2011’de Suriye’ye yönelik başlatılan müdahale, AKP-Erdoğan iktidarı için yeni Osmanlıcı dış politikanın en önemli sınama alanı olmuştu. Hesap, Esad rejiminin 6 ayda devrilmesi ve Erdoğan’ın Şam’daki Emevi Camii’nde kılacağı cuma namazı ile kendini ‘Sünni İslam’ın ve Ortadoğu’nun lideri ilan etmesi üzerine kurulmuştu. Bugün bölgedeki (Ortadoğu) tablo 13 yıl öncesine göre değişmiş olsa da Esad rejiminin devrilmiş olması, Türkiye’deki iktidarın yeni Osmanlıcı emellerini yeniden yüksek sesle dillendirmesinin önünü açtı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, geçtiğimiz günlerde “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür. Millet olarak ufkumuzu 782 bin kilometrekareyle sınırlandıramayız” açıklamasını yaparak ve bu politikayı “Tarihin millet olarak bize yüklediği misyonu görmek mecburiyetindeyiz” sözlerine dayandırarak yeni Osmanlıcı tezleri tekrar ediyordu. Üstelik Türkiye’nin Libya, Suriye, Somali gibi ülkelerdeki askeri varlığı ve müdahale politikasını eleştirenleri de bu tarihsel misyonu idrak edememekle suçluyordu.
Yeni Osmanlıcılık, bilindiği gibi Türkiye’de milli kimliğin ve dış politikanın Osmanlı’nın mirası üzerine inşa edilmesi gerektiği tezine dayanıyor. Ahmet Davutoğlu, 2001’de yazdığı ‘Stratejik Derinlik’ kitabında bu görüşleri teorize etmiş ve Türkiye’nin Osmanlı’nın varisi olarak bu tarihsel-kültürel mirasa uygun olarak aktif bir dış politika izlemesi, bölgede lider, kurucu ülke rolünü üstlenmesi gerektiğini savunmuştu. Davutoğlu, 2009’da önce Dışişleri Bakanı ve sonra Başbakan olarak aynı zamanda bu politikanın uygulayıcılarından biri olmuştu. Suriye’de Esad rejiminin devrilmesi sonrasında Davutoğlu’nun yaptığı “AKP’den kopmadım” açıklamasını ve AKP cephesinden yapılan “Geri dön” çağrılarını da bu gerçeklik üzerinden okumak gerekiyor.
AKP-Erdoğan iktidarı döneminde yeni Osmanlıcı dış politika ilk kez 2007’deki MİT raporunda açıktan ilan edilmişti. Rapor, MİT’in yeni Osmanlıcı dış politikanın ihtiyaçlarına göre yeniden yapılandırılmasını ve Türkiye’nin bölgesindeki (Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Karadeniz ve Kafkasya) gelişmeleri ‘izleyen’ ülke pozisyonundan çıkıp avantajlar elde etmek üzere müdahalelerde bulunması gerektiğini savunuyordu. 2012’de SADAT’ın (Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret AŞ) bir ‘özel savaş şirketi’ olarak kuruluşunun arkasında da aynı politik yönelim (Türkiye’yi İslam ülkelerinin lideri yapma) yer alıyordu.
2011’de Erdoğan’ın önce “NATO’nun Libya’da ne işi var?” deyip sonra Türkiye’nin (İzmir) Libya’ya müdahale eden NATO kuvvetlerinin merkez komutanlığını üstlenmesinin ve yine AKP-Erdoğan iktidarının ABD ve Fransız emperyalistlerinin desteğinde Suriye’ye müdahalenin öncülüğüne soyunmasının arkasında dış politikadaki bu yeni Osmanlıcı yönelim bulunuyordu.
AKP-Erdoğan iktidarının 2011’de öncülüğüne soyunduğu Suriye müdahalesi, bugün sanki emperyalizme bir meydan okumaymış gibi sunulan yeni Osmanlıcılığın aslında ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin bölgesel taşeronluğunun ötesine geçmediğini de ortaya koyuyordu. Bugün Esad rejiminin devrilmesinin arkasında Türkiye’nin yanı sıra ABD-İngiliz emperyalizmi ve İsrail siyonizminin yer alması da yeni Osmanlıcılığın hangi güçlerle iş birliği üzerinden hayat bulduğunu bir kez daha gösteriyor.
2016’da “Bize Lozan’ı bir zafer diye yutturmaya çalıştılar. Şöyle bağırsan sesinin duyulacağı adaları biz Lozan’la verdik” diyen Erdoğan, yayılmacı emellere dayalı yeni Osmanlıcı tezleri başkanlık rejiminin de en önemli gerekçelerinden biri olarak sunmuştu. Başkanlık rejiminin kuruluşu sürecinde Erdoğan’la kader birliği yapan MHP Lideri Bahçeli de o dönemde Musul ve Kerkük’e plaka numarası vermişti. Bahçeli, Esad rejiminin devrilmesi sürecinde “Halep iliklerine kadar Türk ve Müslümandır” diyerek aynı yayılmacı emelleri bu kez Suriye ve Halep üzerinden gündeme getirmişti.
Yeni Osmanlıcılığın sınırlarının ABD emperyalizminin bölgesel çıkarları tarafından belirlendiğini gösteren bir başka gerçek de ABD’nin bölge politikalarıyla arasındaki makasın açıldığı dönemde Erdoğan iktidarının Ortadoğu’dan Doğu Akdeniz ve Balkanlar’a kadar birçok alanda yeni sorunlarla yüzleşmesiydi. Dolayısıyla Erdoğan iktidarının BAE, S. Arabistan, Mısır ve İsrail ile “normalleşme” yönünde attığı adımlar, aslında bölgede ABD’nin politik eksenine bağlanma hamleleri olarak da anlam kazanıyordu.
ABD’de 20 Ocak’ta başkanlık koltuğunu devralacak olan Trump’ın Erdoğan’ı övüp “İyi anlaştığım biri” demesi ve Erdoğan’ın “Türkiye, Türkiye’den daha büyüktür” açıklaması birbirini tamamlıyor. Trump’ın kendisine yönelik övgülerine “Doğru söze ne denir” diyerek yanıt veren Erdoğan, aynı zamanda Trump’a yeni dönemde yeni Osmanlıcı politika üzerinden Suriye ve bölgenin yeniden dizaynı konusunda göreve hazır olduğu mesajını da gönderiyor.
Yeni Osmanlıcılık, yapılan propagandanın aksine Türkiye, Suriye, Filistin ve diğer bölge halkları için bir kurtuluş değil; ABD emperyalizminin bölgesel taşeronluğudur. Dolayısıyla bu politika bölge halklarının çıkarına değil, bölgede yüzyılı aşkın bir süredir devam eden emperyalist sömürü ve yağmanın, savaş ve yoksulluğun devamına hizmet ediyor.