Üniversiteyi kazandığım yıl, ders Osmanlıca, ilk ders: Hocamız tahtanın sağ köşesine geçip eline kalemi aldı ve başladı sağdan sola doğru harfleri yazmaya. Harfler Arap harfleri. Bu kadarına vakıfım, lakin gerisi muamma: Harflerin kelimenin başında, ortasında ve sonunda değişen halleri; kendisinden önce gelen harflerle birleşebilenler ve birleşemeyenler, yazılmayan ancak okunan vokaller…
Hocamız tane tane ve çok kolaymış gibi anlatıyor. Oysa tahtada yazılanlar son derece karmaşık görünüyor gözüme. İçimdeki ses “Yanlış yerdesin, henüz çok geç olmadan bırak bu bölümü” diyor. İçimdeki ses konuşadururken her şey çok hızlı ilerliyor. Hocamız “Evet, birkaç alıştırma yapalım” diyor ve Arap harfleriyle Osmanlıca kelimeler yazıyor tahtaya. Soruyor: “Kim okuyabilir?”. Gülümsüyorum. “Kim okuyabilir ki!” diyor bu defa içimdeki ses ama öyle olmuyor. Sınıfın yarısından çoğunun parmakları havada, başlıyorlar tahtadaki kelimeleri şakır şakır okumaya. Hayretler içerisinde onları izliyorum nasıl da okuyabiliyorlar diye. Sonra öğreniyorum, çoğu çocukluğunda Kuran kursuna gitmiş, orada öğrenmiş Arap harflerini. Bense böyle bir tedrisattan hiç geçmemişim.
Sonra Osmanlıca hocamın etkisiyle, babamın desteğiyle, zamanla seviyorum Osmanlıca öğrenmeyi, bir bulmacayı çözer gibi çözüyorum kelimeleri. Gel gelelim Osmanlıca’ya dair ilgim de bilgim de yetmiyor “dedelerimin mezar taşlarını okumaya”, zira bir kısmı 1915’te bir kısmı 1938’de katledilmişler. Okunabilecek bir mezar taşı bile kalmamış onlardan geriye. 19. Eğitim Şurası’nın ardından yürütülen Osmanlıca öğrenimiyle ilgili tartışmalar sırasında geliyor tüm bunlar aklıma.
AKP’nin ötesinde Osmanlıca
Eğitim Şurası’ndan çıkan karar net! “İstesek de istemesek de” öğrenilecektir artık Osmanlıca “zorunlu” olarak. Tıpkı bir gün, 1 Kasım 1928’de, “istesek de istemesek de” Latin alfabesini öğrenmek “zorunda” olduğumuz gibi. Kılıktan kıyafete; takvimden saate her şey değişmelidir “zorunlu” olarak hem de hızla! Neden? Çünkü “geç” kalınmıştır. “Yetişilmesi” gereken “muasır medeniyetler” ve kurulması gereken bir “ulus devlet” vardır. Latin harflerine geçişle birlikte dilde ulusallaşmanın en önemli adımlarından biri atılmış olur artık. Bundan sonra da başta Arapça ve Farsça olmak üzere dilden yabancı kelimeler temizlenecektir ve yepyeni ulus yepyeni bir dile kavuşacaktır. Çağı yakalamak için geride ne kaldığına bakılmadan ilerlenmelidir ve hep ilerlenmelidir. Böylece bir edebiyattan, bir sanattan, bir felsefeden, bir kültürden bir daha buluşulamayacak şekilde kopulmuştur. Yalnızca adına “harf inkılâbı” denilen değişimle değil, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Cumhuriyet’ten yaklaşık on yılda bir tekrarlanan darbelere kadar hep yeniden kurulan bir “şimdi”nin içinde yaşamakla malul bir toplum var ortada. Geçmişi gericilikle bir kılıp bir illetten kaçar gibi geçmişinden kaçan bir toplum. Dolayısıyla hafızası yitik, “an”a sıkışmış bir zihin dünyası.
AKP’nin berisinde Osmanlıca
Ve bu “an”dan hareketle kurulan bir geçmiş. Köklerinden kopuk sadece şimdide sallanıp dururken “şimdi”yi var kılan geçmişe bakmayan ama ihtiyaçlar doğrultusunda “şimdi” için “şimdi”ye göre “yaratılan bir geçmiş”. Hafıza odalarına tıkılmış, ayakkabı kutularının yanı başına konulmuş, üstü örtülmüş geçmiş sandığının içinden çıkarılan “bu şimdi işimize yarar” denilerek önümüze konulan, Hükümet’in yürüttüğü Osmanlıca tartışması. Nasıl da yine, yeniden bir “mış gibi” yapma hali.
Evet, Osmanlıca öğrenelim. Bunda bir beis yok. Evet, geçmişe bakalım ama mesela “tek dil, tek din, tek bayrak” söylemiyle bugün halklar ve inançlar mezarlığına dönüştürülmek istenen bu coğrafyanın geçmişine de bakalım. Mesela 100. yılında Ermeni Soykırımına; mesela Dersim Katliamına, mesela 6-7 Eylül Olaylarına, mesela yok sayılan bu toprakların kadim inancı Aleviliğe dönelim. “Vatandaş Türkçe konuş!” diye diye dilinden koparılan Kürtlere, Ermenilere, Rumlara dönelim. Bir de geçmişe buradan bakalım.
Anadilde eğitim hakkı söz konusu olduğunda “tek”leyip duran Hükümet’in geçmiş sandığından çıkardığı, “dedelerimizin mezar taşlarını okumak”la gerekçelendirilen Osmanlıca tartışmasına buradan da bir bakalım. Öğrendiğimiz Osmanlıca’yla arşivlerden çıkardığımız dedelerimizin değiştirilen dillerinin ve inançlarının hesabını sorduğumuzda başımıza gelenlerin ve gelebilecek olanların neler olduğuna da bakalım.
Arşiv demişken rant hırsıyla yerine otel yapılmak üzere Sultanahmet’teki Osmanlı arşivinin dere yatağına taşınmasından ve rutubet yüzünden yok olmaya bırakılan belgelerden de konuşalım. “Üç beş çanak çömlek” olarak tasvir edilen tarihi kalıntıların ilerlemenin yanında hiçbir anlamı olmadığını söyleyen dönemin başbakanının sözlerine de dönelim. Dedelerimizden kalma ormanlarımızın, derelerimizin, doğa, tarih ve kültür varlıklarımızın nasıl talan edildiğini de bir tartışalım.