Bu sorunun yanıtı aslında kendi içinde saklı. Tercihen edinmediğimiz bir “milli” kimlik nasıl bir “şeref” kaynağı olabilir ki? Doğaüstü güçlerden, tarihsel efsanelerden arınmış, yönünü insanlığın refahı adına bilime ve tekniğe dönmüş her insan beyni, ‘şeref’ ve ‘milliyet’ algısını birbirinden ayıracak, ikisine de hak ettiği kadar önem atfedecek potansiyele sahiptir.
Neden bilim ve teknik bunun ön koşuludur? Çünkü bu zeminde düşünen herkes kendi milliyetinin, kendi halkının ne olacağını anadan üryan geldiği dünyada tercih etme hakkının olmadığı bilincine erişkindir. O yüzden bunu daha yaşamının en başında bir ‘şeref’ ve ‘onur’ etkeni olarak kullanmaz. Bazen bu samimi bir yaklaşım, temiz bir algı dışavurumu olarak görülebilir. Ama asla öyle değildir. Kendi mensup olduğu ulusu daha yaşamı ilk tanıdığı zamanlarda öven onu yücelten ‘tanrıdan onu korumasını isteyen’ her bireyin, ulusunun tarihinde esas olarak geçmişte başka bir ulusu ezme, asimile etme, diğer bir ulusu imha etme pratiği vardır. Yoksa kendine düşman yaratmayan bir ulus neden ‘korunma ihtiyacı’ duyar ki! Bu durum aşikardır, dünya coğrafyasının her noktasında buna benzer ulus gerçeklikleri mevcuttur. İrlanda-İngiltere,Filistin-İsrail,Türkiye-Kürdistan deneyimleri hala kanayan en çarpıcı yaralardır.
Hrant Dink bu gerçeği herkesin suratına şu dizelerle çarpmıştır:
“Kendi kimliğini ötekinin varlığına göre konumlandırmak hastalıktır.
Kimliğini yaşatman için sana bir düşman gerekiyorsa, senin kimliğin hastalıklıdır.”
Şimdi burada da iki farklı argüman devreye giriyor. Ezen ulus kimliği ve ‘milliyetçiliği’, ezilen ulus kimliği ve ‘milliyetçiliği’. Devrimci bir önder bu meseleyi ‘ezilen ulusun milliyetçiliği olmaz’ diye tariflemişti. Bu birçok kişide yanılgı yaratır. Başka bir deyişle ‘insan neresinden vurulursa orası onun kimliği olur’ sözü bu iki devasa teoriyi birbirine karıştırarak harmanlamıştır.
Burada da bakmamız gereken nokta şudur: Kapitalizmin şafağında kapitalist pazarlara en iyi alan açan toplum biçimi ‘ulus devlet’ olarak şekillenmişti. Yeni dünya düzeninin sermayedarları bulundukları coğrafyanın en kalabalık, en güçlü ulusunu kullanarak diğer kimlikleri tasfiye yoluna gitmişti. Ve işte o süreçte ‘diğerleri’ ulusal yanlarından vuruldukları için orası onların kimliği olmuştur. Ve onu gerektiği gibi geri almak için farklı yöntemler farklı araçlarla mücadele pratikleri geliştirmişlerdir.
Türkiye açısından baktığımızda bu gerçeklik bütün açıklığıyla orta yerde durmaktadır. “Tanrı’nın korumasını istedikleri Türk” kimliğini yaratmak için bu ülkenin egemenleri bir buçuk milyon Ermeni’yi, 800 bin Rum’u, 500 bin Asuri-Süryani Keldani’yi ve 350 bin Ezidi’yi yok etmiştir!
Uusalcılarla sosyalistleri tam da bu noktada ayrışır işte. Sosyalistler kimlikleri yok sayılan halkların ulusal kimlik mücadelelerinin yanındadır. Ulusalcılar ise bizzat egemen ulusal kimliğin taraftarlığını yaparlar. Vurulduğu yeri geri almak için vurulduğu yerden bir hat çizmek asla ‘milliyetçilik’ olamaz. Bir kadını kadınlığından vurduğunuzda onu geri almak için kadınların yürüttüğü mücadele nasıl cinsiyetçi değilse, ulusal kimlikleri yok sayılan halkların o haklarını geri almak için yürüttükleri her türlü kavga da meşrudur ve ‘milliyetçilik’ gibi akıl tutulması anlamına gelen bir kalıbın içine girmez.
Bu anlamda şimdi ben de soruyorum, kimliği yok sayılan bir halkın o kimliği geri alma çabası ve bu çabayı desteklemek mi şerefsizliktir, yoksa bir kimliği yok saymak, onu asimile etmeye, yok etmeye çalışmak mı şerefsizliktir? MHP’nin kanlı tarihi bu sorunun en açık cevabıdır. Ve denildiği gibi bu coğrafyada ‘şeref’den en son söz edecek olan güruh işçileri grev alanlarında vuran, öğrencileri hak talep ettikleri için bombalayan, Maraş’ta, Çorum’da, Sivas’ta vuruldukları yerleri onarmak için direnenleri katleden ülkücü çevre ve onun çakallarıdır…