Tarihin hızlandığı dönemlerden birinden geçiyoruz. Ülke ve dünya gündemi öyle bir hal aldı ki, Güney Kore’deki darbe girişimine şaşırırken, Fransa’da hükümetin düştüğünü öğreniyoruz. Daha o tartışma sürerken yıllardır süren Suriye iç savaşının kritik bir evresinin, Beşer Esad’ın ülkeyi terk etmesiyle sonlandığı haberleri geliyor. Bunların hepsini toparlayacak bir soyutlama düzeyinde yapılan tartışma çok kuş bakışı bir çerçeve sağlayabilir ve elbette buna ihtiyaç var. Bir süredir devam ettiğim ‘küresel ara rejim’ tartışması, bu ihtiyaca kısmen de olsa yanıt vermeyi amaçlıyor. Ancak bu hafta, gündemin daha alt sıralarında durmasına rağmen, önümüzdeki dönem için önemli gördüğüm bir gelişmeyi yazmak istiyorum: Konu yine Almanya’da geçiyor!
Kriz yönetiminin krizi
Sözünü ettiğim gelişme, Almanya’da kamu borçlanmasını sınırlandıran bir mali kural olarak düzenlenen borç freni uygulamasının giderek daha fazla sorgulanmasıdır. Zira Almanya, borç frenini de içeren ‘ordoliberalizm’ deneyinin trajik bir bilançosuyla karşı karşıya: Düne kadar Avrupa ekonomisinin lokomotifi olarak görülen ülke, bugün derin bir resesyona sürüklenmiş durumda. Sektörel düzeyde yaşanan büyük sorunlar toplu işçi çıkarmalarını gündeme getirirken, sanayinin belkemiği olan alt sektörlerde daralma sürüyor.
Ordoliberalizm piyasanın ‘doğal’ düzenini koruma adına devlet müdahalelerini sıkı kurallara bağlamayı savunan bir ideoloji. Ancak ‘kurallı para ve maliye politikası’ ile getirilen bu sınırlamalar, devletin yapısal krizlere yanıt verme kapasitesini sınırlıyor. Bir başka ifadeyle, bir kriz yönetim tekniği olarak geliştirilen borç freninin kendisi, krizden çıkış için bir engel haline gelmiş durumda. Yani karşımızda ‘kriz yönetiminin krizi’ var.
Borç frenine fren!
Rusya’nın Ukrayna’yı işgal girişimi sonrasında enerji maliyetlerindeki artıştan, küresel ticaretin daralmasına kadar birçok faktör, Almanya’nın büyüme modelini tehdit ederken, anayasal borç freni politikası iktidarın krizlerle başa çıkma kapasitesini ciddi şekilde sınırladı. Bu sıkışmışlık öyle bir hal aldı ki, sonunda ordoliberalizmin yılmaz savunucusu olan Almanya Merkez Bankası (Bundesbank) Başkanı Joachim Nagel, mevcut ekonomik koşullarda borç freninin sürdürülebilirliği tartışmaya açmak zorunda kaldı.
Ancak, bu tartışmayı sadece teknik bir maliye politikası meselesi olarak görmek, borç freninin Alman ekonomisinin yapısal krizi üzerindeki etkisini göz ardı etmek anlamına gelir. Borç freni politikası kronik yatırım eksikliğinin temel nedenlerinden biridir ve kamu hizmetlerindeki kötüleşme, ulaşım, haberleşme, eğitim ve sağlık altyapısının hızla eskimesi gibi sorunları daha da derinleştirmiştir.
Esasında mevcut sorunlar sadece bu ‘sosyal’ alanlarla sınırlı olsa, Almanya’daki iktidar bloğu yine hareket etmeyebilirdi. Ancak giderek artan jeopolitik gerilimler ve ABD’de D. Trump’un yeniden başkan seçilmesi, altyapı yatırımları yanında savunma harcamaları, Çin ile rekabette geri kalan sektörlerin desteklenmesi ve enerji yatırımları gibi ihtiyaçlarla birleştiğinde ana paradigmada bir değişimin kapısı aralandı.
Kriz ve erken seçim
Bilindiği gibi Almanya’da ekonomik büyüme 2021 sonrasında bir türlü toparlanamadı ve son iki yılda da ekonomi küçülüyor, yani ekonomi krizde. Ekonomik krizin siyasi yansımaları ise, Yeşiller, Sosyal Demokratlar ve Hür Demokratlardan oluşan ‘Trafik Lambası Koalisyonu’nun sonunu getirdi. Önümüzdeki hafta yapılacak oylamada hükümetin resmi olarak düşmesi bekleniyor. Yani erken seçimler kapıda (Şubat’ta yapılacak).
Ancak seçimlere mevcut koalisyon partilerinin güç kaybettiği bir ortamda giriliyor. Konuyu yine borç freni uygulamasına bağlayalım. Bu düzenleme nedeniyle kamu harcamalarının sınırlanmasının bir başka boyutu, yerel yönetimlerin sosyal hizmetlere yeterince kaynak ayıramaması, gelir eşitsizliklerinin artması ve toplumsal hoşnutsuzluğun daha da derinleşmesidir. Bu durum, aşırı sağ hareketlerin ve onların güncel sözcülüğünü yapan AfD gibi partilerin yükselmesine zemin hazırlamaktadır.
Yani, krizin sürüklediği erken seçim sonrasında siyasi istikrarın yeniden tesis edilmesi garanti değil. Her ne kadar yeni bir ‘büyük koalisyon’un kurulması muhtemel olsa da, iktidarın sürücü koltuğunda sosyal demokratların oturması neredeyse imkansız. Ancak yine de, iktidar bloğundaki genel eğilim, hangi parti gelirse gelsin, borç freninin gevşetilmesi yönünde.
2009 yılında uygulamaya geçirilen bu düzenleme, sadece Avrupa’da ekonomik krize karşı geliştirilen çıkış stratejileri için temel bir referans noktası olmakta kalmadı, aynı zamanda kriz sonrasında Avrupa Birliği (AB) genelinde ekonomi politikalarının şekillenmesinde de bir ölçü olarak kullanıldı. Dolayısıyla borç freni uygulamasının esnetilmesi, sadece Almanya’yı değil, orta vadede AB’nin genelini şekillendirebilecek bir gelişme olacak.
Geçtiğimiz aylarda yayınlanan M. Draghi raporunu hatırlarsak, AB’nin diğer ülkelerden (özellikle de Çin’den) gelen rekabetçilik baskısını ve giderek sertleşen jeopolitik gerilimleri karşılayabilmesi için yeni bir yatırım seferberliğine girişmesi gerektiği belirtiliyordu. Bunun için de ordoliberalizmin aşılması gerekiyor. Bu köklü bir paradigma değişimi demek. Ancak paradigma değişimi, ne ölçüde büyüme modelindeki değişimi tetikleyecek, bunu önümüzdeki dönemdeki toplumsal mücadeleler belirleyecek.