyasi kararlardır: Borç freni yüzünden fazla para olmadığında, neyin gerçekten önemli veya vazgeçilebilir olduğuna karar vermek gerekir. Örneğin Berlin’in 2025 yılı için bütçe kesintilerinden 3 milyar Euro tasarruf yapmak zorunda olduğundan bahsedilmektedir. Bu doğrultuda, Berlin Senatosu ücretsiz okul yemeklerini korumayı planlarken kültürel yatırımlarda kesintileri hedeflemiştir. Senato, şu anda bir yandan kent sakinleri için yıllık 10,20 Euro olan otopark ücretini düşük tutmak isterken, metro ve banliyö treni için kullanılan sosyal bileti 10 Euro artırmayı planlamaktadır. Berlin gibi bir eyaletin hiç borçlanamaması, 2009 yılında “borç freni” adı altında Anayasa’ya yazılan siyasi bir kararın sonucudur. Bu ve buna benzer milyarlarca Avro boyutundaki hesaplamalar Almanya’da her eyalette, şehirde, ilçede yaşanmakta.
Sonuçta SPD’nin koalisyon politikası, özellikle enerji krizi, COVID-19 salgınının sonuçları ve Ukrayna’daki savaş gibi ekonomik zorluklara verdiği yanıtlarda devlet yatırımlarını ve sosyal politikayı teşvik etmesiyle Keynesçi düşüncelere de dayanmaktadır. Ancak koalisyonun kriz politikası, FDP ve Yeşiller’in etkisiyle şekillenen neoliberal unsurları da içerdiğinden, yani borç freni, piyasa temelli yaklaşımlar ve mali kısıtlama gibi unsurlardan dolayı, baştan sona Keynesyen olmamıştır.
Fakat, SPD’nin daha fazla Keynesçi bir politikayı koalisyon partnerlerine kabul ettirmiş olduğunu varsaysak bile, bu durum sistemden kaynaklanan dertlerin biteceği anlamına gelmemelidir. Çünkü, genellikle sosyal demokratların çok sevdiği Keynesçi teoriler, kapitalizmin krizlerini devlet müdahalesi (örneğin bütçe açığı harcamaları, ekonomik canlandırma programları vs.) yoluyla hafifletmeyi veya önlemeyi amaçlar. Yani bu müdahalelerde kapitalizme karşı temel bir eleştiriye rastlamak pek mümkün değil. Bu teoriler ve müdahalelerde, çözümler kapitalist sistemin çerçevesi içinde aranır, emeğin sömürülmesi ya da sermayenin aşırı biriktirilmesi eğilimi gibi temel çelişkiler göz ardı edilir. Sadece sistemin semptomlarına bakılır, sermayenin iç kriz dinamiklerine pek önem verilmez. Krizler genellikle maliye ve para politikası önlemleriyle giderilebilecek talep yetersizliği sorunları olarak görülür. Keynes’in devlet müdahalesi önerileri (örneğin kamu yatırımları, istihdam yaratma programları), iki uzlaşmaz kampın, yani emek ve sermayenin çıkarlarının, uyumlu olduğunu ima eder.
Marksistler ise tam tersine Keynes’i, ekonomiyi kontrol yoluyla optimize edilebilecek nötr bir mekanizma olarak görerek, sınıf ilişkilerini ve kapitalizmde sömürünün rolünü göz ardı etmekle eleştirmektedir. Keynes efektif talebin (tüketim, yatırım) önemini vurgularken, Marx üretim ilişkilerini (emek, sermaye, artı değer) analizinin merkezine yerleştirir. Kapitalizmde sorun talep yetersizliğinden değil, kâr maksimizasyonu dinamiğinden kaynaklanan aşırı üretimde görülmelidir. Marksistler için kapitalizm çerçevesinde sürdürülebilir bir çözüm olamaz, zira sistemin temelinde yatan “ruh hali” emek gücü sömürüsünü ve kârı maksimuma çıkarmaktır. Kabaca ve kısaca genelleştirmek gerekirse, Keynesçilik, kapitalizmin sorunlarını geçici olarak hafifletebilen ancak temel çelişkileri (sınıf mücadelesi, artı değer üretimi ve kriz dinamikleri gibi) ortadan kaldırmayan bir reform stratejisidir. Dolayısıyla Marksistler Keynes’in yaklaşımını, kapitalizmi aşmak yerine istikrara kavuşturmayı amaçlayan bir “sistem kurtarma” biçimi olarak görürler.
Sonuç
Trafik ışığı koalisyonunun sonu, bir yönetim kazası değil, sistemin dertleriyle kıvranmasından kaynaklanan bir dönüm noktasıdır. Bu durum, büyüme odaklı kapitalist bir sistemde adil, demokratik, sömürüden ve savaştan arındırılmış, dünyanın geleceğini koruyan ilerici bir politikanın bu koalisyon içinde yer alan partiler tarafından savunulamayacağını tekrar göstermiştir.
23 Şubat 2025 tarihinde yapılacak erken genel seçimler ile iktidarın başına geçmeyi tasarlayan iki kardeş ana muhalefet partisi, CDU (Almanya Hristiyan Demokrat Birliği) ve CSU (Bavyera Hristiyan Sosyal Birliği) ise, gelecekteki siyasi ve ekonomik politikaları daha radikal bir şekilde uygulayacaklarını şimdiden beyan etmiş durumdalar. Burada trafik ışığı koalisyonu ve muhalefetin ortak noktası, kapitalizme olan teslimiyetleridir. Oluşturdukları ve daha oluşturacakları irrasyonalizmin, kaosun merkezinde, emekçilerin, çoğunluğun ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz ve buna niyetli olmayan acımasız ve vahşi bir kapitalist sistem yatıyor. Bu sistem, kârı insanın önüne koymakta ve hem sosyal yapıları hem de doğal yaşam kaynaklarını yok etmektedir. Sadece bütçede silahlanmaya ve iklimi korumaya ayrılan ve bu yazının yukarısında değinilen para miktarları bile durumu ortaya koymaktadır. Özellikle doğayı, iklimi korumayı parti kimliğinin merkezine koyan Yeşillerin bütçede bu alan için değer gördükleri miktar göz önünde bulundurulursa (sadece % 0,7 !), bu partinin ne kadar alçak ve sahtekâr olduğu tekrar ortaya çıkar.
Bu koalisyonun başarısızlığı, sadece halkın siyasal sisteme olan güveninin büyük ölçüde erozyona uğramasına neden olmadı, kendileri ayrıca AfD (Almanya için Alternatif) gibi faşizme kapı açan partilerin bu durumdan güç kazanmasını sağladı
Daha şimdiden ülke içinde (otomobil ve çelik sanayisinde binlerce işçinin işinden mahrum edilmesi söz konusu) ve dışında (Trump iktidara geçmiş olacak) gelişen durumlar, gelecek erken seçim sonuçlarının Almanya’da sosyal çalkantıların daha da artacağına ip ucu vermekte.